14 Eylül 2013 Cumartesi

403 ) ŞARLO NASIL DOĞDU ?...

   

   Mevsimin ilk kar taneleri Londra Köprüsü'nün kulelerinde birikirken, Oakley Sokağı'ndaki tek odalı bir evde iki erkek çocuk, kırmızı kadife ceketini terzi makasıyla kesen annelerini seyretmektedir. Kadının, büyük oğlu Sydney'e ceketini bozarak diktiği palto ortaya çıktığında, bodrum katındaki odadan hıçkırık sesleri yükselir : "Okuldaki arkadaşlarım beni böyle görünce ne düşünecekler ?.."
   Ertesi sabah, okul yolundaki Sydney'in giydiği yalnızca annesinin ceketi değildir. Ayaklarında da, annesinin, yüksek topukları kesilen ayakkabıları vardır..
   Alkolik olan baba erken yaşta öldüğü için öylesine yoksullardır ki, Sydney okuldan artakalan zamanlarında Londra'nın kırmızı otobüslerinde gazete satmak zorundadır. Bir gün, otobüsün üst katındaki boş bir koltukta bulduğu cüzdanın üstünü yolcular görmeden gazeteyle kapatır ve usulca cebine koyduktan sonra koşarak eve gelir. Annesi sinir nöbetlerinden birini geçiriyordur. Cüzdanın içindekileri yatağa boşaltır, fakat cüzdan hala ağırdır. Biraz daha kurcalayınca cüzdanın içindeki küçük bir gözde yedi tane altın lira bulur. Annesi bu işe çok sevinir ve önce çocuklarına güzel kıyafetler alır daha sonra da onları hafta sonunda tatile götürür. Sydney'in kardeşi o günü şöyle anımsayacaktır : 
"Denizi ilk kez görüyordum, hemen büyülendim. Parlak güneşin altında suya yaklaştığımda kocaman bir canavar kıvrılarak üzerime geliyor gibi bir duyguya kapılmıştım. Üçümüz de ayakkabılarımızı çıkarıp ayaklarımızı suya soktuk. Su bileklerimi ıslatıyor, ayaklarım yumuşak kuma gömülüyordu.."
   Yalnız Sydney mi, kardeşi de çalışmak zorundadır. Küçük çocuk barlarda nergis çiçeği satar, oduncuda kesilen odunları dizer. Annesinin eski giysilerini pazarda satmayı da dener ama sadece bir jartiyeri bedelinden çok daha az bir paraya satabilir ve tabii bunun için eve döndüğünde annesinden fırçayı yer..

     

   Küçük çocuk bir gün, Kensington'ın arka sokaklarında yaşlı bir adam ve oğluyla tanışır. Baba oğul, bir ayakkabıcıdan aldıkları eski ayakkabı kutuları, talaş, Noel kağıtları ve tutkalla oyuncak gemiler yapıp sokakta satarak geçiniyorlardır. Yoldan geçenlerin dikkatini çeken renkli ipler ve bayraklarla donatılmış oyuncak gemilerin çok sayıda alıcısı vardır. Bizim küçük kardeş, ayakkabı kutularından oyuncak yapımını öğrenmek arzusuyla babayla oğula yardım etmeye başlar. Onlar mahalleden taşınınca da bu işi evde kendi yapmaya karar verir. Bir hafta içinde yaptığı üç düzine gemiyi zorlanmadan satar satmasına ama zaten küçük olan evlerinde dikiş işleri yapan annesinin malzemelerinden yer bulamaması ve kazandığı paranın az olması nedeniyle çok sevdiği oyuncakçılık işine istemese de son verir..
   Annelerinin rahatsızlığı nedeniyle akıl hastanesine yatırıldığı dönemlerde evde birbirlerine sokularak uyuyan iki kardeşten küçük olanı, yıllar sonra çocukluk günleriyle ilgili şunları söyleyecektir :
"Yoksul mu yoksulduk. Küçük bir odada yaşıyorduk. Çoğu zaman yiyecek bir lokma ekmeğimiz olmazdı. Ayakkabılarımız da yoktu. Annem kimi kez potinlerini çıkarıp birimize giydirir, potinleri giyen de yoksullara dağıtılan çorbanın peşine düşer ve günlük tek aşımız olan çorbayı kapıp getirirdi.."
   Annesinin ayakkabısını giyen bir çocuğun adımları nasıldır ? Ayağından büyük olan ayakkabılar çıkmasın diye kısa ve çabuk çabuk !..

    

   Bizim kardeşlerin bir de büyükbabaları vardır. Ayakkabı tamircisi olan büyükbaba gut hastalığından dolayı elleri şişince, işini artık yapamaz olur. Zavallı kadın, akıl hastanesinde tedavi görmediği günlerde çocuklarını yanına alarak büyükbabanın evine gitmekte ve ona yardımcı olmaktadır. 
   Yoksulluk içinde geçen yılların ardından küçük kardeş, "yatağın altındaki farelere ayakkabılarını fırlatarak" geçirdiği on iki günlük bir gemi yolculuğuyla önce Kanada'ya, oradan da trenle New York'a ulaşır. Times Meydanı'nda tramvaydan indiğinde Amerika hakkındaki ilk izlenimleri şöyle olacaktır :
"Hemen hemen her köşede seyyar ayakkabı boyacılarının karşısına oturmuş kısa kollu gömlekler giyen insanlar büyük bir rahatlıkla ayakkabılarını boyatıyordu. İnsanda sanki giyinip kuşanmalarını sokakta tamamlıyorlarmış izlenimini bırakıyorlardı.."
   Aynı günlerde Amerikalı yönetmen Sennett, çekeceği otel sahnesini hazırlayan set işçilerini izlemektedir. Bu sırada ucunu koparmak için ısırdığı puro tütününün yapıştığı dudaklarından şu cümleler dökülür :"Bir komedi unsuruna ihtiyacımız var."  Bu sözden sonra Sennett, yaktığı purosundan derin bir nefes çekerek, kenarda keşfedilmeyi bekleyen oyuncu adaylarından birine döner ve "Komedi makyajı yap. Ne olursa olsun fark etmez," der.
   Genç adam, gardıroba doğru yürürken, böyle bir fırsatın bir daha eline geçmeyeceğini bilmektedir. Attığı her adımda, onlarca komik karakter gözünün önünden bir film şeridi gibi geçer... Bürüneceği karakter bir an önce zihninde oluşmalıdır, zamanı da çok azdır.. Oldukça bol bir pantolon bulacak, başına küçük bir şapka koyacak ve büyük ayakkabılar giyecektir. Gardırobun kapısını açtığında kararını vermiştir : "Üstümdeki her şeyin birbiriyle çelişkili olmasını istiyordum. Yani torba gibi bol pantolon giyerken ceketim bedenime sıkıca yapışacaktı, şapkam başıma küçükken ayakkabılarım ayağımdan fırlayacak kadar büyük olacaktı.."
   Yıllar geçtikten sonra o küçük çocuk, yani Charles Chaplin, sinema tarihinin en unutulmaz, en güzel komedi karakteri Şarlo ile annesinin ayakkabıları ayağından çıkmasın diye çorba almaya giderken attığı adımlarla bütün dünyayı güldürecektir, kısa ve çabuk çabuk..
    

   Moskova'da yayımlanan Pravda gazetesinde, 1923 yılında, "Chaplin, tartışılmaz yetenekte bir aktördür.." yorumu yer alır. Bunun üzerine FBI, Charles Chaplin'in Sovyetler Birliği lehine çalışan Israel Thonstein adlı bir Yahudi olduğunu kanıtlamak için didinip durur !..
   1940 yılında çevirdiği "Şarlo Diktatör" filmindeki şu sözleri işin tuzu biberi olur iyice :
"Askerler, bu vahşi adamlara adamayın kendinizi. Sizi hor görüyor, size köle gözüyle bakıyor, hayatınızla oynuyorlar. Davranışlarınıza, düşüncelerinize, duygularınıza hükmetmeye kalkıyorlar. Sizi hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp, aç bırakıp, topun ağzına sürüyorlar. Doğaya aykırı olan bu adamlara teslim etmeyin kendinizi. Bu makine gibi duygusuz, makineleşmiş adamlara !.. Sizler birer makine değilsiniz ! Sizler birer hayvan değilsiniz ! Yüreğinizde insan sevgisi taşıyorsunuz ! Nefrete kapılmayın. Ancak sevilmeyen kişiler nefret eder, sevilmeyenler ve anormal olanlar. Askerler, kölelik uğruna dövüşmeyin, özgürlük için dövüşün !.."



 





SUNAY AKIN'ın "Bir Çift Ayakkabı" adlı kitabından alınmıştır..


























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder