26 Mayıs 2011 Perşembe

29 ) EN BÜYÜK ŞAH : PADİŞAH ....

   Padişah kelimesi Farsça' dan geliyor. Padi ; Bey, Efendi ; Şah ise Hükümdar anlamında..Farsça'da Pad-Şah veya Pad-Şeh olarak kullanılmış. M.S. 3-7. yüzyıllar arasında İran'a hükmeden Sasaniler kullanmış ilk kez bu unvanı..
  "Şahların en büyüğü" dendiği zaman zaten akan sular duruyor !.. Tüm imparatorluğun tek hakimi !.. İmparatorluğun 16 ve 17. yüzyıllarda kapladığı toprakları, tüm o topraklarda yaşayan insanları bir düşünün ve bütün bunların yönetiminin bir tek kişinin elinde olduğunu düşünün..İnsanın aklı duracak gibi oluyor değil mi ?..
   Ama, bir tek insanın eline bırakılamayacak kadar grift bir de yapısı var Osmanlı' nın. Öyle bir sistem kurup geliştirmişler ki ; baştaki padişah bazen yetersiz, bazen deli,  bazen de çocuk olsa bile, imparatorluğun idaresinde fazla bir aksama olmamış...
   Çeşitli rastlantılar sonucu, 17. yüzyılın ilk yarısında tahta çıkan sultanların çoğu çocuk yaşta, hiçbir siyasal tecrübe edinmeden hükümdar oldular. I. Ahmed 1603' te 13 yaşında, II. Osman 1618' de 13 yaşında, IV. Murad 1623' te 11 yaşında, IV. Mehmed 1648'de 6 yaşında tahta çıktı. Aynı dönemin padişahlarından I. Mustafa düpedüz deli idi ; "deli" namıyla anılan İbrahim ise deli olmasa bile dengesiz biriydi..
   Demek ki bir yandan şehzadelerin sancağa çıkmalarının önlenmesi, bir yandan hazırlıksız ve yeteneksiz padişahların tahta oturmaları sonucu sultanın devlet ve toplum içindeki yeri sarsılmaya başlamıştı.Sancakbeyi olan ve asker besleyen şehzadelerin çatışmaları önlendi gerçi, fakat bu sefer hangi şehzadenin tahta geçeceği payitaht ve saray çevrelerinin, yani valide sultanların, yeniçeri ağalarının, vezirlerin ve ulemanın çekişmeleri ve dengelenmeleri ile belirlenir oldu...
   Ancak 1700 yılı civarında "Ekberiyet" usulü, yani en yaşlı Osmanoğlunun padişah olması ilkesi benimsendikten sonra tahta geçiş ülkeyi, payitahtı, sarayı uğraştıran ve karıştıran bir olay olmaktan çıktı. Fakat muhakkak ki hükümdarın böylesine yüceltildiği bir siyasal ortamda padişahın etkinliğinin azalması ciddi sorunlara yol açacaktı...
 
   Padişah, aklına estikçe savaş ilan etmiş, muazzam bir toplumu adeta insan deposu gibi kullanmış ; bir savaşta kaç kişi ölecek, kaç kişi sakat kalacak gibi basit ( ! ) hesaplar yapmamış ; savaş kazanılacak olursa, bunun karşılığında toplumun ne kazanacağını da düşünmemiştir büyük olasılıkla... Öyle ki, insan deposunun kullanımındaki rahatlık, gitgide silah teknolojisinde atılımlar yapma gereğini dahi unutturmuştur Saray' a...
   Bol bol insan ziyan ederek başarı kazanma çabaları, sadece kahramanlık edebiyatının pompalanmasıyla sürdürülüyor ve bununla yetiniliyordu..Aklın yarattığı teknoloji, cesaretin çoğalttığı şehitlerle nereye kadar dengelenebilirdi ki ?..

   Padişah III. Mehmed, idam edilen Veziri Azam Hadım Hasan Paşa ile Ali Ağa' nın giysilerinin satılmasını, parasının da kendisine gönderilmesini istiyor Yemişçi' den...
   Yemişçi, bu isteğe şu yanıtı veriyor : "...Otuz yıldan fazladır ki, ortalık bozulmaya yüz tutmuştur. İşkencesiz kimseden ödünç akçe alma olanağı yoktur. Bu ise ne saltanatın namusuna uyar, ne de şer-i şerife.. Hasan Paşa  ile Ali Ağa' nın gerçi bazı kaba saba giysileri vardır ama bu giysilerin satılması zaman alacaktır.."
   Bir devlet ekonomisi düşünün ki, padişah da veziri de, hazineye para bulabilmek için idam edilmiş kişilerin giysilerinden medet umup onların ne zaman satılacağını izliyorlar.
   Öyleyse neden yapılmıştır onca savaş, onca baskın, onca saldırı ve niye öldürülmüştür yüz binlerce insan ?..
 
   Osmanlı yöneticileri bu tür bir düşünce berraklığına alışık değildiler. O yüzden de ne bir Bacon çıkabildi o dünyadan, ne de bir Descartes...
   Milattan 450 yıl önce yaşamış olan Sokrates' in aklını taktığı bir söz vardı : "Gnothi Seauton" yani "Kendini bil, kendini tanı"...O tarihlerde Delfi' deki Apollon Tapınağı' nın ön yüzüne, kocaman harflerle kazılarak yazılmış bir sözmüş bu...
   Kişi ki kendini sandığı kadar bir türlü bilemez ; ya yaşadığı toplumu ve tarihini bilse bilse ne kadar bilebilir ?
Bu, toplum ve onun tarihi ile birlikte sürekli soluk alıp verme sorunudur...
   Osmanlı'nın objektif bir analizini yapmak hem zor hem kolaydır. Zordur, çünkü monarşik devlet modellerinden hiçbirine uymamaktadır. Hünkarın en büyük oğlunun tahtın doğal varisi sayıldığı düzen benimsenmemiştir. Tahtı ele geçiren oğlun, tüm erkek kardeşlerini öldürmesine hak tanıyan "Fatih Kanunnamesi" , ailenin kendi içinde bulunması gereken hiyerarşiyi, tam bir anarşiye döndürmüştür..

  Padişah egemenlik alanını karalar, denizler, itibar ve itaat temelinde ölçüyordu. O, "İki denizin ve iki kıtanın hakimi" ve "Alemin sığınacağı yer (Alempenah)" idi. İki unvan da mekanı ifade etmekle birlikte, burada daha çok, padişahın geniş otoritesi ve gücü anlatılmaktaydı...
   Padişahın ülkesi idari birimleri ve çeşitli rütbelerde idarecileri olan bir yerdir, ancak bu toprakların sınırlı oluşu egemen gücün yansıtılmasında önemli faktör değildir. Önemli olan kamusal ve kutsal alanlarda padişahın isminin tanınması, telaffuz edilmesi ve buyruklarına uyulmasıdır.

   Osmanlı yöneticileri arasında çekişmeler, bölünmeler, gruplaşmalar olduğu muhakkak. Hatta bu gruplaşmalarda etnik- yöresel köken de önemli bir unsur sayılabilir ; yöneticiler arasında örneğin Bosnalı ya da Çerkez dayanışması saptanabilir belirli dönemlerde..
   Fakat çatışma Türk olanla olmayan arasında değildi. Türkçe öğrenen, Müslüman olan her Osmanlı aynı şekilde hizmet ediyordu Sultan'a.. Osmanlı siyasal anlayışı da bu idi : Osmanoğullarına hizmet esastı, yoksa Türklüğe değil..Osmanlı dilinde Osmanlı Devleti' nin adı da "devlet-i al-i Osman" idi, yani Osmanoğulları Devleti...
   Osmanlı düşünürlerinin daha önceki Müslüman bilgelerinden aktardıkları siyaset anlayışına göre her toplum dört unsurdan oluşuyordu : Savaşçılar, bilim ve kalem erbabı, tüccarlar, tarımsal üreticiler yani çiftçiler..
   Toplum düzeni bu dört cins insanın birbirine baskın çıkmadan, birbirinin yerini kapmadan geçinmesi olarak anlaşılıyordu. Toplumsal unsurları yerli yerinde tutmak, herkesin, her grubun haddini bilmesini sağlamak ise ancak padişahın gerçekleştirebileceği  zorlu bir görevdi. Adalet, padişahın bütün toplumsal unsurların çok üstünde kalarak bunlar arasındaki dengeyi kurması ve sürdürmesi olarak görülüyordu..
   Osmanlı Devletinin ilk üç yüzyılında toplumda en önemli ayırım dinsel ya da ekonomik değil, devlet ilişkisi açısındandı. Devlet hizmeti görüp, devlet gelirinden pay alan askerilerle üretici ve vergi ödeyen halk yani  reaya arasındaki iki temel ayrım...
   İşte padişahın temel işlevi de bu iki ana grubun birbirinden ayrı fakat dengeli, düzenli ve ahenkli bir biçimde yaşamasını, yani askerinin disiplin içinde görev yapmasını, reayanın ezilmeden, haksızlığa uğramadan, mümkün olduğunca refah içinde geçinmesini sağlamaktı...

   Osmanlı tarihi, üstünde belge belge çalışılmış ve tekrar tekrar işlenmiş berrak bir tarih değil. Bunun bir nedeni  tarihe karşı bir meraktan yoksunluk..İkinci nedeni, geçmişi ille de günün siyasal rüzgarlarına uygun olarak yorumlamak zorunluğu . Üçüncü nedeni de anlatım bozukluğu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder