Katledilen II. Osman, ordu içinde bölünmelere de neden olmuştu. Erzurum Valisi Abaza Mehmed Paşa, bu cinayeti bahane ederek isyan ettiğinde ; Erzurum’ dan Sivas’a kadar Doğu Anadolu’da, eline düşen yeniçeriyi aman vermeden öldürmeye başladı. Yeniçeriler de, muhafızı oldukları kaleleri bırakıp, kıyafet değiştirerek İstanbul yoluna düşmüşlerdi…
Abaza Paşa’nın karakolları, yolda şüpheli yolcuları çevirir, uzun paçalı şalvarlarını sıyırtıp, diz ve bacaklarına bakarlardı. Çünkü yeniçeriler daima boyu dize kadar olan çakşır giyerlerdi. Bu yüzden dizleri, baldırları, bacakları güneş yanığı, üst tarafları ise beyaz olurdu. Böylelerini yakalayınca hemen çökertip boynunu vururlardı. Kısa çakşır giyen ve yeniçerilikle hiçbir ilgisi olmayan nice masum köylü, kentli boş yere öldürülmüştü.. Eğer o zamanlar nişan dövmeleri olsaydı, boşu boşuna bunca insan ölmezdi..
“Balık baştan kokar !..” sözünü doğrularcasına, Osmanlı’nın bu en kötü döneminde, tüm idareciler de kötü olunca, şimdi anlatacağım olay gibi olaylar da çoğalıyordu :
1623 yılında, bir divan günü sipahilerle yeniçeriler Kubbealtı’na hücum ettiler ; Gürcü Mehmed Paşa’ya, “Biz seni istemeyiz ! Sadaretten çekil yoksa seni paralarız !” dediler. Mehmed Paşa hiç direnmedi, mührünü teslim ederek istifa etti. Saray’dan padişah adına, “Kul kimi ister ? “ diye sorulduğunda, “Mere Hüseyin Paşa’yı isteriz ! “ bağrışmaları yükselince mühür bu vezirin koynuna girdi..
Gençliğinde aşçı yamaklığı yapmış olduğu söylenen Mere Hüseyin Paşa şükran borcunu Ağakapısı’na 1.000 kelle şeker göndererek ve orta camisine de ibrişim seccadeler döşemekle ödedi.
O zamanlar şeker çok değerliydi. Toz şeker ve kesme şeker yoktu ; şeker Avrupa’dan geliyordu. 5-6 okka çeken (6-7,5 kg .), külah şeklinde dökülmüş şekere “kelle” deniyordu. 1.000 kelle, yaklaşık 6-7 tonluk bir miktar tutuyordu ki, bu muazzam bir miktardı.. Devletli vezir piyasadan belki de bütün şekeri kaldırmış, en azından bir çarşı malını göndermişti !..
Bu paşanın ilk sadareti 25 gün sürmüştü ; ikincisi biraz “tatlandığından” , yedi ay sürdü !..
1688 yılı Mart ayı başında çıkan yeniçeri isyanında, bu defa esnaf ve halk yeniçerilere karşı cephe almış ve Sancak-ı Şerif’ i çıkartıp üzerlerine yürüyerek yaklaşık 400 yeniçerinin öldürülmesi ve idamıyla son bulan olaylar sonucu yeniçeri ağaları egemenliği bitmişti.
Bir hafta sonra, 8 Mart 1688 Pazar gecesi, İstanbul’da Balıkpazarı Kapısı dışında bir meyhanede yangın çıktı, sur içine atladı ve şehrin büyük bir kısmını kül etti. O tarihte yangın tulumbacılığı teşkilatı daha kurulmamıştı ; fakat yangınları söndürmeye koşmak da yeniçerilerin görevlerindendi. Yeniçeriler bu yangına seyirci kaldılar, hatta, “ Bre yoldaşlar ne durur seyredersiniz ?” diyenlere de, “Sancak-ı Şerif çıkartıp kulu kırmak iyi miydi ? Ko yansın şehirli keferesi ! “ dediler.. Bu yangında 1.500 ev, 5.000 dükkan yeniçeri ihaneti yüzünden yandı denilebilir. Ocak artık kanlı ihtilallerin kundağı haline gelmişti. İlk fırsatta fitne ateşi parlayıverecekti.
1688 isyanı, bir savaşın içinde, en buhranlı bir bozgun devrinde çıkmıştı. Avusturya, Rusya, Polonya ve Venedik’le savaş halindeydik. Yeniçeriler İstanbul’da vezir sarayı ve çarşılar yağma ederken cephelerde yeniliyorduk ; 8 Eylül 1688’ de Avusturyalılar Belgrad’ ı aldılar… Belgrad ki o tarihte, iç ülkede bir ordu merkeziydi..
İstanbul, 1730 ihtilalinden 1808’ e kadar, yani 78 yıl yeniçeri isyanı görmedi. Bu süre içinde tahttan padişah indirmeyen ve padişahtan vezir kellesi istemeyen yeniçeriler, yüzyılın yeni silahlarını bilen, yeni savaş tekniklerini öğrenen, talim terbiye kabul eder asker de olmadılar. Talimleri testiye ve yumurtaya kurşun atmak, ıslak keçeye pala çalmaktan ibaret oldu…
İstanbul’da ve taşrada şehirlerin kabadayıları oldular, şehirlerin asayiş ve inzibatı yeniçeri ocağına bırakılmıştı. Bütün esnaf ocağa yazıldı ve işinde, ocaklı ayrıcalığına dayanarak başına buyruk hareket etti, halkın gıdasıyla oynandı. İçlerinde kötülüklerinin cezasını çekenler, hatta başını verenler çok oldu ; ama yakasını ele vermeyenler de kabadayılık, vurgunculuk, haraççılık yolunda devam etti. Bu yolun kaçınılmaz icabı, kendi boylarından rakiplerle karşılaştılar. Bu sefer de “meydan ya senindir ya benim” diyerek kanlı dövüşler oldu. İtlik, külhanilik, bıçkınlık cahil gençler arasında salgın halini aldı. Türlü uygunsuzluk, sapıklık, ahlaksızlık kabadayılık şanından bilindi.
Yani kısacası, yeniçeri ocağı son yüzyılında askerliğin şerefini tamamen kaybetmişti…
1700’lü yılların sonlarında ; cephelere, seferli kadronun dörtte biri zor sevk edilebiliyordu. Örneğin İstanbul’dan parlak bir ordu alayı ile çıkan yeniçerilerin dörtte üçü, şehir dışında ilk konak yeri olan Davutpaşa ordugahından, daha o alay gününün akşamı, şehre kaçıp günlük işinin başına dönmüş olurdu !... Zabitler bunları asla geri getiremeyeceklerini bildikleri için ihbar etmektense göz yummayı tercih ederlerdi. Örneğin 100 askeri olan bir odabaşı, 25 askerin seferi ulufesini dağıtır, var gösterip 75 sefer kaçkınının ulufesini de kendi kesesine atar, uygun bir miktarını da çorbacısına pay olarak ayırırdı. Soyulan devlet hazinesiydi, yıkılan devlet binasıydı. Felaketten felakete sürüklenen, atalarının fethettiği ve yüzyıllar boyunca yerleşerek imar ettiği ve nüfusunun da pek çok kasabada yüzde seksen çoğunluğunu teşkil ettiği koca koca ülkelerden muhacir olup çekilen de Türk Milletiydi…
Sultan III. Selim zamanında, Yemiş İskelesi kayıkçılarından Poyrazlı Mustafa adlı bir yeniçeri, Balıkpazarı’ndaki bir meyhanecinin oğlunu bıçak zoruyla kaçırıp, aynı iskele yakınlarındaki kayıkhanelerde bulunan odasına kapatmıştı. Çocuğu kurtarmak için Çardak kolluğu çorbacısı Hüseyin Ağa, bütün kolluk kuvvetiyle kayıkhaneyi basmış, çıkan çarpışmada kolluk askerlerinden biri ölmüştü. Poyrazlı Mustafa idam edilmek üzere kayıkla Rumelihisarı’na götürülürken Tophane önlerinde kayıktan atlamış, fakat kendisi de kayıkçı olduğu halde yüzme bilmediğinden boğulmuştu. Olay akşam saatlerinde olduğu için karanlıkta cesedini bulamamışlardı. 3-4 gün sonra ceset su yüzüne çıkıp Sirkeci sahiline vurmuş, orada Girit’ten sabun getirmiş bir geminin yanında bulunmuştu. Bu sefer de o semtin kayıkçısı ve hamal yeniçerileri, “ Gemiciler bir yoldaşımızı katletmiş” diye ayaklanmıştı. Kaptan her ne kadar, “Bu ceset şişmiş, birkaç gündür denizde olduğu belli ; biz ise daha dün geldik,” diye feryat etse de kimse kulak asmamış ve bütün sabunlar yağma edilmişti…
İstanbul’daki bütün yeniçerilerin 15 Haziran 1826 şehir muharebesine katıldıkları söylenemez.. Büyük bir kısmı şehir dışına kaçtı. Genel af beklerlerken tam aksine II. Mahmud hepsini ölüm fermanlısı yaptı. Onlar da can kaygısıyla, uçsuz bucaksız Belgrad Ormanı’ na daldılar ve orada açlıktan ölmemek için eşkıyalığa başladılar. Yeni kurulan orduyla Belgrad Ormanı’nda amansız bir takip başlatıldı ve buradaki kıyım çok daha korkunç oldu…
Güvenilir bir kaynak, 19.yüzyıl ünlü İngiliz yazarı Miss Julia Pardo’nun “Constantınopl” adlı eserinde bu olay anlatılır :
“1823 yazına kadar Belgrad Ormanı kestane, gürgen, meşe, ceviz, ıhlamur, çınar ve her cins kerestelik ağaçlarla son derece zengindi. Yeniçeriler kaçıp Belgrad ve Mudanya ormanlarına saklandılar. Daha cüretkarları Anadolu’da ilerleyip Bursa dağlarına yayıldılar. Uzak görüşlü olmayanları Karadeniz sahillerindeki ormanlara sığındılar. Bir süre ot ve meyve ile beslenip af beklediler. Af çıkmayınca, 8-10 kişilik gruplar halinde yolculara saldırıp mallarını aldılar, kan akıttılar. Sonunda bütün yollar salimen geçilemez oldu. Hükümet peşlerine düştü fakat bu defa birleşip sayıları yüzleri bulunca, onlara da meydan okudular. Bu duruma çok kızan padişah yeniçerilerin saklandıkları ormanların yakılmasını emretti. Başta Belgrad Ormanı, çeşitli yerlerden tutuşturuldu. Civardaki tepelere de askerler yerleştirildi ve ormandan kaçanları vurdular. Yüzyıllardır heybetle duran, esrarengiz derinliklerine güneş sokmayan, balta girmemiş kısımlarında binlerce hayvan saklayan muazzam orman derhal ateş çemberiyle kuşatıldı. Karadeniz’ den esen rüzgar ateşi o kadar büyüttü ki, Bahçeköy Su Kemeri beyazlığını yitirip kızıl bakırı andırırken, iri ağaç gövdeleri dehşetli gürültülerle yere devrildiler. Bu sırada devamlı silah seslerine insan feryatları karışıyordu. Buradan bir tek canlı yeniçerinin çıktığına artık kimse inanamaz …”
15. ve 16. yüzyıllarda, bazı kaynaklar göre, yeniçeri askerleri devlet otoritesi ile karşı karşıya kaldıklarında son çare olarak Anadolu’ya kaçarlarmış. O günün koşullarına göre İstanbul’un Rumeli yakasında Belgrad Ormanlarına, Anadolu yakasında ise Üsküdar sırtlarındaki Karacaahmed Mezarlığı’nın ardına ulaşan bir kaçağın yakalanması çok güç olduğundan, “Atı alan Üsküdar’ ı geçti..” sözü o zaman dilimize geçmiş…Ama 19.yüzyıla gelindiğinde bu söz geçerliliğini yitirmiş olmalı ki, yeniçeriler tarih sayfalarından bir anda silinmiş…
Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra teşkilata bağlı askerlerin devam ettikleri hamamlar, kahvehaneler, kışlalar hiçbir iz kalmamacasına yok edildi. Yeniçerilik tarihine ışık tutacak kayıtların olduğu, Eski ve Yeni Odalar ile Süleymaniye’deki Ağa Kapısı’nda saklanan yeniçeri belgeleri, masraf ve ödeme defterleri ile sofra tezkireleri Saray’dan gelen emir doğrultusunda toplatıldı.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan bir belgede, Yeniçeri Ocağı’ndan geriye kalan evrakın akıbeti ile ilgili ilginç bilgiler vardır. Belgede özetle, yeniçerilerden kalan evrakın Sultanahmet’te, Ayasofya Hamamı olarak da bilinen, Hürrem Sultan Çiftehamamı’na götürülerek burada yakılması için dönemin sadrazamından izin istenmektedir. Belgede evrakın yakıldığına dair bir kayıt yok. Yalnız sonraki tarihlerde yapılan araştırmalar ve yayınlar, bunların yaktırılmış olduğunu, bu işin günlerce sürdüğünü göstermektedir..
Bazı kaynaklar yeniçeri kıyımını daha geniş bir alana yayarak yeniçerilere ait mezar taşlarının bile, dönemin padişahı II. Mahmud tarafından kırdırıldığını kaydediyor..
Onca plansız büyümeye, istimlak ve düzenleme adı altında yapılan yıkıma rağmen, bu yüksek sayıya ulaşabilmek, 1826’dan sonra bir yeniçeri mezar taşı kırımı olmadığının kanıtıdır…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder