3 Haziran 2011 Cuma

36 ) BENİM SİNEMALARIM !.. (1. BÖLÜM)

   Fürüzan'ın çok sevdiğim bir kitabının adını koydum yazı başlığına çünkü çocukluğumun sinemalarından ve beni çarpıp da geçen unutamadığım filmlerden bahsetmek istiyorum bugün.

   Mumla aradığım çocukluğumun İzmir'inde çok fazla sinema salonu yoktu ama olanlar da büyük sinemalar olduğundan yeterli geliyordu galiba.. Buca'da oturuyorduk ve öğretmen olan rahmetli annem hemen her Cumartesi beni sinemaya götürürdü. Eve misafir geleceği hafta sonları ise bu görev (!) bizimle birlikte oturan en küçük dayıma kalırdı. Uzun boylu, yakışıklı ve çapkın dayımın, bir yanında sevgilisi, diğer yanında küçük sepeti olan ben Alsancak'taki Teyyare Sinemasının koltuklarına kurulurduk. Film bitince beni Buca otobüsüne bindirir ve görevini yapmış olmanın iç huzuruyla kendi filmini çevirmeye devam ederdi !.. Annemle ise genellikle Elhamra, Yıldız, Yeni  veya İkbal sinemalarına giderdik. Şimdi Opera olan Elhamra annemin favorisiydi. Benim dönemimde koltukları biraz gıcırdamaya başlamış olmasına rağmen çok güzel bir sinema olduğunu anımsıyorum. Büyük avizeleri, ilginç koltukları, duvarlardaki büyük Kurtuluş Savaşı ve Atatürk tabloları, film başlarken ağır ağır açılan bordo kırmızı kadife perdesi, alt salondaki locaları... Her sene Nisan-Mayıs aylarında Kenter Tiyatrosu turneye gelirdi bu sinemaya, birbirinden muhteşem oyunculardan kurulu kadrosuyla, ve birbirinden güzel oyunlarla.. Yıldız Kenter, eşi Şükran Güngör, kardeşi Müşfik Kenter, Suna Keskin, Pekcan Koşar ilk aklıma gelen oyuncuları... Sonra, ikinci sırada Yıldız Sineması geliyordu. O da güzel filmler getirirdi. Film aralarında gofret ve Sunalko !..Daha Coca-Cola hazretleri ile tanışmamıştık piyasada !.. Sunalko, onun şekerli bir kötü kopyasıydı ama o zamanlar bunu kıyaslayabilecek durumda değildik. Yine de soğuk soğuk hoşumuza giderdi.. Popcorn da yoktu.. Ama vapur iskelelerinde, kapı önünde "cimbom" diye bağırarak mısır patlatanlar vardı. Acaba "cinbom" diye mi bağırırlardı emin değilim !.. Fevzipaşa Bulvarında İkbal Sineması çok güzel bir sinema idi. Orada dünyaca ünlü bir kukla tiyatrosu gösterisine gitmiştik ve büyülenmiştim adeta izlerken. Bir de Hitchcock'un "Kuşlar" filmini unutamam, o sinemada izlediğim.. Filmden çıktığımda gördüğüm her karga ve martıya içim ürpererek baktığımı anımsıyorum !.. 1966'da o güzelim sinema yandığında ben 13 yaşındaydım. O günün değeriyle 4,5 milyona malolan sinema sadece 150 bin liraya sigortalıymış meğer.. Bunu da daha yeni öğrendim.. Yeni Sinema da büyük ve modern bir sinemaydı ama nedense ona fazla gitmezdik. Orada izlediğim filmler arasında ise nedense hep "Herkül" ve "Masist" vardı.. Ne çok tarihi film çekilirdi o dönemler. Şimdiki gibi bilgisayar tekniği de yok. Binlerce, on binlerce figuranın rol aldığı süper-prodüksiyonlar.. On Emir, Ben-Hur, Kleopatra, eski Roma dönemine ait bir sürü film.. Sinemadan çıkınca Kemeraltı çarşısına gidilir ve ayda bir çıkan "Çocuk Dergisi" cildi alınırdı "Taga" Kitapevinden. O gün benim için kaymaklı ekmek kadayıfı gibi olurdu !..
   Bazı hafta sonlarında, Karşıyaka'da oturan başka bir dayıma gittiğimizde de Elif Sinemasına gittiğimizi  anımsıyorum...
   Sinemanın tartışmasız hükümran olduğu devirlerdi kısacası... Televizyon yok, bilgisayar yok..
   Yazları da  bir başka zevkli olurdu sinema muhabbeti. Güzelyalı'ya taşınmıştık 1964 yılında ve 3-4 sinema vardı akşamları gidilebilecek olan. Parkın arkasındaki Vadi Sineması 1980'lere kadar devam etti yaşamaya..
En önce giden, sahildeki apartman yapma furyasına kurban olan Sahil Sineması idi. Sinemanın yarısı beton üzerine, perdeye kadar olan diğer yarısı ise ahşap idi ve rüzgarlı havalarda, tahtadaki budak deliklerinden deniz suyu gelirdi bacaklarımıza !.. Perdesi küçüktü ve sinemaskop filmler için yanlara beyaz bez germişlerdi ! Bu bez, rüzgarlı havalarda hafif hafif oynardı ; üzerindeki oyuncuların suratlarını da kahkaha aynalarındaki suratlara çevirerek ve dramatik filmleri bile komedi havasında izlemek mümkündü !... Faikbey durağında, bir arkadaşımın babasına ait "Gözümoğlu" Sineması vardı. Soyadları böyleydi çünkü.. Güzel bir sinemaydı ve eve en yakın da o olduğu için hep ona giderdik. Film sonlarında yerler Ayçiçeği kabuk tarlası gibi olurdu !.. Ve Elhamra Sinemasının sahipleri tarafından Köprü semtinde, deniz kenarında, amfiteatr şeklinde yapılmış fakat ömrü fazla uzun sürmemiş muhteşem bir sinema daha : Venüs.. İzmir'in o sıcak yaz akşamlarında, İmbatın tatlı esintisini sinemanın her sandalyesinde oturanın hissettiği o güzelim sinema..

   Unutamadığım filmler arasında çok sevdiğim bir yönetmenin çok sevdiğim bir filmini başa koyacağım : "2001 A Space Odyssey" .. Bizde "2001, Uzay Yolu Macerası" adıyla oynamıştı galiba. Garip Türkçe isimler konurdu o zaman. Herhalde orijinal ismin müşteri çekmeyebileceği düşünülerek.. Üniversite birinci sınıfta iken, dört arkadaş gitmiştik bu filme. Küçükyalı'daki Köşk sinemasında oynuyordu. Genellikle Türk filmleri oynatırdı ama, bir dönem de yabancı filmler oynatmıştı. Filmi izledikten sonra yerimizde doğrulduk ve sanki sözleşmişiz gibi, "yarın kaç seansına geliyoruz ? " dedik !.. Filmi çözememiştik !.. İlk defa başımıza geliyordu bu iş !..
   Ertesi gün bir kez daha, sonraları televizyonda iki kez, videoda bir kez, DVD formatında bir kez, oğlumun internetten indirdiği kopyası filan derken en çok seyrettiğim film bu filmdir ; AMA , hala hakkında binlerce yorum yapılabilecek bir filmdir bu aynı zamanda.

   "İnsanlığın şafağı" anlatılıyor filmin başında.. Darwin'i destekler havada maymunları izliyoruz sürüler halinde.. Birgün siyah bir taşla karşılaşıyorlar bir yerde. Yaklaşık iki insan boyunda, pürüzsüz siyah granit veya mermer gibi parlak dikdörtgen bir taş bu.. Merak edip de elini bu taşa sürüyor maymunun biri ve sonra bu maymuna bir haller oluyor !.  Önce "silah" ı keşfediyor. Bu, büyük bir hayvana ait büyük bir kemik. Sonra liderliğine soyunuyor sürünün.Yeni keşfettiği silahı kullanarak birkaçını da öldürüyor bu arada ; sonra "var mı bana yan bakan " havalarında bağırarak, yerdeki başka kemiklere vurmaya başlıyor. Kamera, vurmanın etkisiyle yukarı fırlayan kemiklere ağır çekimle zum yapıyor ve en son vurduğu kemik havada yavaş yavaş dönerek yükselirken birden gökyüzünde gitmekte olan bir uzay gemisine dönüşüveriyor. Biraz önceki sahnenin vahşiliğini vurgulayan müzik ise aynı anda yerini bir vals müziğine, "Mavi Tuna" nın tatlı müziğine bırakıyor !..


   Filmin ikinci bölümü bu sahneyle açılmış oluyor. İnsanoğlu artık gökyüzüne hakimdir ama evrenin sırrını daha çözememiştir. Bir yıldızda siyah bir taş bulunmuştur ve uzay gemisi de, içindeki bilim adamlarıyla oraya gitmektedir. Bu taşın 40 milyon yıl önceden kaldığı düşünülmektedir !.. Sonra, bu taşı inceleyen bilim adamları, inceleme sırasında esrarengiz bir şekilde ölüverirler.
   Üçüncü bölüm ise, 18 ay sonrasında uzayda ilerleyen çok büyük bir uzay gemisinin görüntüleriyle başlıyor. Aynı amaçla yola çıkan bu gemide, üçü yaşam destek ünitelerinde uyutulmuş, beş astronot vardır. Gemiyi ise HAL isimli dev bir elektronik beyin idare etmektedir ve yolculuğun asıl nedeni de bir tek ona açıklanmıştır !..
   Ama ya bu elektronik beyin, insan beyni gibi, zekanın yanında insancıl duygulara da kapılır, giderek astronotlara karşı çalışan bir güç olarak ortaya çıkarsa ?..
   Astronot Dave, HAL' ın bir hatası sonucu, uzay boşluğunda arkadaşını yitirir, kendisi de zar zor kurtulup gemiye kapağı attığında bir sürpriz daha bekliyordur onu : HAL, yaşam destek ünitelerini kapatarak onu gemide tek kişi bırakmıştır !.. İşte burada, insanın makineye olan üstünlüğünü kanıtlarcasına, Gezegenlerarası Konsey' in de emrinden çıkarak, Dave, HAL' ın icabına bakıyor !.. Güneş sisteminin sırrını kendisi çözmek üzere yola devam ediyor. Jüpiter gezegeninin atmosferine girdikleri sırada öyle muhteşem bir renk cümbüşü, öylesine bir görsel efekt şöleni başlıyor ki, inanılmaz.. Ve ancak sinemada izlerken zevki çıkabilecek bir şey bu..
    Jüpiter'de, Dave kendisinin yaşlılığı ile karşılaşır !. Daha sonra bir başka sahnede, çok yaşlı Dave, baş ucunda o meşhur siyah taş dururken ve ölüm döşeğinde yatıyorken bu defa kendi çocukluğuna döner, hem de en başa, cenin haline !.. Acaba yürekliliğinin armağanı olarak ebedi yaşamı mı keşfetmiştir ?  Peki ama o taş neyin nesidir ? Bu film bu şekilde, benim yaptığım gibi anlatılabilir mi !?..Yorumu seyirciye bırakılmış sorular bunlar ama ; kitabın yazarı Arthur C. Clarke ve yönetmen Kubrick ve de izleyen milyonlar, milyarlar, kim biliyor ki bu soruların yanıtını ?...

   1968 yapımı bu filmin 1984'te devamı niteliğinde bir film daha çekildi. Bu defa yönetmen Peter Hyams idi.. Bu filmin adı da "2010" idi. Kubrick hayranları bu filmle " 20:10" (sekizi on geçe) diye dalga geçtiler !...

   Devamı yarın, saygı ve sevgilerimle...                        

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder