3 Ekim 2011 Pazartesi

107 ) İZMİR YANIYOR !..

   9 Eylül 1922 Cumartesi günü, Mustafa Kemal, kendisini karşılayan kalabalığı adeta yararak hükumet dairesine indi. Bu sırada uzaktan top sesleri işitilmeye, şehrin içine mermiler düşmeye başladı. Sonra, iş anlaşıldı. Söke yönünden kaçıp İzmir'e sığınmak isteyen iki alaylık bir düşman gücü, Seydiköy'e gelince Kadifekale'deki Türk bayrağını görmüş, elindeki toplarla şehri bombardıman etmeye başlamıştı. Çolak İbrahim Bey'in atlı tümeniyle Fahrettin Paşa'nın atlı alayları oraya yıldırım gibi yetişerek hepsini tutsak edip getirmekte gecikmedi..
   Mustafa Kemal, karargahıyla rıhtıma yerleşti, üç gün burada kaldı..
   Bu sırada piyade ; tozdan birer parça yanık Anadolu toprağına, birer kerpiç parçasına dönmüş, yorgunluktan bitkin, Kordonboyu'na geldikçe Kordon'un taşlarına çarpıp duran suların serinliğiyle, hiç olmazsa gözleriyle serinlemek üzere taşların üzerine çöküyor, ilk rahat soluğu alıyorlardı. Ayaklarındaki postallar parçalanmış, giysileri muşamba gibi terden sırtlarına yapışmıştı. Kıyıda demirleyerek kocaman toplarını şehre doğru dikmiş olan düşman gemilerine şaşkınca bakıyorlar, kıyıyı dolduran sivil Hıristiyan halkın kayıklarla, şalupalarla, motorlarla, denizdeki vapurlara ve savaş gemilerine nasıl karıştıklarını ibretle seyrediyorlardı.
  
   Bu sırada her yeri sarsan, herkesi heyecana veren gök gürültüsüne benzer bir ses işitildi. Bu, gerilerdeki Ortodoks kilisesinde meydana gelen bir tür patlamanın çıkardığı gürültüydü. Bu patlamayı bir sıra patlama daha izledi. Bunun arkasından silah sesleri, bomba patlamasına benzer gürültüler geldi.
   Gittikçe şiddetlenen güz rüzgarı, patlamaların meydana getirdiği yangını hızla sağa sola sürükleyerek dostun düşmanın göz yaşına bakmadan İzmir'i yakıp kül etmeye başladı.. Tarih, 13 Eylül 1922 idi...
  
   Bu, İzmir'i artık sonsuz bırakıp gitmek zorunda olanların işiydi. Kül edilen son Anadolu şehri de İzmir olacaktı. Karar böyleydi..
   Şehrin itfaiyesini Sırp bir uzman yönetiyordu. Yangın o kadar hızla büyümüştü ki onun da elleri böğründe kaldı.
   Bugüne dek evlerinde sinip de Kordonboyu'na dökülmemiş olan Hıristiyan yığınları, mahallelerinin yanmaya başlaması üzerine sokaklara dökülerek kaçmaya başladılar. Üçüncü kordonu yalayan yangın, Frenk mahallesini yakıp kül ettikten sonra ikinci kordona ve birinci kordona doğru korkunç bir veba salgını gibi ilerliyor, birkaç dakikada güzelim konakların yalnız iskeletleri kalıyordu. Akşama kadar süren yangın, korkunç dev bir meş'ale gibi İzmir'in bağlarını, bahçelerini, dağlarını kıpkızıl bir aydınlığa boğdu. Düşman savaş gemilerinin güçlü projektörleri, gökyüzüne yükselen kocaman duman yığınlarını yalayıp geçiyor, mutsuz şehrin üzerinde çatışarak sanki kılıç oyunları oynuyordu...
   Hıristiyan halk, Kordonboyu'na sıralanmış Rum kayıkçılarına yalvarıyor, onlar da ancak peşin para verebilenleri alıp götürüyorlardı. Hepsinin biricik umudu müttefiklerin savaş gemileriydi. Ne var ki bunlar da iskelelerini yukarı çektiklerinden tırmanamıyorlar, yalvarıp yakararak bunların çevresinde dönüp duruyorlardı.
   Böylece Edgar Quinet, Jean-Bart, Vittorio Emmanuele, Venizia, King George ve Iron Dog savaş gemilerinin çelik duvarları dibinde gemilere çıkmaya çalışanların kafalarına ve ellerine uçları demirli sopalarla vurarak, müttefik denizciler onları denize düşürüyorlardı...
   Amerikan torpidolarıyla zırhlıları da Kordonboyunu kontrol ediyorlardı. Halkın saldırısı başlayınca demir alıp açıldılar.
   Hala yanmakta olan Hıristiyan mahallelerinde gizli cephanelikler, yeri göğü sarsarak büyük gürültülerle patlayıp duruyordu. Ermeni mahallesini ateşleyerek kaçan bombalı, silahlı Torkum çetesinin adamları, sempatizanları, kendilerine yol açmak için önlerine gelene ateş ederek denize ulaşmaya çalışıyor, bu sırada silahlanan Türkler de oralardan çıkıp kaçmaya çalışanları fare gibi avlıyorlardı. Saat gecenin dokuzu olduğu halde her yer gündüz gibiydi. Gökyüzü, cehennemin damı gibi kıpkızıl, şehrin üstünü kaplıyordu.
   Sabahın saat ikisinde yangın daha da korkunç oldu. İzmir Tiyatrosu, yirmi dakika içinde dört duvarlık bir iskelet haline geldi. Fransız konsoloshanesini saran alevler, onun da bütün ahşap bölümlerini sömürdü.  Cephaneliklerin, bombaların patlaması, aralıksız sürüyordu. Otomobil garajlarındaki benzinleriyle bidonları, alkol depoları gittikçe hızlanan yangına bir başka hırs, sanki yeryüzünü yakıp kül etmek hırsı veriyor gibiydi.
   Bu büyük parıltılarla meydana gelen patlamalar, insan yığınları içine bir salgın gibi dalmış olan paniği daha da artırıyor ; Müslüman, Hıristiyan insan yığınları, ellerine geçirebildikleri yükte hafif, pahada ağır eşyalarıyla, alevlerin aydınlığında kaçışıp duruyorlardı. Bu sırada meydana gelen son derece şiddetli bir patlama, denizdeki yabancı donanmaları da sarstı. On binlerce Türk askeri yanan şehri boşu boşuna kurtarmaya çalışıyordu.
   Üç gün süren yangın, Türk zaferinin en güzel günlerini cehenneme çevirmişti. Uşşakizadelerin Göztepe'deki köşkünün balkonunda yangını yan yana seyreden Mustafa Kemal ile Latife Hanım, herkes gibi çok üzgündü.
   Mustafa Kemal, Latife Hanıma, "yangın yerinde size ait emlak var mı ?" diye sordu. O da, "Evet, emlaklarımızın büyük bölümü yanan bölgededir. Fakat, ne zarar !.. Hepsi yansın.. Yeter ki siz sağ olun. Bu mutlu günleri gören insanlar için malın ne değeri var ? İleride yeniden yaptırırız.." diye yanıt verdi.
   Mustafa Kemal de coştu : "Evet, yansın, yıkılsın.." dedi. "Hepsinin yerine konması mümkün"...  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder