Dün, yani cuma günü, saat 11 civarı Beton Yol ile Askeri Hastane arasındaki Murat Reis Camii'nin önündeki aşırı hareketlilik, resmi araçların ve trafik araçlarının çokluğu dikkatimi çekti..Herhalde önemli birisinin cenazesi var diye düşündüm. Eve geldikten sonra öğrendim ki, çok sevdiğim gazeteci-yazar Yılmaz Özdil'in babasının cenazesiymiş..Allah rahmet eylesin..
Caminin sokağında yürürken düşündüm de ; insanın, hızla dönen yaşam çarkının dişlileri arasından sıyrılabildiği nadir anlar ya ağır bir hastalık ya da bir ölüm sırasında oluyor..
Yaşam esnasında her şeyi düzeltebilirmişiz gibi geliyor değil mi ? Bütün küslükleri bir gün bitirebilir, bütün gönülleri "şak" diye alabilir, bütün ertelenmiş dostlukları bir gün "hadi" deyip gerçekleştirebiliriz sanıyoruz değil mi ? Nasılsa daha zaman var, nasılsa daha bir yaşayacağız, nasılsa dünya küçük, nasılsa bir yerlerde karşılaşırız...
Oluru varsa tesadüfler yaratır zaten öyle değil mi ? Nedir ki acelemiz ? Derken... Azrail giriveriyor araya.. Bütün planları bozar.. Barışamadan, dost olamadan gidiverir o.. Baka kalırsın. Elinde bir sürü söylenmemiş kelime.. "Bir dakika" dersin, "benim daha sahnem bile gelmedi, nereye ?"..
Kalp kırdıysan bir özür dileyemediğine yanarsın.. Kalbin kırıldıysa bir sitem edemediğine..Öyle kalırsın.. "Neden daha önce gitmedim ona da, şu gönlümü al da dost olalım artık demedim" dersin..
Birden fark edersin.. Meğer o kadar zamanımız yokmuş.. Meğer bir ömür daha yaşamayacakmışız.. Meğer yolun sonuna gelinmiş..
Ertelemek.. Ah ne feci bir şey.. Bugün değil yarın ; yarın değil öbür gün ; Bu ay değil öbür ay ; Sonraki bayram.. Belki seneye..
Doğru değilmiş.. Yapmamak gerekirmiş.. Birisiyle dost olmak istiyorsan hemen olacaksın ; acele edecek ve hiç vakit kaybetmeyeceksin.. Kalbini kıran özür dilemiyorsa dilemesin ; sen istiyorsan dostluğun devam etmesini, o zaman git ona, konuş onunla.. Zaman hızla akıp gidiyor.. Bir "geri sayım" var. Kalan zamanı bizim göremediğimiz bir geri sayım.. Akıp gidiyor...
Çok fazla işimize kaptırıyoruz kendimizi.. Çok fazla kendimize kaptırıyoruz kendimizi.. Çok fazla elimizdeki kolay mutluluklara kaptırıyoruz kendimizi.. Çok fazla endişemiz, korkumuz var.. Çok fazla gururumuz var.. Çok fazla "asla" larımız, çok fazla "hiç" lerimiz var.. Çok fazla tükürdüğümüzü yalayalım mı yalamayalım mı hesabı yapıyoruz.. Çok fazla vazgeçiyoruz.. Çok fazla düşünce okumaya çalışıyoruz.. Çok fazla okuyamadığımız düşüncelerin yerine kuruntu koyuyoruz.. Çok fazla sinirleniyor, çok fazla kin bağlıyoruz..
Her şeyden çok fazlamız var.. Safrayı o kadar basmışız ki, gemi artık hiç hareket etmiyor !.. Duruyor orta yerde ..
Yalan hepsi bunların.. Ölüm var işte.. O yüzden, acele etmeli...
Şu anda öyle bir ruh hali içindeyim ki ; yalnızlığı buz tutmuş bir göl gibi hissediyorum çevremde.. Bu yaşamın kepazelik ve budalalığını, kaybedilmiş gençliğin acısının içimde alev alev tutuştuğunu hissediyorum. Canım acıyor kuşkusuz ; ama nihayet acıdır bu, nihayet utanç, nihayet işkence, nihayet yaşam, düşünme, bilinçtir.
Ve nasıl olsa beklemediğim yanıt yerine yeni sorunlar çıkıyor karşıma.. Örneğin, gençliğimi en son ne zaman yaşadım ? En son aşık olmamın üzerinden ne kadar zaman geçti ?..
İlk defa aşık olduğumda, ansızın canlı bir dünyanın ortasında dikilmeye başlamıştım sanki !..Duygularım adeta değişikliğe uğramış, güçlenip canlanmışlardı..Ama bunun en çok gözlerimde ayrımına varıyordum. Nesnelere eskisinden bambaşka bakmaya başlamıştım. Daha aydınlık ve daha renkli bir bakıp görmeydi bu.. Sokaktaki evlerin bahçelerindeki, daha önce hiç dikkat etmediğim, çiçeklere bakmaya başlamıştım !. Eskiden hiç aldırış etmediğim pek çok ses dikkatimi çekmeye başlamıştı..Ağustos böceklerinin, kuşların sesleriydi bunlar ; rüzgarın ağaçların dalarında çıkardığı seslerdi.. Eskiden hiç değer vermediğim binlerce nesne, ansızın sevgimi kazanmış, önemli nesnelere dönüşmüşlerdi...
Gençlik aşkları bana şunu öğretmişti : sevmek ve o sevgide kendini bulmak gerekirmiş.. Çoğunlukla sevgide kendimizi yitirmiştik oysa ki !..
Akıldan, iradeden yola çıkarak kim kimi sevmiştir ki ? Hayır !. Sevgi acıyla yaşanır ve ne kadar özveriyle yaşanırsa, o kadar güçlü kılar bizi...
Ömer Hayyam ne güzel anlatmış :
"Sevgili, seninle ben bir pergel gibiyiz :
İki başımız var, bir tek bedenimiz.
Ne kadar dönersem döneyim çevrende :
Er geç baş başa verecek değil miyiz ?.. "
Çocukluğumuzun o altın günlerini neden hep özlemle anarız biliyor musunuz ? Çünkü o günler ; o kaygısız günler ; ağır, acı veren anılarla, geçmişin çöpleriyle yere çökmeden önceki günlerdir..
Gençliğimizdeki neşelilik ve karamsarlığa kapılmama hali ise, kısmen hayat tepesine tırmanıyor ve tepenin öte tarafındaki ölümü görmüyor olmamızdandır... Gençliğin bakış açısından bakıldığında hayat sonsuz derecede uzun bir yolculuktur. Yaşlılıktan bakıldığında ise çok kısa bir geçmişe benzer..Bir tekneyle sahilden uzaklaştığımızda kıyıdaki nesnelerin daha küçük, taşınması ve ayırt edilmesinin daha da zor hale gelmesi gibi, benzer olaylar ve etkinliklerle dolu geçmiş yıllarımızı da tanıyamayız.
Hayat bir parça nakış işlemesine de benzetilebilir. Hayatının ilk yarısındaki herkes, işlemenin ön tarafını görür ; ikinci yarısındaki ise tersini.. İkincisi o kadar güzel değildir ama daha öğreticidir. Çünkü iplerin birbirine nasıl bağlandığını görmemizi sağlar..
Bu yazıyı okuyanların, hangi gruba girerlerse girsinler, aşağıdaki müziği beğeneceklerine inanıyorum..
Mutlu, sağlıklı ve aydınlık günler dilerim...
Yukarıdaki "kolaj"da ; Herman Hesse, Arthur Schopenhauer ve Vedii Yukaruç'a ait parçalar bulunmaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder