Dün, yani cuma günü, saat 11 civarı Beton Yol ile Askeri Hastane arasındaki Murat Reis Camii'nin önündeki aşırı hareketlilik, resmi araçların ve trafik araçlarının çokluğu dikkatimi çekti..Herhalde önemli birisinin cenazesi var diye düşündüm. Eve geldikten sonra öğrendim ki, çok sevdiğim gazeteci-yazar Yılmaz Özdil'in babasının cenazesiymiş..Allah rahmet eylesin.. Caminin sokağında yürürken düşündüm de ; insanın, hızla dönen yaşam çarkının dişlileri arasından sıyrılabildiği nadir anlar ya ağır bir hastalık ya da bir ölüm sırasında oluyor.. Yaşam esnasında her şeyi düzeltebilirmişiz gibi geliyor değil mi ? Bütün küslükleri bir gün bitirebilir, bütün gönülleri "şak" diye alabilir, bütün ertelenmiş dostlukları bir gün "hadi" deyip gerçekleştirebiliriz sanıyoruz değil mi ? Nasılsa daha zaman var, nasılsa daha bir yaşayacağız, nasılsa dünya küçük, nasılsa bir yerlerde karşılaşırız... Oluru varsa tesadüfler yaratır zaten öyle değil mi ? Nedir ki acelemiz ? Derken... Azrail giriveriyor araya.. Bütün planları bozar.. Barışamadan, dost olamadan gidiverir o.. Baka kalırsın. Elinde bir sürü söylenmemiş kelime.. "Bir dakika" dersin, "benim daha sahnem bile gelmedi, nereye ?".. Kalp kırdıysan bir özür dileyemediğine yanarsın.. Kalbin kırıldıysa bir sitem edemediğine..Öyle kalırsın.. "Neden daha önce gitmedim ona da, şu gönlümü al da dost olalım artık demedim" dersin.. Birden fark edersin.. Meğer o kadar zamanımız yokmuş.. Meğer bir ömür daha yaşamayacakmışız.. Meğer yolun sonuna gelinmiş.. Ertelemek.. Ah ne feci bir şey.. Bugün değil yarın ; yarın değil öbür gün ; Bu ay değil öbür ay ; Sonraki bayram.. Belki seneye.. Doğru değilmiş.. Yapmamak gerekirmiş.. Birisiyle dost olmak istiyorsan hemen olacaksın ; acele edecek ve hiç vakit kaybetmeyeceksin.. Kalbini kıran özür dilemiyorsa dilemesin ; sen istiyorsan dostluğun devam etmesini, o zaman git ona, konuş onunla.. Zaman hızla akıp gidiyor.. Bir "geri sayım" var. Kalan zamanı bizim göremediğimiz bir geri sayım.. Akıp gidiyor... Çok fazla işimize kaptırıyoruz kendimizi.. Çok fazla kendimize kaptırıyoruz kendimizi.. Çok fazla elimizdeki kolay mutluluklara kaptırıyoruz kendimizi.. Çok fazla endişemiz, korkumuz var.. Çok fazla gururumuz var.. Çok fazla "asla" larımız, çok fazla "hiç" lerimiz var.. Çok fazla tükürdüğümüzü yalayalım mı yalamayalım mı hesabı yapıyoruz.. Çok fazla vazgeçiyoruz.. Çok fazla düşünce okumaya çalışıyoruz.. Çok fazla okuyamadığımız düşüncelerin yerine kuruntu koyuyoruz.. Çok fazla sinirleniyor, çok fazla kin bağlıyoruz.. Her şeyden çok fazlamız var.. Safrayı o kadar basmışız ki, gemi artık hiç hareket etmiyor !.. Duruyor orta yerde .. Yalan hepsi bunların.. Ölüm var işte.. O yüzden, acele etmeli...
Şu anda öyle bir ruh hali içindeyim ki ; yalnızlığı buz tutmuş bir göl gibi hissediyorum çevremde.. Bu yaşamın kepazelik ve budalalığını, kaybedilmiş gençliğin acısının içimde alev alev tutuştuğunu hissediyorum. Canım acıyor kuşkusuz ; ama nihayet acıdır bu, nihayet utanç, nihayet işkence, nihayet yaşam, düşünme, bilinçtir. Ve nasıl olsa beklemediğim yanıt yerine yeni sorunlar çıkıyor karşıma.. Örneğin, gençliğimi en son ne zaman yaşadım ? En son aşık olmamın üzerinden ne kadar zaman geçti ?.. İlk defa aşık olduğumda, ansızın canlı bir dünyanın ortasında dikilmeye başlamıştım sanki !..Duygularım adeta değişikliğe uğramış, güçlenip canlanmışlardı..Ama bunun en çok gözlerimde ayrımına varıyordum. Nesnelere eskisinden bambaşka bakmaya başlamıştım. Daha aydınlık ve daha renkli bir bakıp görmeydi bu.. Sokaktaki evlerin bahçelerindeki, daha önce hiç dikkat etmediğim, çiçeklere bakmaya başlamıştım !. Eskiden hiç aldırış etmediğim pek çok ses dikkatimi çekmeye başlamıştı..Ağustos böceklerinin, kuşların sesleriydi bunlar ; rüzgarın ağaçların dalarında çıkardığı seslerdi.. Eskiden hiç değer vermediğim binlerce nesne, ansızın sevgimi kazanmış, önemli nesnelere dönüşmüşlerdi... Gençlik aşkları bana şunu öğretmişti : sevmek ve o sevgide kendini bulmak gerekirmiş.. Çoğunlukla sevgide kendimizi yitirmiştik oysa ki !.. Akıldan, iradeden yola çıkarak kim kimi sevmiştir ki ? Hayır !. Sevgi acıyla yaşanır ve ne kadar özveriyle yaşanırsa, o kadar güçlü kılar bizi... Ömer Hayyam ne güzel anlatmış : "Sevgili, seninle ben bir pergel gibiyiz : İki başımız var, bir tek bedenimiz. Ne kadar dönersem döneyim çevrende : Er geç baş başa verecek değil miyiz ?.. "
Çocukluğumuzun o altın günlerini neden hep özlemle anarız biliyor musunuz ? Çünkü o günler ; o kaygısız günler ; ağır, acı veren anılarla, geçmişin çöpleriyle yere çökmeden önceki günlerdir.. Gençliğimizdeki neşelilik ve karamsarlığa kapılmama hali ise, kısmen hayat tepesine tırmanıyor ve tepenin öte tarafındaki ölümü görmüyor olmamızdandır... Gençliğin bakış açısından bakıldığında hayat sonsuz derecede uzun bir yolculuktur. Yaşlılıktan bakıldığında ise çok kısa bir geçmişe benzer..Bir tekneyle sahilden uzaklaştığımızda kıyıdaki nesnelerin daha küçük, taşınması ve ayırt edilmesinin daha da zor hale gelmesi gibi, benzer olaylar ve etkinliklerle dolu geçmiş yıllarımızı da tanıyamayız. Hayat bir parça nakış işlemesine de benzetilebilir. Hayatının ilk yarısındaki herkes, işlemenin ön tarafını görür ; ikinci yarısındaki ise tersini.. İkincisi o kadar güzel değildir ama daha öğreticidir. Çünkü iplerin birbirine nasıl bağlandığını görmemizi sağlar.. Bu yazıyı okuyanların, hangi gruba girerlerse girsinler, aşağıdaki müziği beğeneceklerine inanıyorum.. Mutlu, sağlıklı ve aydınlık günler dilerim...
Yukarıdaki "kolaj"da ; Herman Hesse, Arthur Schopenhauer ve Vedii Yukaruç'a ait parçalar bulunmaktadır.
Osmanlı İmparatorluğu'nu sona erdiren siyasal süreç Milliyetçilik Akımları'dır. Aydınlanma'nın ve Endüstrileşme Süreci'nin doğal sonucu olan Milliyetçi Akımları Avrupa'da ortaya çıktığı için, ilk olarak Osmanlı'nın Batı ile yakın ilişkide bulunan Rumlar, Bulgarlar, Arnavutlar ve Ermeniler gibi cemaatlerini etkilemiştir. Bu etkileme, Osmanlı'yı paylaşmak isteyen İngiltere, Rusya, Fransa ve Almanya gibi büyük güçlerin de desteğiyle, bir süre sonra imparatorluk içindeki ayrılıkçı akımları doğuran son derece hızlı bir "uluslaşma süreci"ne dönüşmüş ve bu süreç imparatorluğun sonunu getirmiştir... Bu "etkileme süreci" bir yandan misyonerlik etkinlikleriyle sürdürülürken, öte yandan siyasal baskılarla da desteklenmiş, bütün Hıristiyan ögeler yavaş yavaş, önce özerk yapılara dönüştürülerek, sonra da bağımsızlıkları sağlanarak imparatorluktan koparılmıştır.
Bu dönem içinde, imparatorluğu paylaşmak isteyen Avrupalı devletlerin birbirleriyle rekabeti olayı hızlandırmış, bir süre sonra bunlara Amerika'nın da katılmasıyla ve bu ülkeden kaynaklanan misyonerlik etkilerinin de sahneye çıkmasıyla, "Hıristiyan cemaatlerin" uluslaşma ve imparatorluktan bağımsızlaşma süreci doruk noktasına çıkmıştır. Bu sürecin başaktörü de Ermeni Patrikliğidir. Gerek Rum gerekse Ermeni patriklerinin bu tür destekleyici eylemleri kendi inançları ve cemaatleri açısından son derece doğal bir nitelik taşıyordu. Özellikle 19. yüzyılda patriklerin, arkalarındaki büyük devletlerin de destekledikleri, bu tür eylemleri daha da işlevsel oluyordu. Örneğin Rum Patriği Grigorius, Eflak-Boğdan ve Mora isyanlarını planladığı için, 1821 yılında II. Mahmud tarafından Patrikhane kapısı önünde asılmıştır. Onun bu isyandaki rolü, Rus Elçisi Ignatiyef'in anılarında yayınladığı, Çar'a yazmış olduğu mektupla da belgelenmiştir. Örneğin Atatürk Nutuk'da, Rum silahlı örgütü Mavri Mira Cemiyeti'ne Ermeni Patriği Zaven Efendi'nin destek verdiğini belirtir.. Patriklerin rollerinin etkinleşmesiyle Ermeni milliyetçiliğine dayalı olarak her türlü yöntemi, bu arada özellikle şiddeti ve terörü kullanan Ermeni örgütlerinin ortaya çıkması 19. yüzyılın sonunda, birbirlerini destekleyen iki süreç niteliği kazanır. Bu örgütlerin en önemlilerinden biri 1887 yılında İsviçre'de Rusya kökenli Ermeni gençler tarafından kurulan Hınçak Komitesi'dir. Bir başka önemli Ermeni örgütü 1890'da Tiflis'te kurulan Ermeni İhtilalci Federasyonu ( Taşnaksütyun ) idi.. 1890 yılından itibaren Ermeni komitacıları Osmanlı topraklarında sayısız isyan çıkartmışlar, pek çok Türk ve Kürt'ü öldürmüşler, doğal olarak kendileri de epey kayıp vermişlerdir.. Kamuran Gürün, "Ermeni Dosyası" adlı kitabında ; 1895 yılı Eylül ve Aralık ayları arasında Osmanlı topraklarında 24 isyan olayı meydana geldiğini belirtir. Bunların çoğu da misyoner rahiplerce yönetilmiştir !.. Bu arada bütün bu isyanların ve cinayetlerin sonunda, Batılı devletlerin Osmanlı'ya baskısıyla, isyanların yoğun olduğu altı vilayette bir takım ıslahat önlemleri alınmasına karar verildi. Her valiye bir Ermeni yardımcının atanması, polislerin etnik nüfus oranına göre atanması gibi önlemleri içeren bir ıslahat programı, 1909 Adana ayaklanması üzerine uygulanamadı. Bu arada Ermeni teröristlerin 1896'da Galata'da Osmanlı Bankası'nı bastıklarını, pek çok kişiyi katlettiklerini, 1905 yılında Abdülhamid'e karşı seksen kiloluk bir bombayla suikast düzenlediklerini, 26 kişinin ölüp 58 kişinin de yaralandığını, padişahın sadece birkaç dakikalık bir gecikme dolayısıyla kıl payı kurtulduğunu da belirtmek gerekir .. Ermeni olayları, 24 Temmuz 1908'de ilan edilen II. Meşrutiyet'in topluma yayılan göreli özgürlük ortamında ve çöküşün hızlandığı bir süreçte yoğunlaşır. 13 Nisan 1909'daki, 31 Mart Olayı diye adlandırılan, gerici askerlerin ayaklanmasının ertesi günü Ermeniler, 1895 olaylarının intikamını almak için Adana İsyanını başlattılar. Bu olayların sonunda iki bine yakın Türk ve Kürt, on yedi bin kadar da Ermeni öldü.. Ermenilerin en büyük umudu, Osmanlı İmparatorluğu'nun bir savaşa girmesiydi. Kasım 1914'de bu dilekleri Osmanlı'nın I. Dünya Savaşı'na girmesiyle gerçekleşti de.. Bekledikleri fırsatın ortaya çıktığını düşünüyorlardı ve bunda da haklıydılar..
Gelelim tehcir olayındaki kayıplar konusuna.. Ermenileri destekleyen Batı kaynakları, abartılmış sayılarla 1,5 milyon Ermeni'nin öldüğünü öne sürmektedirler. Büyük olasılıkla bu sayı, Batılı araştırmacıların imparatorlukta yaşayan toplam Ermeni nüfusu için verdikleri sayıdan kaynaklanıyordur .. Bu nüfus, bütün ciddi araştırmacıların yapıtlarında ve Encyclopedia Britannica'nın 1910 baskısında 1,5 milyon olarak gösterilir. Daha sonra aynı ansiklopedinin 1953 baskısında bu sayı 2,5 milyona yükseltilmiştir !.. 1910 baskısındaki maddeyi yazan bir İngiliz, 1953 baskısındaki maddeyi yazan ise bir Ermeni'dir !.. Bu iddialara karşılık, 11 Aralık 1918'de, Sevr Antlaşması müzakerelerinde, Ermeni Heyeti Başkanı olan Boğos Nubar Paşa, Fransız Dışişleri Bakanlığına verdiği bir raporda, tehcir edilen Ermenilerin sayısının altı yüz- yedi yüz bin olduğunu ve bunların üç yüz doksan bin kadarının da yardıma muhtaç durumda olduğunu belirtir..
Bu arada, Ermenilerin katlettiği Talat Paşa anılarında şunlardan bahseder : "Taşnak Komitesi'nin tanınmış üyelerine ve dostum Erzurum milletvekili Vartkes Efendi'ye, bunlardan vazgeçmelerini, aksi takdirde çok şiddetli tedbirlerle karşılaşacaklarını bildirdim"... Tehcir kanunu hakkında da şunları söyler : "Birçok acı durumlar göstermiştir ki Hıristiyanların Müslümanlara yaptıkları zulümler, Avrupa'da büyük bir hoşgörüyle, sessiz karşılandığı halde, Müslümanların en ufak bir hareketi gereğinden de fazla büyütülüyordu." Tehcire Erzurum'dan başlanır. Vali Tahsin Bey İçişleri Bakanlığı'na durumu bildirir, Talat Paşa olayı şöyle anlatır : "Ermenilerin tehcir sırasında Kürtlerin saldırılarına uğradıklarını bildirdi. Valiyi telgraf başına çağırarak, yardım için orduya başvurmasını ve saldıranları da şiddetle cezalandırmasını emrettim".. BDP Muş Milletvekili Sırrı Sakık'a göre, Türkler, soykırımdan suçludurlar !.. Yüksek bilgilerine !.. Talat Paşa tehcir olayını şöyle noktalar : "Gerek göç ettirmeler, gerek isyan yüzünden Ermeniler çok kayıp vermişlerdir. Bunu itiraf etmek gerekir. Ancak doğu illerindeki Müslümanların da, Ermeni vatandaşlarımız yüzünden aynı oranda kayıplara uğradıkları da bir olgudur. Rusların Van'ı, Bitlis'i, Muş'u ve Erzurum'u işgali sırasında bizzat Ermenilerin yaptığı ve Ruslar tarafından itiraf olunan zulüm ve cinayetler o derece vahşice işlenmiştir ki (...) Göçen altı yüz bin Müslüman ölmüştür.."
Kurtuluş Savaşı nedeniyle Anadolu'da bir Ermeni devleti kuramayan Ermenilerin, iyi örgütlenmiş ve Batılıların da desteğini alan komitacıları 15 Mart 1921'de, Berlin'de Talat Paşa'yı ; 6 Aralık 1921'de, Roma'da Sait Halim Paşa'yı ; 22 Temmuz 1922'de, Tiflis'de Cemal Paşa ve yaverlerini öldürdüler.. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu sırasında Lozan'da, İsmet Paşa'ya suikast yapmak isteyen ve daha sonra Mustafa Kemal'e suikast girişimini planlama aşamasında yakalanan Ermeni eylemcileri, 1945 yılına kadar bir sessizlik dönemine girdiler. 1945'deki bireysel bir-iki girişimin dışında, 1960'ların ortasına kadar süren bu sessizlik, "soykırımın ellinci yılı" dedikleri 1965 öncesinde yeniden tırmanmaya başladı. Özellikle Amerika'da ve Fransa'da tırmanan bu örgütlü etkinlikler, 1970'li yılların başından itibaren doğrudan cinayetlere dönüştü.. 27 Ocak 1973 ile 19 Kasım 1984 tarihleri arasında, yirmi dört ayrı olayda, otuzu aşkın dışişleri mensubunu şehit ettiler.. Bu cinayet listesi, gerek soykırım iddialarını öne sürenlerin, gerekse onlara destek veren Batı devletlerinin dayandıkları insani ya da hukuki gerekçelere yeterli kanıt oluşturmaktadır.. Bugün soykırım iddiaları olarak karşımıza çıkan olay, Anadolu'nun paylaşılmasına ilişkin tarihsel hesaplaşmanın, günümüzde de sürdürülmek istenmesinden başka bir şey değildir !... Dünya karşımıza geçmiş, Türk halkının sorumlu olmadığı bir olaydan dolayı özür dilemesini bekliyor.. Biz daha dün otuz dört diplomatımızı katleden ASALA örgütünü gündeme getirmiyoruz. Ermenistan'ın bu örgütü neden yargılamadığını sormuyoruz. Şehit diplomatlarımız için Ankara'ya bir anıt dikmiyoruz.. Türkiye'de geçen hafta sonu yapılan büyükelçiler toplantısına İsviçre Dışişleri Bakanı Micheline Calmy Rey'i konuşmacı olarak davet etti.. Bu zat, Ermeni soykırımını ilk tanıyan Cenevre Kantonu Başkanı !.. Ulusal duyarlılığımız dibe vurmuşsa golleri de peş peşe yemekten başka çaremiz yok demektir...
Ermeniler, Osmanlı İmparatorluğu'nun Anadolu'ya egemen olmasından sonra, bu imparatorluk içinde mutlu ve uyumlu bir yaşam sürmüşlerdir. Mezhep farklılıklarından dolayı, Batılı ülkelerden değil, Ruslardan büyük yakınlık görmüşlerdir. 1669 yılında Kiev Prensi Alexander'ın Polonyalılarla yaptığı savaşta Rusların yanında yer alarak, Ermeni-Rus işbirliğinin temellerini atmışlardır. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı-Ermeni ilişkilerinde bir dönüm noktasıdır. Bugüne "Ermeni Sorunu" olarak yansıyan bir sürecin hukuksal ve siyasal temelleri atılıyordu : Antlaşmanın 7. maddesi uyarınca Rusya, Osmanlı topraklarındaki Hıristiyan tebaanın koruyuculuğunu üstleniyordu. Bu husus o kadar önemliydi ki ve Rusya tarafından öylesine etkili kullanıldı ki, sonunda diğer Avrupalı devletler Rusya'ya müdahale etmek zorunda kalarak Kırım Savaşı'nı çıkartıp Osmanlı'ya destek vererek, 1856 Paris Antlaşması ile, Rusya'nın bu imtiyazını kaldırdılar. Böylece Ermeni tebaa bütün Avrupa'nın koruması altına ve de kışkırtma alanına alındı.. Bizim okul kitaplarımız da Kırım Savaşı'nın ; Osmanlı'yı büyük Avrupa devletleri arasına sokan bir zafer olduğunu yazıp dururlar !.. Halbuki bu savaş için yapılan borçlanma sonucunda, 1881 yılında, Düyun-u Umumiye'nin ilanı yapılmış yani kısacası yıkılış sürecimiz başlamıştır.. Türkiye sınırına 23 kilometre mesafedeki Erivan, tarih boyunca Osmanlılar ile İran arasında el değiştirip durmuş ve 1828 yılında Rus Çarı'nın fermanıyla Ermeni eyaleti olarak ilan edilmiştir. 1829'da geçici olarak kurulan Rus askeri yönetiminin merkezi yapıldı. 1850'de yine Ruslar tarafından , askeri bir valinin yönettiği Erivan Vilayeti kuruldu. Yüzölçümü 27.366 kilometrekare, çoğunluğu Müslüman olan nüfusu ise 667.000 kişi idi... Erivan kentinin nüfusu ise, 1897 yılında yapılan sayıma göre 29.000 kişiydi ve % 52'si Türk'tü. Bu oran 1905 yılından itibaren, Ermeni terörü sonucunda sürekli azalmış, bu nedenle kentin nüfusu da I. Dünya Savaşı sonuna kadar ciddi bir artış göstermemiştir. I. Dünya Savaşı'ndaki muharebeler, çete savaşları ve Sovyet Devrimi sırasında Rus kuvvetlerinin boşalttıkları yerleri işgal etmeye çalışan Ermenilerin saldırıları sonunda, bölgedeki Türk nüfusu sürekli olarak erimiş, daha doğrusu eritilmiştir.. 1918 yılı Nisan ayında Rusya'dan ayrılan Güney Kafkasya, bir ay sonra, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'dan oluşan üç bağımsız cumhuriyete dönüştü. Erivan da bu süreçte Ermenistan'a dahil oldu. Erivan Vilayetindeki Türkler bir süre, merkezi Nahcivan'da bulunan Aras-Türk Cumhuriyeti ve Güneybatı Kafkasya Türk Cumhuriyeti ile birlikte direnmişler fakat sonunda Ermeni saldırılarına dayanamayarak bulundukları bölgelerden kaçmışlardır.. 1920'de Kazım Karabekir komutasındaki Büyük Millet Meclisi Orduları, Kars ve Gümrü'yü almış, Ermenilerle 3 Aralık'ta Gümrü Antlaşması imzalanarak, Erivan Türklerinin mübadele yoluyla Türkiye'ye gitmelerine izin verilmiştir. Bu antlaşmanın 10. maddesiyle de Ermenistan, Sevr Antlaşması ile kendisine verilen Doğu Anadolu'daki topraklardan vazgeçiyordu.. 18. maddeye göre, Gümrü Antlaşması TBMM ile Ermenistan Taşnak Hükumetlerince onaylanacaktı. Ama antlaşmanın imzasından bir gün sonra Ermenistan, Kızılordu denetimine girdi.. Sonunda 16 Mart 1921'de imzalanan Sovyet-Türk Moskova Antlaşmasıyla Türk-Ermeni sınırı çizildi. Bu durum 13 Ekim 1921'de Ermenistan, Azebaycan ve Gürcüstan Sovyet hükumetleriyle imzalanan Kars Antlaşması ile onaylandı. Bütün bu olaylardan sonra, 1932 yılında, Erivan kentinin yüz bini aşan nüfusu içinde Türklerin oranı % 6,3'e düşmüş bulunuyordu !.
Bu arada tarihimizde fazla bilinmeyen bir olaydan bahsetmek istiyorum.. Birinci Dünya Savaşı sıralarında İtilaf Devletlerinin eline Osmanlı'yı içten yıkmak için kesin bir fırsat geçmişti, ama bu fırsatı kendilerine sunan Cemal Paşa'yı bilerek görmezden geldiler.. İttihatçıların içinde yalnızca Cemal Paşa, olaylardan uzak kalmaya dikkat etmişti. 1915 başlarında Süveyş'te yenildikten sonra Şam'a yerleşmiş ve Büyük Suriye'yi ( şimdiki Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ) kendi özel mülkü gibi yönetmeye başlamıştı. 1915'de, İtilaf Devletlerinin yardımıyla Osmanlı tahtını ele geçirmeyi önermiştir !.. Önerilerini başlıca politik Ermeni cemiyeti olan Taşnak temsilcileriyle aracılığıyla ileten Cemal Paşa, Ermeni sorununu çözmenin önemli bir müttefik hedefi olduğu gibi yanlış bir varsayımdan hareket etmiştir. İtilaf Devletleri nezdinde Taşnak temsilcisi olan Dr. Zavriev 1915 Aralık ayında Rus Hükumetine Cemal Paşa' nın Osmanlı Hükumetini devirmeye hazır olduğunu bildiriyordu. O sırada İtilafçılar da Gelibolu'yu boşaltmaya başlamışlardı. Cemal Paşa'nın, Rus Dışişleri Bakanı Sazanov tarafından açıklanan koşulları özgür ve bağımsız bir Asya Türkiyesi öngörüyordu. Bu ülke ; Suriye, Mezopotamya, Hıristiyan Ermenistan, Kilikya ve Kürdistan özerk bölgelerini içerecek ve başında sultan olarak Cemal Paşa bulunacaktı !.. Cemal Paşa Rusların İstanbul ve Çanakkale'yi istemelerini peşin olarak kabul ediyordu. Ermeni sorununu çözmek için gerekli adımları hemen atacaktı. İtilaf Devletlerinin yardımıyla İstanbul üzerine yürüyüp Sultan ve hükumeti devirecekti ; buna karşılık olarak savaştan sonra ülkesini yeniden diriltmek için mali yardım istiyordu. Ruslar bu teklifi kabul etmeyi önerdiler. Sazanov, müttefiklerin de buna razı olacağından emindi. Ancak Fransa 1916 Mart ayında teklifi reddederek şimdiki Türkiye'nin güneyi olan Kilikya ile Büyük Suriye'yi istedi. İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey de, İngiltere'nin müttefiklerine vadettiği Asya Türkiyesi topraklarından vazgeçmek söz konusu olacaksa, düşman hatları gerisindeki isyanı özendirmekte yarar görmüyor gibiydi.. Bu işte sadece, İstanbul'u daha erkenden ve kesinlikle alacak olan Ruslar kazançlı çıkacaklardı .. Cemal Paşa'nın teklifi müttefikler için büyük fırsattı ; ama bunu değerlendiremediler. Enver ile Talat, Cemal'in düşmanla olan bu gizli yazışmasından haberdar olmadılar ve Cemal de onların safında İtilaf Devletlerine karşı savaşa devam etti !.. O dönemlerde Ermeni kadınların, boyunlarındaki madalyonlar içinde resmini taşıdıkları Cemal Paşa, kadere bakın ki, altı yıl sonra Ermeni teröristler tarafından Tiflis'de öldürülecekti !..
"Ermeni Sorunu" konusundaki anahtar sözcük, "Soykırım" terimidir. "Soykırım" terimi, Faşist Almanya'nın İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere uyguladığı katliamın özel adıdır. Uluslararası bir antlaşmayla, uluslararası bir suç olarak tarif ve kabul edilmiştir. Türkiye de bu antlaşmaya imza koymuştur. "Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi", BM Genel Kurulu'nun 9 Aralık 1948 tarihli ve 260 A ( III ) sayılı kararıyla onaylanarak imzaya açılmıştır. Türkiye bu sözleşmeyi 23 Mart 1950 tarih, 5630 sayılı kanunla (hiçbir çekince koymaksızın) onaylamıştır. Sözleşmeye göre, bu suçun işlenmesi için "bir insan grubunu imha niyeti" esastır. Ek olarak, bu suçun işlenmesi için nesnel açıdan "bir planın icrası" söz konusu olmalıdır. Kısaca belirtmek gerekirse, asıl sorun, Türklerin ve Kürtlerin Ermenileri katledip katletmedikleri değil, bu katliamın bir "soykırım" niteliği taşıyıp taşımadığıdır. Yukarıda bahsettiğimiz BM kararına göre, bir katliamın "soykırım" olarak tanımlanması için şu üç temel koşulun bir arada bulunması gereklidir : 1. Katliamın resmi devlet politikası olarak yapılması, 2. Bu katliamın tek bir yerde değil, tüm ülkede uygulanması, 3. Katliamın bir defa değil, sürekli olarak yapılması. Görüldüğü gibi, yabancı dilde "Genocide" terimiyle ifade edilen "soykırım" suçu, özel olarak tanımlanmış bir eylemdir. "Soykırım" terimi, bir suç olarak Rafael Lempkin'in 1944 yılında, "Axis Rule in Occupied Europe" adlı kitabında yaptığı bir öneriyle belirlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Nazi suçlularının yargılandığı uluslararası Nürnberg Mahkemesi'nde ilk kez ceza hukuku kuralı olarak uygulanmıştır. Soykırım, insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak kabul edilir.. "Tehcir", Arapça "göç" anlamını taşıyan "hicret" sözcüğünden gelir, "göç ettirme" demektir.. Bugünkü Türkçe ile "sürgün" de, bu kavramı karşılayan bir sözcük olabilir.. "Ermeni Tehciri" ile kastedilen olay, I. Dünya Savaşı sırasında, Osmanlı İmparatorluğu'nun savaş halinde olduğu Çarlık Rusyası ile işbirliği halinde isyana ve savaşa başlayan, Türklere ve Kürtlere karşı katliama girişen Ermenilerin, Doğu Cephesinde savaşan orduyu arkadan vurmalarını önlemek için, güneye, Suriye tarafına sürülmeleri harekatıdır..
Hem Milliyetçilik Akımları'nın hem de Avrupa'nın Osmanlı'yı paylaşma çabalarının etkisiyle Ermeniler, uzun bir süredir isyan ve bağımsızlık hazırlığı içindeyken I. Dünya Savaşı patladı. Taşnak liderliği altında hem örgütlenme hem de silahlanma açısından çok güçlenen Ermeniler, Kasım 1914'de Rusya ile savaş başlayınca, Ruslarla işbirliği halinde eyleme geçtiler. Türkleri ve Kürtleri öldürmeye başladılar. Bu arada Rus ordusu içinde Ermeni alayları da kurulmuştu. Ermeniler, Osmanlı topraklarında yürüttükleri çete harbine ek olarak, Rus üniforması altında, Osmanlı'ya karşı resmen savaşmaya da başlamışlardı..
Hırslı ama yeteneksiz Başkomutan Enver Paşa, seksen bine yakın askeri Allahuekber Dağları'nda gömdükten ve cephe çöktükten sonra Bitlis, Halep, Dörtyol ve Kayseri'de Ermeni ayaklanmaları başlamıştı. Van, Bitlis ve Diyarbakır gibi yerlerdeki Ermeni nüfusu da Osmanlı ordusunu arkadan vuracak bir örgütlenme ve ayaklanma içindeydi. Sadece Ruslar değil, İngilizler ve Fransızlar da Ermeni nüfusun örgütlenmesini ve ayaklanmasını destekliyordu. Nedense yabancı kaynaklar bunlardan fazla bahsetmiyorlar !.. Ruslarla savaşta olan Osmanlı, artık cephe gerisindeki Ermeni isyanıyla da boğuşmak zorundaydı. Bu ortamda her iki taraf da, karşılıklı bir katliama girişmişlerdir.. Ermeniler 1915 Nisan ayında Van'ı ele geçirdikleri zaman binlerce Türk ve Kürt'ü öldürürler. Sonra Rus birlikleri kente girer ve katliam devam eder. Ermeni isyanı iyice yaygınlaşmış, Bayburt, Erzurum ve Diyarbakır'ı da etkisi altına almıştır.. İşte Ermenilerin her yıl andıkları 24 Nisan 1915 tarihindeki tehcir kararı, bu ortam içinde alınır.. 16-55 yaş arasındaki Ermeni nüfusun Suriye'ye sürülmesi başlar.. Her ne kadar hükumet bildirilerinde, sürülen Ermeni nüfusun can ve mal güvenliğinin sağlanması için pek çok ayrıntılı emir ve kural yayınlanmışsa da, sürgün maalesef bir katliama dönüşür.. Zaten savaş koşulları içindeki yoksul ülkede kimi zaman ekmek ve su bulmak bile bir sorun olmaktadır. Dönemin koşulları sürgünün tam bir denetim ve eşgüdüm içinde olmasına izin vermediği gibi ; doğa koşulları, hastalık gibi unsurlar da bu katliamın sonuçlarını daha da vahim hale getirir. Türk ve Kürt çeteler, asker kaçakları da bu katliama katılır. Binlerce Ermeni yaşamını yitirir.. Osmanlılar, I. Dünya Savaşı'nda yenildikten sonra, tehcirden sorumlu bin dört yüze yakın memur, İngilizlerin ve Fransızların baskısıyla kurulan Divan-ı Harp'te yargılanmış, pek çok kişi hapis cezası almış, kırk kişi de idam edilmiştir.. Yani hesaplaşma hemen başlamış, suçlu bulunanlar hemen cezalandırılmıştır. Müttefikler bununla yetinmez, sorumlu tuttukları pek çok üst düzey asker, sivil yönetici, gazeteci ve aydını Malta'ya sürerler. İstanbul işgal altındadır, her şey ellerindedir. İngiliz Yüksek Komiserliği suç delillerini ve iddianameyi, delil olarak Londra'ya gönderir. Bu suç delilleri ; İstanbul'daki Ermeni Patrikhanesi raporları ve İttihatçılara karşı olan "besleme" gazetelerdeki haber ve yazılardır. Bunların tarafsız ve dürüst bir mahkemede kanıt olarak değerlendirilmesi olanaksızdır. Çünkü İngiliz İmparatorluğu hukukla siyaseti karıştırmayacak ciddi bir devlettir.. Bunun üzerine İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, A.B.D' deki İngiliz büyükelçisine mektup göndererek "Ermenilere yapılan zulmü ispatlayacak belge" ister ; herhalde bu belgeler A.B.D devlet arşivinde vardır.. Elçiden cevap gelir : "Üzülerek arz edeyim ki, bu belgelerin içinde yargılanmak üzere, tutuklu bulunan Türklere karşı delil olarak kullanılabilecek hiçbir şey yoktur.." Böylece Malta sürgünleri haklarında somut delil bulunamadığından serbest bırakılırlar.. Hukuk profesörü Şeref Ünal diyor ki : "Devletimiz, Osmanlı İmparatorluğu'ndan kalma bir alışkanlıkla fütursuzca sürdürülen bu tür düşmanca itham ve müdahalelere karşı etkin bir tez ve mücadele yöntemi geliştirememiş ve ümitsizce kendini savunmaya çalışmıştır. Bu tutumun bir sonucu olarak Ermeni olayları usuller arası siyasetin kirli çıkar platformuna çekilmiş ve asılsız soykırım iddiası dünya kamuoyunda aksinin kanıtlanması mümkün olmayan ve buna kalkışanların cezalandırıldığı bir dogma haline getirilmiştir."...
1914 yılında Büyük Britanya, Osmanlı'ya savaş ilan edince, Halife Sultan Reşad da dünya Müslümanlarına cihat çağrısı yapmıştı. Bu çağrı okyanusları aşarak, Avustralya'da Broken Hill kasabasında 40 yaşındaki dondurmacı Gül Muhammed ile 60 yaşındaki kasap Molla Abdullah'a kadar ulaştı.. İkisi de Avustralya'ya İngiliz Hindistanı'nın kuzeybatısından (bugünkü Pakistan) göçmüştü. Renkleri ve dinleri nedeniyle dışlandıkları için öfkeliydiler. Avustralyalılar askere yazılırken, onlar da savaşmak üzere memlekete dönmek istemiş ama kendilerine bunun mümkün olmadığı söylenmişti.. İşte bunun üzerine onlar da Avustralya' ya cihat açtılar !.. 1 Ocak 1915 Cuma günü sabahı, Anzaklar'ın Çanakkale'ye çıkarma yapmalarından yaklaşık dört ay önce, tüfeklerini ve dua kitaplarını boyunlarına asıp tren yolunda bir tepeye Osmanlı bayrağı çektiler.. Pikniğe giden sivillerle hınca hınç dolu bir tren Broken Hill Boğazı'na geldiğinde, makinist yolun bir arabayla kesilmiş olduğunu görür ve durur. Arabanın üstündeki ay yıldızlı bayrağın ne anlama geldiğini düşünürken de büyük bir domdom kurşunu yağmuru başlar. Makinist, treni geriye doğru ağır ağır hareket ettirirken vagonlardan insan iniltileri gelmektedir.
Olay yerine gelen polis kuvvetlerinin üstlerine açılan ateşin şiddetinden, geçidin en az bir bölük asker tarafından tutulduğu düşüncesine varılır. Takviye olarak gönderilen eyalet kuvvetleri de bir sonuç alamayınca, askeri birlikler "dondurmacı" ve "kasap"tan oluşan orduya karşı savaşmak üzere yola çıkarlar !.. Silahlar sustuğunda, Avustralya askerleri büyük bir dikkatle yukarı doğru tırmanmaya başlarlar. Bir askerin ayağının altından yuvarlanan taşların çıkardığı ses üzerine hepsi yere kapaklanırlar !.. Dakikalar süren sessizlikten sonra yeniden tırmanış başlar. Yukarıda iki cansız bedeni, kurşunsuz tüfeklerine sımsıkı sarılmış bir halde bulurlar. "Diğerleri kaçmış" denilerek büyük bir arama başlatılır bölgede. Ordu, iki insan tarafından durdurulduğuna inanamaz bir türlü. İki sivilin ölümü, yedi sivilin de yaralanmasıyla sonuçlanan bu direniş, Avustralya Resmi Harp Tarihi'ne "Broken Hill Savaşı" olarak geçer !..
Olay yerinde Molla Abdullah'ın bıraktığı Urduca notta şu cümle yazılıdır : "Bunu yaptık, çünkü halkınız ülkemizle savaşıyor".. Saldırı gecesi öfkeli Avustralyalılar, intikam için saldıracak yer bulamayınca Osmanlı'nın müttefiki Almanların kasabadaki kulübünü basıp milliyetçi marşlar eşliğinde ateşe verdi..
Gazeteler, Osmanlı tebaası olan herkesi Türk sandıklarından, "İki Türk'ün Katliam Ateşi" başlıklarıyla çıktılar.... Bölgedeki Müslümanlar öyle korktular ki, dindaşlarının cenazelerini kaldırmaya yanaşmadılar. Cesetler çevrede belirsiz bir yere gömüldüler... Olaydan sonra yükselen milliyetçi duygular, çok sayıda gencin savaşmak üzere orduya katılmasına neden oldu. Muhammed ve Abdullah'ın ay yıldızlı bayrağı, dua kitapları ve tüfekleri, Sidney'deki Polis Müzesi'ndedir..
Aztek inanışına göre ilk güneşi sel götürür ve dünyadaki her şey balığa dönüşür.. İkinci güneşi kaplanlar yer, üçüncüsünü ateşten yağmur yok eder. Dördüncü güneşi ise fırtına siler ve o esnada insanlar maymuna dönüşüp dağlara kaçarlar !.. Tanrılar bunun üzerine, günü aydınlatma görevini kimin yerine getireceğine karar vermek için bir toplantı yaparlar. Denizkabukları Tanrısı gönüllü olarak ortaya atlar ama başka birinin daha göreve talip olmasını isterler. Kimseden ses çıkmayınca da, en çirkinleri olan kambur, irinli ve frengili Tanrı'nın aday olmasına karar verirler. Yakılan ateşe hiç düşünmeden kendini atar çirkin Tanrı.. Denizkabukları Tanrısı ise tereddüt eder, ateşin yanında duraksar.. Bu yüzden Tanrılar onu ateşe atmaya karar verirler. Frengili Tanrı güneşe dönüşür ve kana, güce gereksinimi olduğu için adaklar sunulur ona.. Denizkabukları Tanrısı'nın yüzüne bir tavşanla vurula vurula parlaklığı söndürülür. Aztekler, Ay'ın üstündeki lekelerin, dayaktan kalma izler olduğuna inanırlar !...
Navajolar
Ay'a insan göndermek üzere kolları sıvayan NASA,1966'da planlanan çalışmalar doğrultusunda astronotları, Navajo Kızılderililerine ayrılan rezervasyon topraklarında eğitmeye başlar.Bu yerin seçilmesinin nedeni, o bölgenin yüzey şekillerinin Ay'la çok benzemesidir. Yani kısacası, Kızılderililere öyle bir yer verilmiştir ki, orada da tıpkı Ay'da olduğu gibi hayat yoktur !.. Uzay giysileri giymiş astronotlara Ay'a indiklerinde neler yapacakları anlatılırken, yaşlı bir Kızılderili de yanında bir çocukla birlikte her gün onları izlemektedir. Birkaç gün sonra çocuk yanlarına gelir ve : "Beni babam gönderdi. O, Beyaz Adamın dilini bilmiyor. Babam, bu garip aletler ve giysilerle burada ne yaptığınızı soruyor.." der.. Bir NASA yetkilisi, Ay'a gitmek üzere olduklarını, bunun için astronotları eğittiklerini anlatır. Çocuk bunları babasına aktarınca, yaşlı Kızılderili hemen yanlarına gelir ve Navajo dilinde, nefes nefese bir şeyler söyler. Çocuk, Beyaz Adam'ın Ay'a gideceğini duyunca babasının çok heyecanlandığını ve Ay'a bir mesajı olduğunu, bu mesajı da yanlarında götürüp götüremeyeceğini sorduğunu anlatır.. Günlerdir güneş altında ciddi bir şekilde çalışmaktan sıkılan biliminsanları bir teyp uzatırlar ve : "Babana söyle, mesajını bu teybe söylesin. Söz, giderken yanımızda götüreceğiz" derler.. Kızılderili, oğlunun Beyaz Adam'ın sözlerini ona tercüme etmesinden sonra teybe bir şeyler söyler sonra da kızgın adımlarla uzaklaşır oradan ; çocuk da babasının peşinden... NASA ekibindeki herkesin ortak merakı şudur : Teypteki sözler ne anlama gelmektedir ?.. Bir Kızılderili'nin Ay'a gönderdiği mesaj ne olabilir ki ?.. Ertesi gün Kızılderili çocuk da, babası da çalışma alanına gelmez !. Teypteki mesajı merak eden astronot adayları yakınlardaki Navajo köyüne giderler ve İngilizce bilen bir başka Kızılderili'den mesajın anlamını öğrenirler : "Bu adamlara dikkat edin ! Topraklarınızı almaya geliyorlar !.."
Amerika ; topraklarını ellerinden aldığı, dillerini ve dinlerini değiştirmeye zorladığı, okullarda Kızılderili dilini yasakladığı halde yine de gün gelmiş onlara muhtaç kalmıştı !.. İkinci Dünya Savaşı sırasında A.B.D., Pearl Harbor baskınından sonra, Almanya ve İtalya'nın da yenilmeye başlamasıyla köşeye sıkışan Japonya'ya bir türlü etkili hava saldırıları yapamamaktadır. Çünkü Japonlar telsiz konuşmalarındaki tüm şifreleri çözmektedirler. Amerika bunun üzerine bir yol bulur : Anlaşılması son derece güç bir dil konuşan Navajoları askere alıp, telsizlerin başına oturtmak !.. Toplama kamplarından apar topar getirilen dört yüz Kızılderili'ye, üstlerinde "Navajo Şifre Konuşucuları" yazan bereler giydirilir. 1492 yılından beri sayısız katliam yapan Beyaz Adam, tarihte ilk kez, Japonların eline esir düşmemeleri için, Kızılderilileri koruma görevini üstlenir !.. Toplu gömülen 150 Sioux
Beyaz Adam'ın Amerika'da yayılmaya başladığı ilk yıllarda, bir Kızılderili, avladığı hayvanların kürklerini getirdiği pazar yerinde öldürülür. Kızılderililer, kürkleri çalınan yerlinin öldürülmesine bir anlam veremezler. Beyaz Adam bunu neden yapmıştır ki ?.. O zaten, kürkleri Beyaz Adam'a vermek için gelmiştir pazar yerine ! Pazar yeri Kızılderililer tarafından lanetlenir ve oraya "Büyük Sarhoşun Yeri" adı verilir. Kızılderili dilinde o yerin adı, 11 Eylül günü yıkılan Dünya Ticaret Merkezi'nin bulunduğu "Manhattan" dır !...
Yaşlı Kızılderili çadırının önünde oturmuş, birbiriyle dalaşan iki köpeğini izlemektedir. Yanına gelen küçük torununa, "bak oğlum" der, "şu köpeklerin beyaz olanının adı İyilik, siyah olanının ise Kötülük'tür". Çocuk, köpeklerden hangisinin kazanacağını sorunca da, şöyle yanıtlar : "Ben hangisini beslersem o kazanır !.."
Barış, insanlığa yakışan tek elbisedir. Düğmeleri çoktur ; demokrasi, insan hakları, eşitlik, kardeşlik.. Bu yüzden bir gecelik gibi kolayca sıyrılamaz insan bedeninden !.. Bir ara barış ve demokrasi havarisi kesilen ve bu elbiseyi giyen Amerika, 11 Eylül saldırısından sonra çıkarır bu barış kostümünü ; hem de düğmelerini kopartarak !.. Kore, Vietnam ve Körfez savaşlarında desteği alınamayan Amerikan halkı, 1941'de Pearl Harbor'un bombalanmasından sonra ikinci kez savaş politikasına "evet" demektedir... Ne de olsa A.B.D'nin Afganistan' daki memuru olan Usame bin Ladin sayesinde Asya kökenli ve Müslüman olan herkese "terörist" gözüyle bakılması sağlanmış, Amerika'nın taşeronları olan şeriatçı örgütler de buna çanak tutmuşlardır. Bush'un sözcük olarak Türkçe karşılığı "çalı"dır. Ladin de "çalı" demektir !.. 2000'li yılların başlarında insanlık çalı çırpı arasında kalmıştır anlayacağınız !.. Ve biz, çalılıkların arasında çömelip ne yapılacağını çok iyi bilen bir milletiz !.. "Komünizm" tehdit değil artık ; tek başına "terörizm" de değil !. Yeni tehdit, Globalizm sonrası dünyanın arka bahçesinde birilerinin ; derin dışlanmışlık duygusu ve eşitsizlik kaygısıyla çıkartacağı kanlı isyan dalgasıdır.. Çok sevdiğim Can Dündar, 2001 yılında yapmış bu tespiti, ne kadar isabetli değil mi ?.. 1980'lerde Ruslar, komünist Afgan hükumetini devirmeye kalkanlara "terörist" diyordu ; onların terörist saydıklarının Batı medyasındaki adı ise "Afgan Mücahidi" idi... İsrail'li Şaron, "Şatile Katliamcısı" iken, Başbakan olmadı mı ?.. Güney Afrika'da "terörist" Mandela, devlet başkanı olmadı mı ?.. Nikaragua'da Sandinist gerillalar, diktatör Somoza'yı devirip bir gecede "bürokrat" olmadılar mı ? Kısacası tablo şudur : Yakalanan terörist idam sanığı olur, başaran terörist ise devlet başkanı !... İşte bu çifte standart yüzünden bugün, evrensel geçerliliği olan bir terör tanımına ulaşamıyoruz. Bir milyon kişinin açlıktan ölme tehlikesiyle karşı karşıya olduğu, otuz yıldır savaşan ve orta çağ zulmüyle yönetilen bir ülke toprağından gözü kara fedailer yetişiyorsa ; kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlar, cennet vaadi uğruna yaşamlarını feda ediyorsa ; bunun nedeni, sadece şiddet üreten bir yoksulluk ve cehalet iklimidir.. Düne kadar sadece kendi insanını yeyip bitiren bu iklim şimdi yeryüzünün her yerinde hissediliyor. Niye ? Globalizm gezegenimizi bir insan vücuduna çevirdi de ondan. Sancıyan bir organ bütün bünyeyi hasta ediyor. Dünyanın üçte ikisi açlık ve cehaletten kıvranırken refah içinde yaşamak kolay değil artık.. Onun ürettiği zulmü, tankla, topla, uçakla yok etmek de mümkün değil. Yoksulluğu ve cehaleti yenemezsek, üzerine yüz bin atlı da sürsek, bin uçak da göndersek boş.. Bin yıllık bu "feda kültürü" her gün yeni fedailer yetiştirir. Bin Ladin gider, bin Ladin gelir !...