İstanbul'da karaya çıkınca hemen Emirgan'daki evlerine koştu. Kendini zor tanıttı !..Aradan yıllar geçmişti, herkes onu ölmüş biliyordu. Annesi, onu ancak gözlerinden tanıyabildi. Eniştesi Reşat Bey, Polis Genel Müdürlüğü "siyasi kısım" müdürüydü. Dayısı da İstanbul Şehremini (belediye başkanı) oluvermişti..
Gelir gelmez hemen spor çevrelerine daldı, önüne gelenle maçlar yapmaya başladı. Bu sırada Balkan Savaşı bitti, bu defa da Birinci Dünya Savaşı başladı !.. O da askere çağrıldı. Alman Kumandan Rabe'nin yönettiği Maltepe' deki yedek subay okulunu bitirerek, harıl harıl insan yutmaya başlayan Çanakkale ejderhasının dişleri arasına sürüldü. Mustafa Kemal'i de orada görüp cesaretine ve zekasına hayran oldu. Bir gün, bir şarapnel parçasıyla ağır yaralanıp, ilk tedavisinden sonra, tebdil-i hava ile (hava değişimi) İstanbul'a döndü.
İçinde, kaderi yönetenlere karşı bir hınç, bir küskünlük başlamıştı. Bize Almanların ve birkaç Cermanofil akılsızın zorla yükledikleri bu savaşı asla kendi savaşı sayamıyor ; içi, bu işleri başımıza açanlara karşı ayaklanıyordu. Böyle anlamsız bir savaşa katılmak, boşuna ölmek demekti. Bu yüzden raporu bittiği halde cepheye dönmedi ve kıyamet gününden birkaç gün önce son isteklerini doyurmaya çalışan bir insan hırsıyla dolu dizgin yaşamaya başladı. Artık, bir asker kaçağıydı ve bir asker kaçağı ne türlü güçlükler ve korkular içinde yaşarsa o da öyle yaşıyordu. İşi iyice apaşlığa vurmuştu !... Sefahatin ve yozlaşmış bir ortamın içinde günlerini geçirir oldu..
Bu arada Çanakkale Savaşı ; Mustafa Kemal'in çabası, ama yanı sıra 200.000 subay ve erin yok olması pahasına sona ermişti. O da, bu süreç sırasında Beyoğlu'nun namlı kabadayılarından biri olmuştu..
Bir gün annesi ona bir zarf uzattı. Mektup Merkez Kumandanlığından geliyor ve onu hemen çağırıyordu. Arkadaşlarıyla helalleşip önce Kumandanlığa gitti, oradan da "Bekirağa Bölüğü" nü boyladı..
Gece yarısını geçiyordu ki, onu hapishaneden alıp Harbiye Nezareti'nin (Savaş Bakanlığı) yüksek rütbeli subaylarından birinin karşısına çıkardılar. Adını sanını soran Albay, askerden kaçtığı için cezasının "idam" olduğunu yüzüne karşı söyleyince Esat'ta şafak attı !...
Kendi ayağıyla ölümün ayağına dek geldiğine pişman oldu. Fakat bu arada Albay Kazım Bey, davranışlarını birden değiştirerek sorgulamasına devam etti. Bildiği dilleri, hangisini daha iyi bildiğini, kendisine neden boksör dendiğini filan öğrendikten sonra yan odaya geçti, esas duruş aldı ve dimdik durdu. Demek orada bir üst vardı. Kazım Bey'in karşısındaki Enver Paşa'ydı.. Esat'ı da o odaya götürdüler. Enver Paşa ayaktaydı ; elleri ceplerinde karşısında durmuş, kahverengi, zeki gözlerle onu süzüyordu. "Suçun, ancak alacağın emirleri yerine getirmekle affolunacaktır. Vatana iyi bir evlat olduğunu göster" dedi..
Albay Kazım Bey'le ne yapacağı hakkında konuştuktan sonra yeniden Bekirağa Bölüğüne gönderildi. Adi suçluların da bulunduğu koğuşta ahbap olduğu Pantoflacı (yankesici) Koçaki adlı ünlü bir yankesici ona mesleğiyle ilgili bütün gerekli dersleri verdi.
Bir gün tekrar Harbiye Nezareti'ne götürüldü. Aynı Albay ona, "Esat, bu akşam bir inzibatla Haydarpaşa'ya götürüleceksin. Oradan da kaçacaksın, kaçak gezeceksin ve İstanbul limanına kadar sokulan düşman denizaltılarıyla ilişkileri olanları saptayacaksın. Görevin önemlidir. Ağzından bir kelime kaçırırsan sonun kurşuna dizilmektir. Raporlarını Merkez Komutanı Cevat Bey'e yollayacaksın. En önemli ve acil zamanlarda Polis Müdürü Bedri Bey'e telefon edebilirsin. Ona, benimle görüşmek istediğini söylersin. Hadi bakalım, marş !.." dedi.. Oradan Cevat Bey'in odasına götürüldü. Cevat Bey, "Göndereceğin raporları bir dilenci kadın aracılığıyla göndereceksin. Bu dilenci kadın, her gün Süleymaniye Camii' nin önünde duracak. Adını sorarsın, "Hacer" derse raporlarını verirsin" dedi. Ayrılırken ona para da verdiler.
Esat, programı bir bir uyguladı. Üzerinde kuşkular toplanan bir adamın evini soymak için İstanbul'un ünlü kabadayılarından Hırisantos ile hapiste dost olduğu Koçaki'yi kandırdı. Üçü birlikte eve girince Esat, kendilerini ilgilendiren her şeyi inceleyecek ve gerekirse alıp götürecekti. Bu da daha çok evrak olacaktı. Sertaharri (araştırma) memuru Kör Rıza Çavuş da o gece evin dolaylarındaki bekçi ve polisleri uzaklaştıracaktı.
Zifir gibi karanlık bir gecede Hırisantos'un adamları köşeleri tuttuktan sonra, evdeki iki çömlek (!) altını almak üzere Hırisantos, Koçaki ve Esat eve girdiler. Diğer ikisi yükte hafif ama işe yarar şeyleri toplarlarken Esat da evrak peşindeydi. Yukarı katta adamın yattığı odanın eşiğinden girerlerken geveze bir alarm zili bütün gücüyle çalmaya başladı. İki hırsız hemen korkup kaçtı. Esat da, uyanıp yataktan fırlayan casusun yüzüne ünlü yumruğunu yapıştırdı. Adam nakavt vaziyette yatağa serildi. Esat, masa üstündeki bütün evrakı ve tabancayı çabucak cebine indirdi. Zil hala çalıyordu...
Esat, tam işini bitirip aşağı iniyordu ki, bir inzibat ve dört resmi polisle birlikte Kör Rıza Çavuş'un kendisini karşıladığını gördü. Rıza çavuş, inzibata, "Askerdir, asker kaçağıdır. Gece hırsızlığı yapıyor, doğru Merkez Kumandanlığına götürün ! " dedi..
Ele geçirilen mektuplar incelendiğinde, kimisinin Türk sansüründen geçtiği halde açılmamış olduğu görüldü. İsviçre'ye gidecek bu mektuplar, her şeyin açığa çıkmasını sağladı. Ambalaj içindeki bir aletin de işaret vermek için kullanıldığı anlaşılmıştı. Polis, Birinci Şube ile askeri polis, denizaltı işini çözümlediler...
Esat, bu olaydan sonra, İngilizce Haberleşme Servisinde sansür görevlisi olarak Büyük Postane'nin üstündeki odasında çalışmaya başladı. Daha ilk günden, İngilizce Masası Şefi olan Hintli başçavuşu hiç gözü tutmamıştı. Bu, sözde bir hilafetçi Hint ihtilalcisiydi ve Türklere sığınmıştı. Orta Asya ve Afganistan, Hindistan gibi diyarlara ait hayalleri olan Enver Paşa'nın gözbebeklerinden biriydi ; dolayısıyla kuşkusu konusunda kimseyi ikna edemeyince işin peşini şimdilik kaydıyla bıraktı..
Bir sabah Harbiye Nezareti İstihbarat Şube Müdürü Seyfi Bey çağırttı onu. Önce bir güzel övdükten sonra, "sana Başkumandanın emriyle çok önemli bir görev vereceğim" dedi ve devam etti ; "General Townsend ile üç sivil, bize karşı Arap ihtilalini hazırlayan Lawrence'in en önemli adamlarıdır. Maltalı bir İngiliz esiri olacaksın. Seni onların yattığı koğuşa hizmetçi olarak vermeyi teklif edeceğiz.."
Esat kabul etti ama bir şart koştu : Hintli başçavuşun bundan haberi olmayacaktı. Onlar da bunu kabul ettiler.. Çalıştığı büroda, orduya sevk edileceğini söyleyerek Hintli ile vedalaştı..
Bir haftalık bir izinden sonra, ona güzel bir İngiliz üniforması giydirip hangi İngiliz kıtasında asker olduğunu ezberlettiler ve Bekirağa Bölüğü hapishanesinin siyasiler koğuşuna tıktılar. İçeride onu önceden tanıyan birkaç kişi vardı ama bu kılıkla bereket tanıyamadılar.
Bir sabah Merkez Kumandanlığına çağrılan Esat Bey, orada İngiliz üniforması giymiş, biri Hintli ya da Araba benzeyen üç kişiyle karşılaştı. Birisi tercümandı. Bu üç kişiye Esat Bey'i göstererek, "Bu sizin esirdir.Kamptan kaçtı yakaladık. Divanı harbe vereceğiz. Tutuklu kaldığı sürece eğer yemesini içmesini sağlarsanız size hizmetçi olarak vereceğiz " dediler. Uzun boylu İngiliz'le biraz konuşup, adam ikna olunca hepsi birlikte Bekirağa Bölüğüne götürüldüler. İngilizlere "cennet taamları" na benzer yemekler geliyordu ve Esat da bunlardan çimleniyordu !.. İngilizler hep savaş hareketleri üzerinde konuşuyor, Fransızca ve İngilizce gazeteler okuyorlardı. Bunlar Intellıgence Servıce' in en kalburüstü başlarındandı. Nasılsa kapana düşmüşlerdi.
Bir gün sansürden geçerek gelmiş bir sürü açık mektup gördü. Zarflardan birisi açık değildi ve mektuplar Türkiye'den geliyordu. Güçlükle, sansürden geçmiş mektuplardan birinin damga numarasını elde edebildi. Bunu yukarıya bildirdiyse de, ucu Hintli başçavuşa dokunduğundan işlem görmemişti. Bu arada büyük bir iş daha başarmış, Arabistan'da İngilizlere yataklık ve yardım eden, büyük şehirlerdeki kabile reislerinin adlarını güzelce bellemişti. Büyük Arap ayaklanmasında önemli rol oynayacak olanlar bunlardı. Çöle oluk gibi İngiliz altınları akıyordu ve Lawrence de Arapları çete savaşlarına hazırlıyordu..
Bu işin altından da yüz akı ile kalkan Esat Bey'i yine bir gün Kör Rıza Çavuş aradı. Ertesi sabah Cağaloğlu'ndaki "Teşkilat-ı Mahsusa" merkezinin bulunduğu konağa gitti ve orada Kemal Bey'i gördü.Her zamanki gibi övüldükten sonra, "Lawrence'i nasıl yakalarsın ?" sorusuyla adeta şok geçirdi.
Artık bir Arap ayaklanması başlamıştı ama bunu yeterli görmeyen İngiliz ajan, ufak bir Dürzi kuvvetiyle, Bu defa Kürtleri ayaklandırmak üzere Kürdistan'da bulunuyormuş. Hatta bir söylentiye göre de İstanbul'a kadar gelmiş !...
Esat, aslında daha önceden yaptığı bir planı anlattı : İkinci bir Lawrence olarak ortaya çıkacak, onun yaptığı şeyleri yapacaktı. İsyan propagandası v.s. gibi.. Bu, Lawrence'in kulağına gittiğinde, onu bulmak ve kim olduğunu anlamak isteyecekti...
Bu plan Kemal Bey'in aklına yattı ve onu 27-28 yaşlarında, iri yapılı ve tepeden tırnağa silahlı biri ile, Dramalı Rıza ile tanıştırdı. Esat'a, "sen şehirde neysen, Rıza da dağlarda öyledir. Birbirinizden öğrenecek çok şeyiniz var " dedi..
Bir süre birbirlerini eğittikten sonra, bir çeteci grubu kurarak trenle Adana'ya gittiler. Adana'ya vardıklarında onları kötü bir haber bekliyordu : İstanbul Haydarpaşa'da, Arabistan cephesine gitmek üzere hazırlanan çok büyük miktarda bir cephane stokunun patlayarak yok olduğunu öğrendiler ve çöllerde bu cephaneyi bekleyen Mehmetçikleri düşünerek kahroldular..
Dramalı Rıza'nın karargahı olan Şam'a vardılar. Kılıklarını değiştirip Musullu Kürtler gibi oldular. Esat ile Rıza'nın çetesi, gittikleri her yere "Lawrence geliyor !" haberini yayıyorlardı. Köylülere saçılan altınlar, ilaçlar, armağanlar grubun her yerde sevgiyle karşılanmasını sağlıyordu. Bir tek, Lawrence'i yakından tanıyan Dürziler ile karşılaşmaktan çekiniyorlardı.
İran sınırına kadar gitmişler ama "Sarı Şeyh" denen Lawrence'in izine bir türlü rastlayamamışlardı.
Bu arada savaş bitti, bırakışma geldi çattı.. Esat Bey İstanbul'a döndü..
Birkaç olaya daha karışıp, birkaç maç daha yaptıktan (bu arada kendisinden epey iri olan bir İngiliz boksörünü de fena dövmüştü) sonra İngilizler tarafından arandığını duydu, bir süre kaçtı ama sonunda yakalanıp hapse girdi. İngiltere'deyken öğrendi Rusça faydalı oldu ve hapiste dost olduğu Rus esirlerden yardım görerek kaçmayı başardı. Başına 100 İngiliz altını ödül konmuştu. Bin bir güçlükle kaçabildiği Çanakkale, Lapseki'de Çerkez Lütfü Bey'in yardımıyla, bir köylü kadını kılığına girerek, çarşafının altında elinde tuttuğu tabanca ile Biga'ya ulaştı. Artık işgal bölgesinden kurtulmuş, hür Anadolu topraklarına ayak basmıştı...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder