28 Şubat 2013 Perşembe

335 ) BİR "KOMİTE" ÖYKÜSÜ !..


   Sultan Murad'ı tekrar hükümdar yapmak için Sultan Abdülhamid aleyhine yapılan ilk fiili hareket, Ali Suavi tarafından düzenlenen Çırağan Sarayı baskını idi. Bir zamanlama hatası nedeniyle başarılı olamamıştı ve hızla bastırılıp Ali Suavi'nin öldürülmesiyle bitmişti. Suavi'nin ailesi elindeki belgeleri yakınca, büyük elebaşılar yakalanamamıştı..
   1876 yılında, Sultan Beşinci Murad'ın hal'inden kısa bir süre sonra bir komite daha oluşturuldu : Kleanti Skalyeri-Aziz Bey Komitesi...
   Bu komitenin başkanı olan Skalyeri, İstanbul'da Prodos mason locasının üstad-ı azamı olan bir Yunanlıydı. Sultan Murad ile veliahtlığı döneminden beri dosttu. 
   Sultan Murad, veliahtlığı zamanında, Sultan Abdülaziz ile çıktığı Avrupa turunun İngiltere ayağında İngiliz veliahdı ile tanışmıştı. Masonluk hakkında uzun uzun görüştüğü veliaht prensten, İstanbul'a döndükten sonra bir de mektup almıştı. Ayrıca, Fransa Doğu Locası üstad-ı azamı da bir mektup göndermişti ve bu mektubu getiren ise Skalyeri idi. Bu vesileyle tanışmışlardı. Fransa'dan gelen mektupta Murad Efendi'ye 18 derece verilerek onun özel törenle "kardeşler" arasına alınacağı yazıyordu. Yani masonlar, kendilerine üye olan Murad'ı emniyet altında bulundurmak istiyorlardı..
   Skalyeri, örgütü oluşturmak için Selanik'ten İstanbul'a gelmiş ve Havyar Han'da zahire ve şarap komisyonculuğuna başlamıştı. Aynı zamanda, Beyoğlu Ağa Hamamının üst tarafında, Hacızade Sokağı No.16'da, Dr.Service'nin evini kiraladı. Bu arada, İzmir'de imtiyazını aldıkları demir,bakır ve boya şirketinde hissedar da oldu. Cesur, azimli ve maceraperest biri olan Yunanlıya Sultan Murad tarafından, aracılar vasıtasıyla, düzenli ödemeler yapılıyordu. 
   Komitenin ikinci güçlü üyesi, Sultan Murad'ın annesinin cariyelerinden Nakşibend Kalfa idi. Bu tarihlerde yaşı 60'a yakındı. Komite üyelerinden Muhtar  Bey'in 10 Recep 1295 (1878) tarihli ifadesine göre ; belirli bir yerde kalmayarak devamlı yer değiştiren Kalfa, böylece izini belli etmiyordu. Okur yazar, musikişinas, zeki, faal ve biraz da hovarda-meşrep bir kadındı..
   Sultan Murad'ın birinci kadını Eleru/Mevhibe Kadın'ın söylediğine göre ; aklına geleni yapan, cüretkar birisiymiş. Yerine göre kıyafetini değiştirir ; komite toplantılarında başını örterken, Skalyeri'nin evinde serbest davranır, bira ve konyak içermiş. (Dr. Agah Efendi'nin 17 recep 1295 ve Aziz Bey'in 18 recep 1295 tarihli ifadeleri)   
   Sultan Murad'ın hal'inden bir süre geçtikten sonra ; Skalyeri Paris'e giderek oradan bir manyetizmacı ( hipnozla telkin yapan ) getirip Çırağan Sarayına sokmuştu. Manyetizmacı sarayda yaklaşık on gün kaldı ve uyguladığı tedavi ile Sultan Murad biraz iyileşti. Fransız, hediyesiyle beraber 500-600 lira aldıktan sonra tekrar Paris'e döndü. Bundan bir süre sonra da Sultan Murad'dan Kleanti' ye, "gayret edin, hakkımı istiyorum" şeklinde mektuplar gelmeye başladı. 
   Bu arada Sultan Murad'ın gömlek ve çamaşırları dışarı gönderilerek tütsüden geçiriliyor ve komite üyesi Muhtar Bey'in evinden, bir hoca tarafından okunan dualar, pencereden Çırağan sarayına doğru üfleniyordu !..
   Komite toplantıları Skalyeri'nin Beyoğlu'ndaki evinde yapılıyordu. Bu toplantılarda şekillenmeye başlayan plan şu şekilde idi : Yıldız'da oturan Sultan Abdülhamid'i kuşatacaklar, Yıldız tabur kumandanı Halil Ağa'yı ayartacaklar, Sultan Murad'ı su yolundan veya merdivenle duvardan indirerek Aziz Bey'in evine getireceklerdi. Sonra da Serasker Kapısı, Meclis-i Mebusan, Topkapı Sarayı ya da Fatih Camii'nden birisine getirilecek ve bi'at sonrası hükümdar ilan edilecekti.. ( 1 No'lu soruşturma evrakındaki, Aziz Bey'in ve Rüsumat memuru Mehmed Nuri Efendi'nin ifadeleri)
   Böyle bir plan ancak asker asker kuvvetiyle yapılabilirdi ; bu yüzden, düşüncelerini fiiliyata dökmek için, bazı etkili devlet adamlarını da yanlarına çekmek istediler. Bu konuda iş Nakşibend Kalfa'ya düşüyordu..
   Elde edebileceklerini düşündükleri kişiler ; Gazi Osman Paşa, Fosfor Mustafa Paşa, Mehmed Ali Paşa, Deli Fuad Paşa, Damad Nuri Paşa ile Adliye Nazırı Damad Mahmud Paşa idi.. Mahmud Paşa, Seniha Sultan'ın kocası ve Prens Sabahaddin'in babasıydı..
   Nakşibend Kalfa ayrıca, eski sadrazam Mütercim Rüşdü Paşa'ya ve henüz Mekke emirliğine tayin edilen Şerif Hüseyin Paşa'ya da başvurmuştu..
   Bütün bu adı geçen kişilerin yardımı reddetmesi üzerine, "büyüklerden" umudunu kesen Skalyeri ve Nakşibend Kalfa ; bir taraftan hocalar ve falcılarla Sultan Murad'ın tekrar hükümdar olup olamayacağını araştırırlarken (!), diğer taraftan İngiltere elçiliğine başvurmayı da ihmal etmediler. Skalyeri "Millet-i Osmani" imzalı ve Fransızca bir mektubu elçiliğe gönderip, bu mektupta bütün milletin Sultan Murad'ı hükümdar yapmak istediklerini bildirerek elçiyi tahrik etmek istemişse de, bu işin Osmanlı Devleti'nin bir iç meselesi olduğunu söyleyen elçi tarafından reddedilmişti. 
   
   Komiteye üye yazmak üzere, Skalyeri tarafından taslağı hazırlanan, beş yapraklı bir de defter düzenlenmişti. Girecek olanlar bu defteri mühürleyeceklerdi.. ( 1 No'lu evrakta, Aziz Bey'in 10 recep 1295 tarihli ve 12 No'lu evrakta, Filibeli Abdullah Bey'in 15 şaban 1295 tarihli soruşturma ifadeleri)

   Komitenin Çırağan Sarayı, yani Sultan Murad ile haberleşmeleri bir süre nöbetçi zaptiyeler, sonra da su yolcular vasıtasıyla ve Kavasbaşızade Tevfik ve Muhtar beylerle, kahvecibaşı İbrahim ve Tütüncübaşı Hüseyin efendiler aracılığıyla yapılmıştı..
   Su yolcular Kılıçali'de Tekservi yokuşu başındaki su haznesinden içeri girmekte, harem dairesinin mermerliğindeki bacaya gelip beklerlermiş. Orada bekleyen bir nöbetçi cariye aracılığıyla mektup alışverişi yapılırmış. Su yolcular bu mektup alışverişinde hem saraydan, hem de komite başkanlığından bahşiş alıyorlarmış.. ( 11 No'lu evrakta, Kavasbaşızade Tevfik Bey'in 29 recep 1295 tarihli ifadesi)
   Filibeli Abdullah Efendi'nin ifadesine göre ; içeriden, Sultan Murad'ın yazdığı kağıtlardan bazıları Mekke emiri Şerif Hüseyin Paşa'ya, Gazi Osman Paşa'ya ve Mütercim Rüşdü Paşa'ya gönderilmişti. Rüşdü Paşa, kendisine gelen mektubu açmadan Sultan Abdülhamid'e takdim etmiş ve karşılığında 100.000 kuruş ihsan almıştı..
   Komite Çırağan Sarayı ile yalnız haberleşmekle kalmamış ve sabık hükümdarla görüşmek üzere Başkan Skalyeri ile üyelerden Ali Şefkati Bey, su yolunu kullanarak saraya girmişlerdi. Sultan Murad onları coşkuyla karşılamış, kucaklayıp iltifat etmişti. Beyazlayan saçlarına hayretle baktıklarını görünce, henüz 39 yaşında olan Murad şöyle demişti : "Bundan bir buçuk yıl önce beni genç görmüştünüz, şimdi ise ak saçlı görüyorsunuz. Bunun belki de can sıkıntısı nedeniyle olduğunu sanırsınız ama öyle değil.. Daha amcamın vefatından birkaç ay önce başımda birkaç beyaz saç vardı.. Bunları daha olgun görünmek için korumak istedim ama annem karşı çıktı. Cülusumdan birkaç gün önce Beyoğlu'ndan bir su getirtti, bunu birçok kere saçlarıma sürdü. Beyazlar kayboldu ama bu suyu sürdükçe bana hemen çok şiddetli yarım baş ağrıları gelirdi. Dr.Kapolyon bunu başka şeylere yordu ama Dr. Laysdorf bu ağrıların, ilacın bileşimindeki bazı zararlı maddeler olduğunu söyledi. İşin doğrusu, başıma kimse el sürmediği günden beri artık o ağrıları duymuyorum.."
   Kendisinin tekrar saltanata geçmesi yolundaki temenniler için de şunları söylemişti : "Gelip benim zincirlerimi kırmak, beni bir cani gibi buraya hapsettiren milletin görevidir. Saltanatımın tekrar iade edilip edilmemesi konusunu da yine millet bilir..Ben o günü bekliyorum..Dostlarım bunu hızlandırabilir. O günün gerçekleşmesine kadar ben de kendimi esaretin acılarından, köşeme çekilmiş olmanın verdiği üzüntüden, hatta beni öldürmeyi düşünenlerden hayatımı kurtarmak için hiçbir girişimde bulunmayacağım.."
   Skalyeri, Sultan'ın sağlık durumunun yerinde olduğunu belirtse de, o gece orada kalan Ali Şefkati Bey, Sultan Murad'ın akli melekelerinin gidip geldiğini söylemiştir..

   Berberbaşı Hüsnü Bey'in evinden Çırağan Sarayı'nın binek taşı görülüyordu. Su yolundan Çırağan'a gitmek üzere birisi su yolu bacasından gireceği sırada Hüsnü Bey'in evinin pencerelerine, daha önce kararlaştırıldığı gibi, havlular asarak saraya haber verilir, oradan da işaretin anlaşıldığına dair cevap yine belirlenmiş işaretlerle alınınca, su yoluna girilirdi. Skalyeri su yoluna her girişte su yolculara 100'er kaime verirmiş.. ( 5 No'lu evrakta, Tabib Agah Efendi'nin 9 recep 1295 tarihli ifadesi) 

   Komite üyeleri bu sıralarda maddi çıkar gözetmeden çalıştıkları için, daha sonra kendilerine verilecek yüksek memuriyetler hayal ediyorlardı ; tabii, başarılı olurlarsa...
   Filibeli Abdullah Efendi, 12 No'lu evrakta, 15 şaban 1295 tarihli ifadesinde ; komiteye ait bir görev dağıtım defterinin bulunduğundan bahseder. Bu deftere göre, Sultan Murad tekrar hükümdar olduğu takdirde ; Abdullah Efendi ile Aziz Bey'in oğlu Kadri Bey, hünkar yaveri olacaklardır. Aziz Bey Evkaf Nazırı yani vakıflar bakanı olacak, üyelerden Rıza ve Abdürrahim efendiler ise tahsil için Fransa'ya gönderileceklerdir..
   Komitenin bazı zorunlu masrafları için, tutuklanmalarına kadar, Çırağan sarayından 2.000 lira kadar bir para yardımı almışlardı.( 5 No'lu soruşturma belgesi ; Aziz Bey ile Tabib Agah Efendi'nin soruşturma ifadeleri)

   Komite tarafından İstanbul'un Ortaköy, Beşiktaş, Fatih, Bayezid,Laleli ve Aksaray taraflarına, Sultan Murad lehine duyurular yapıştırılmıştı.. Bunlar, halkı kışkırtmak içindi.. Rus savaşı, mali durumun iyi olmaması, yiyecek sıkıntısı halkı iyice bunalttığından ; komite bu hoşnutsuzluktan yararlanmak istemişti. 
   Bu duyurulardan bir tanesi manzum olup, komite üyelerinden Muhtar Bey tarafından düzenlenmişti :

"Yeter ayyuka çıktı tık tık artık
 çık ey bigane-i meşrep (umursamaz) çık çık artık
 neden çıkmazsın artık geldi saat
 kapıdan perdeden bakmak mı adet
 bırakmazlar seni bir lahza rahat
 çık ey bigane-meşrep çık çık artık.."

   Komitenin ve planladığı olayların sonucunu bir sonraki yazıda paylaşacağım. Bu yazıda İ.H.Uzunçarşılı'nın "Osmanlı Hanedanı Üzerine İncelemeler" adlı eserinden alıntılar yaptım..             

Seyid Sofrasından Hasoda Sofasına-Talha Uğurluel




2005 yılının temmuz ayı.
Mekke?de bulunan Seyidleri ziyarete gideceğiz. Haftada bir gün bir araya gelen
bu kişiler hadis dersi yapıyorlarmış. Bizlerde hem bu hadis dersine katılacak,
hemde kendileri ile kısa bir çekim yapacağız.

Yatsı Namazı sonrası
bindiğimiz araba, bizi Mekke?nin tepelerinde kurulu bir evin önüne getiriyor.
Evin girişinden merdivenle üst katta bulunan geniş bir taracaya çıkıyoruz. Orada

minderlere kurulmuş elliye yakın kişi görüyoruz. Sarıklı, takkeli, başı açık,
yazmalı farklı kıyafetlerde kişiler. Karşı sedirin üzerinde birkaç kişi
oturuyor.


Aralarından bir tanesi Kütüb-ü Sitte?den hadis dersi yapıyor. Hepsi
mütebessim bir simaya sahip. Ve yine hepsinin omzunda yeşil bir örtü görülüyor.
Bu örtü, onların Efendimiz?in soyundan geldiklerini belirtiyor. Osmanlılarda da
böyle bir emare vardı. Efendimiz?in soyundan olan Nâkib?ül Eşraf?lar yeşil kavuk
takar ve yeşil cübbe giyerlerdi. Onlara toplum içinde sonsuz bir hürmet
gösterilirdi. Osmanlı Padişahları tahta çıkarken, bu zatların ellerinden kılıç
kuşanırlar ve vazifeye öyle avdet ederlerdi.
Az sonra hadis dersi sona eriyor ve herkes çevresindekilerle halkalar 
oluşturmaya başlıyor. Meğer yemek sinileri gelecekmiş. Bizde yanımızdakilerle
halka oluyoruz. Geniş siniler içerisinde pilav getiriyorlar. Sarı renkli bu
pilav aynen Özbek Pilavına benziyor. Yanında da tabak tabak meyveler. Bu güzel
yemekten sonra insanlar yavaş yavaş dağılırken bizlerde sohbeti yapan bu güzel
insanların yanına doğru yaklaşıyoruz.
Hadis dersini yapan kişi Seyid Ömer
adında kıymetli bir zat. Abdülkadir Geylani Hz.nin soyundan geliyorlarmış. Ona
intisapları var ama aynı zamanda Risalei Nur?da okuyorlar. Yakınlarına gelince
kendilerinden daha bir etkileniyoruz çünkü çok mütebessim simaları var.
Yanlarına gelen herkesle özel olarak ilgileniyor ve hiç kimseyi kırmamaya
çalışıyorlar. Eğer kimse bana bunlar Seyid?dir demeseydi, bu topluluk içinde
birkaç tane Seyid var hangisi tahmin et deselerde sanıyorum yine bu kişileri
gösterirdim. Selam verip oturuyoruz. Kendimizi tanıtıp, Türkiye?den geldiğimizi
söyledikten sonra kameralarımızı açıyor ve tatlı bir hasbihale başlıyoruz.


Türkiye?den geldiğimizi söylememiz ile birlikte konu Osmanlı?ya geliyor.
Hadis dersi yapan zat, konuşması içinde, Türklerin tarih içerisinde İslamiyet?e
uzun yıllar bayraktarlık yaptığından, O?nu korumayı kendilerine en önemli vazife
saydıklarından bahsediyor. Bu konuşma sonrasında, kendisinin Efendimiz?in
soyundan geldiğini hatırlatarak, Ehli Beyte düşen vazifelerin neler olduğunu
soruyoruz. Cevabı şöyle oluyor:
 İslamın tebliğinde en büyük vazife ehli beyte düşüyor.
Ehli Beyt İslamiyeti iyi öğrenmeli, iyi yaşamalı ve dünyaya en güzel şekilde
temsil edebilmeli. Asıl ehli beyt, İslamı yaşayan ve Efendimiz SAV ?in ahlakını
hayatına hakim kılan, Allah Rasulü ile irtibatını devam ettirebilendir.
İstikamet içerisinde olan ve bu istikametini bozmayandır. Değişmeyen
değiştirmeyendir.?
 Vakit bir hayli ilerlediği için bu görüşmeyi daha fazla uzatmıyor ve son 
olarak Efendimiz?in bir hadisi şerifleri ile konuşmamızı bitirmemizi teklif
ediyoruz. Böyle bir teklife çok memnun oluyor ve söyleyeceği hadise geçmeden
önce bu hadisin çok sağlam ve sahih olduğunu, sahabelerden hadisi şerif
söylemeleri istendiğinde önce bu hadisi söylediklerini aktarıyor. Çünkü
Efendimizden ilk önce bu sözleri duymuşlardır. Hadisi Şerif şöyle:
?Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet 
etsinler.?
İnsan kendisine ve çevresine merhamet etmeli. Böylece de ilahi
rahmeti celbeder.
Bu güzel birliktelik bizim de çok hoşumuza gitmişti. Farklı millet ve 
devletlerden olan bizler ortak bir paydada, Efendimiz?in sevgi ve muhabbeti
altında sanki kırk yıllık dostlar gibi idik. Ayrılırken kendilerini İstanbul?a
davet ediyoruz. Eğer böyle bir ziyareti gerçekleştirecek olurlarsa onları
Topkapı Sarayı?nı ve özellikle de Mukaddes Emanetler Bölümünü gezdirebileceğim
sözü veriyorum.
Mukaddes Emanetler adını duyar duymaz ciddi bir heyecana
kapıldıkları gözümüzden kaçmıyor. Bunun olmasını çok istediklerini ifade
ediyorlar ve ayrılıyoruz.



Aradan neredeyse bir ay geçmişti. İstanbul?da
bulunduğum bir gün telefonum çaldı. Açtım karşımdaki kişi kendisinin bu hafta
gerçekleşecek, ?Bediüzzaman ve Tasavvuf?
konulu Sempozyumun idari heyetinden
olduğunu, bu programa Mekke?den de bir grubun geleceğini ve onların, Topkapı
Sarayı?nı bizimle gezme istekleri talebini iletti. Ardından da sadece bu Mekke
heyetini değil, Sempozyum?a katılan tüm üyeleri gezdirip gezdiremeyeceğimi
sordular. Memnuniyetle kabul ettim ve o akşam ki sempozyuma katılmak amacıyla
yerlerini öğrendim.
Bildiriler tam üç gün devam etti. Dar dairede yapılan bu ilk Sempozyumda 
sadece
katılımcılar ve gözlemciler bulunuyordu. Dünyanın dört bir tarafından
birçok kıymetli İslam Alimi orada bulunuyordu. Mısır, Suriye, Lübnan, Ürdün,
Afganistan, Pakistan, Arabistan, Fas, Bulgaristan, Bosna ve diğerleri. Son gün
herkes mikrofonlara bir kez daha davet edildiler ve kısaca genel izlenimlerini
anlattılar.

Iraklı Alim Prof Dr Muhsin Abdulhamit, kürsüye geldiğinde, - ?Eğer
Bediüzzaman aramızda olsaydı ne yapardı? diye sordu ve ardından uzun uzun bunun
cevabını verdi.

Fas?tan gelen Prof Dr Mustafa Bin Hamza, konuşmasına, -?İslamın 500 yıl
temsil edildiği topraklardayız.? sözleri ile başladı. Bulgar alim ise
Bediüzaman?ı kastederek, - ?O, zamanın müceddidi idi? dedi.

Toplantıya Suriye?den katılan Prof Dr Said Ramazan El Buti?de Risale-i Nur?un
diğer eserlerden farkını ortaya koydu.

Az sonra tanıdık bir ismi çağırdılar mikrofona, Mekke?den Seyid Ömer Geylani.

Çok güzel bir konuşma yaptı ve sözlerine son verirken, - ?Üç gündür burada
O?nu, Bediüzzaman?ı konuşuyoruz. Biz burada O ve eserlerini konuşurken hissettim
ki O?da aramızda bulunuyordu.? dedi.

Programın artık sonlarına gelinmişti. Kapanış yapılırken sunuyu yapan görevli

bu önemli toplantımızda aramızda Seyidlerde vardı, lütfen Seyidler ayağa
kalksınlar, dedi. Seyid Ömer ve yanındakiler tevazu ile ayağa kalktılar. Dualar
edildi. Ardından Bosnalı çocuklar sahneye çıktı ve Talael Bedru?yu
seslendirdiler.

 Mekke?den gelen misafirlerimiz başta olmak üzere
birçoğu ile görüştük ve kendilerini tebrik ettik. Yarın programın son kısmı
gerçekleştirilecekti. Yani onlarla birlikte Topkapı Sarayı?nı ziyaret edecektik.
Ertesi günü görüşmek üzere ayrıldık. Anadolu yakasına geçerken yanımda, program
boyunca anlatılanları Arapça?dan Türkçe?ye çeviren Nevzat Bey vardı. Kendisi ile
birkaç ay öncede Mısır?lı ünlü alim Muhammed Umera?yı gezdirmiştik. Bu gezi
sonrasında Muhammed Umera?nın kendilerine gezi hakkındaki söylediklerini
aktardı. Umara, Nevzat Beylere, -? Ben bu gezi sonrasında tarih bilgilerimi
yeniden gözden geçirmek zorundayım.? demiş.

Bir zamanlar Osmanlı Coğrafyası iken nice kalleş planla bizlerden koparılan
bu toprakların insanları da ciddi bir beyin tahribine maruz kalmışlardı. Osmanlı
onlara acımasızca kötülenmiş ve onlar velinimetlerini, sömürgeci olarak
bellemişlerdi. Ama şimdi artık bu güzel çalışmalar neticesinde bu aklı başında
alimler neyin ne olduğunu tüm açıklığı ile görebiliyorlardı.

Ertesi sabah kahvaltı da yeniden bir araya geldik. Seyidlere hediyelerimiz
vardı. Kendilerine Mukaddes Emanetler kitabını hediye edince inanın çocuklar
kadar mutlu oldular. Gözleri yaşardı ve kitabı yüzlerine gözlerine sürerek bir
mukaddes emanet edasıyla sarıp muhafaza altına aldılar.

Az sonra arabalarımıza geçerek Topkapı Sarayı?nın yolunu tuttuk. Biraz sonra
Bab-ı Hümayun?un önüne gelmiştik. Öncelikle Sarayın girişindeki 3.Ahmet
Çeşmesi?ni konuştuk. Gezi ekibimiz 40 kişi kadar dı ve hepsi de en az üç dil
biliyorlardı. Hepsinin Arapçaya vakıf olması bazı anlatacaklarımızı ciddi
şekilde kolaylaştırıyordu. Bunlardan biri de 3.Ahmet Çeşmesinin üzerindeki Ebced
hadisesi idi.

Osmanlı?da birçok yapının tarihi üzerindeki kitabenin son satırına harfler
ile rakam düşürülerek atılırdı ve buna tarih düşürme denilirdi. 3.Ahmet bu
çeşmeyi yaptırdığında (miladi 1729) dönemin hicri tarihini düşürmek ister ve
?Besmele ile iç suyu Han Ahmet?e eyle dua? yazar fakat tarih denk düşmez.
Hocasına durumu izah eder. Derin bir ilme sahip hocası hemen cevabı yapıştırır,
-?Hünkarım başına bir aç ekleyiniz.? Tarih o yılın tarihine denk düşmüştür.

Hep birlikte Bab-ı Hümayun?un yazılarını
okuyoruz. Kuranı Kerim?de Hicr suresinin 45 ve 48 inci ayetleri yazılı sarayın
bu giriş kapısının tam alnında. Osmanlılar, bu ayetin manasıyla sarayın cenneten
bir köşe oluşunu özdeşleştirmişler. Ayette şöyle deniyor:



?Şeytana uymaktan korkan müttakiler ise cennetlerde ve pınar
başlarındadırlar,
esenlikle emin olarak girin oraya, onların kalplerindeki
kini söküp çıkarmışızdır. dost ve kardeş olarak divanlar üzerinde karşı karşıya
otururlar. Orada kendilerine hiçbir zahmet ve meşakkat dokunmaz. Oradan hiç
çıkarılmazlar.?

Dikkat ederseniz cennet ayetleri var burada. Topkapı Sarayını hani birileri

sanki bir kaos ortamı gibi göstermeye çalışmaktadır ama biz daha sarayın
kapısında bu düşüncelerimizin darma dağın olduğunu görüyoruz. Yani burada cennet
ayetleriyle hadise o kadar güzel ifade ediliyor ki: onlar kalplerinden kin ve
nefreti çıkarmış olarak içeriye girer. Kim giriyor buradan Padişah, Sadrazam,
Şehülislam giriyor bütün bakanlar kurulu yani devlet erkanı içeriye girerken kin
ve nefreti dışarıda bırakıyorlar ve devleti bu muhteşem ahlaka göre adaletle
yönetiyorlar. Bu ayet buraya 1478 yılında Fatih in hattatı Ali Bin Sofi
tarafından yazılmış. O yıllara ait bu incelik alimleri derinden etkiliyor ve
içeriye böyle bir haleti ruhuye ile giriyoruz.

Babu Selam?dan da geçerek asıl saraya geliyoruz. Hemen sağdaki vitrin içinde
sergilenen arabalar, Osmanlı?nın her sene Kabe için özel olarak hazırlattıkları
Kabe örtüsünü taşıdıkları sürre alayının arabaları. Mekke?den gelen Seyitler bu
arabaları daha bir ilgi ile izliyorlar. Saray mutfağına geçiyoruz. Burasının
alalede bir mutfak olmadığı, Enderun Mektebinde eğitim gören nice talebenin,
eğitimlerinin ilk yıllarında mutlaka burada çalıştığı ve hizmet almadan önce
hizmet etmeyi öğrendiğini konuşuyoruz. Bu sözler üzerine Seyid Ömer söz alıyor
ve Efendimiz?in de çocukluk yıllarında Mekke?de çobanlık yaptığını hatırlatıyor.

 Onları en çok etkileyen yerlerden birisi de Adalet
Kulesi. Dünyanın bir dönem buradan yönetildiğini anlatıyoruz. Adaletin önemine o
kadar inanıyorlardı ki, adaleti dağıttıkları yapının üzerine inşa ettikleri
kuleye Kasr-ı Adl, Adalet Kasrı, Kulesi adını verecek ve bu kuleyi, sarayın en
yüksek yapısı olarak inşa edeceklerdi. Kulenin kapısına ise bir hadisi şerif
yazdırmışlardı. Efendimiz bu sözlerinde şöyle diyordu:

-?Bir saatlik adalet seksen yıllık ibadetten hayırlıdır.?

Nihayet Topkapı Sarayı?nın üçüncü ve en önemli kapısının önüne geliyoruz.
Burada etrafı zincirlerle çevrili bir alan var. Osmanlılar, Efendimiz?e o kadar
çok düşkün idiler ki, sefere çıkmazdan önce burada toplanır ve Peygamber
Efendimiz?in mübarek sancağını buraya dikerek selamlar ve yolculuklarına öyle
çıkarlardı. Yanımızdaki nice Alim, belki de hayatlarında ilk kez duydukları bu
şeyler karşısında her geçen dakika biraz daha şaşırıyorlardı. Sanki bu saray,
lisanı hali ile Osmanlıların, Peygamber ve O?nun getirdiklerine olan bağlılığını
tek tek anlatmaya başlamıştı.

Çevrelerindeki her bir ayet yada hadis ile başı dönen bu İslam alimlerini
şimdi bir başka sürpriz bekliyordu. Burası Bab-u Saade?nin üçüncü avluya bakan
yüzü idi. Bu kapıdan geçtikten hemen sonra karşınıza Arz Odası çıkar. Yani Kubbe
Altında alınan kararların Osmanlı Padişahı?na arz edildiği yer. Padişah bu
kararları sükunet içinde bu mekanda dinleyecek ya kabul edecek yada reddecektir
ki bu durumda konu, yeniden Divanı Hümayun tarafından incelenmeye alınacaktır.
Bizler şimdi işte tam bu Arz Odasının girişinde bulunuyorduk. Sırtımızı Arz
Odası?na vererek, odanın penceresinden rahatlıkla görülebilen bir yere
bakmalarını istedim. Burası Babu Saade?nin üçüncü avluya bakan yüzünde tam
kapının üzerinde bulunan kitabe idi. Burada yine bir hadisi şerif yazıyordu: 

-?Hikmetin başı Allah korkusudur.?

 Osmanlı padişahları her bir karar hakkında kendi
hükümlerini beyan ederken, tam karşılarında duran bu hadisi şerifi görecek ve bu
Peygamber nasihatini dikkate alarak reylerini sunacaklardı. Hikmet hüküm, doğru
karar verme manasına geliyordu. Doğru karar verecek bir vicdanda muhakkak Allah
korkusu olmalıydı. Dünyanın dört bir yanından gelme bu nice İslam Alimi?nin
artık ayaklarında derman kalmamıştı. Gözleri artık sanki baktıkları yerleri
görüyor gibi değildi. Akıllarıyla sanki uzaklardaki bir şeyi hayaller gibi bir
halleri vardı. Saray onlarla konuşuyordu. Tarihteki velinimetiniz işte böyle bir
hayat yaşamıştı dercesine?
Gezilen yer Topkapı Sarayı olunca tabi adımla adımla bitmiyor. Şimdi de
Harem-i
Hümayun?a doğru ilerliyoruz. Girişte bizi Kara Ağalar avlusu
karşılıyor. Başta Seyidler ve ardından diğerleri derinden bir ?Fesubhanallahhh
çekiyorlar ve ardından
birbirlerine bakarak ?Acaip ?Acaip diyorlar.
Gözlerine bakıyorum, hepsi avlunun duvarlarını boydan boya kaplayan yazılara
bakıyorlar. Biz anlatmadan onlar neyin ne olduğunu görmüş durumdalar. Evet bu
yazılar aslında Kasideyi Bürde?dir. Kab bin Züheyr Hz.nin Efendimiz için yazmış
olduğu ve karşısında kendisine Efendimizin hırkasının hediye edildiği o övgü
dolu şiir. Gözyaşları ile şiirin mısralarını heceliyorlar.

 Harem denilen, aslında orijinal adı Duhteran
Mektebi (Kızlar Mektebi) olan bu eğitim kurumunu geziyoruz. Her bir kapı yada
pencere üzerindeki, -Ya Müfettihal Ebvab,
İftahlena hayral bab.? yazılarını
okuyorlar. Sanki her bir kapı, içinden geçenleri duaya sevkeder gibi bir hal
almışlar. ?Ey kapılar açan Rabbim, bana hayırlı kapılar aç.?
Artık son noktaya ve en heyecanlı kısma geldik. Grubun saatlerdir gezmeyi 
arzu ettikleri ve sabırla bekledikleri bu yer Mukaddes Emanetler dairesi. Az
sonra içeriye girecek ve Efendimiz?in O, mübarek emanetlerinin en azından bir
kısmı ile müşerref olacaklar. O sırada saraydaki varlığımızdan haberdar olan
Saraylar Müdürümüz İlber Ortaylı Bey geliyor. Hırkayı Saadet Dairesi?nin
girişinde bu değerli İslam Alimleri ile üç beş kelam ediyor. Ardından onları bu
güzel daireye buyur ediyor. Herkes içeriye önce bir diğeri girsin diye
yanındakileri buyur ediyor. Herkesin gözü seyitlerde. Onlar kapıya
yönlendiriliyorlar. Biz içeriye adımlarını atmalarını beklerken Seyidler bizleri
hayretlere düşüren bir davranışla daha kapının dışında ayakkabılarını çıkarıyor
ve eline alarak yalınayak bir vaziyette içeriye giriyor. Kapıdaki o kadar Alim,
manzarayı gören İlber Ortaylı ve bizler ne yapacağımızı şaşırıyoruz. Öylece
birbirlerimize bakakalıyoruz. Evet Seyidler bize yine bir ders veriyorlar. Yada,
zamanında bizde bulunan bir saygı unsurunu yeniden bize hatırlatıyorlar.

 Bir tarihçi olarak, o kapı önünde geçmişe dalıyorum. 
Osmanlı, buradan içeriye ayakkabı ile giriyor muydu ? Elbette girmiyordu. Hatta
kapının önünde, hemen giriş sofasının ortasında, bugün hale orada duran bir
şadırvan vardı ki, içeriye girerken ve dışarıya çıkarken burada ellerini
ayaklarını yıkarlardı. Çünkü dışarıdan içeriye toz sokmak, içeriden de dışarıya
toz çıkarmak istemezlerdi. Has Odayı süpürdüklerinde bu tozları, ayak altında
kalır diye bir yerlere atamaz ve dairenin hemen girişinde bulunan toz kuyusunun
içinde saklarlardı.

Sonra içeriye tek tek giren, ülkelerinin bu en ünlü
alimleri bir ibadet ciddiyeti içinde Mukaddes Emanetleri ziyaret ettiler.
Çıkışta onları bir sürpriz bekliyordu. Çünkü yanımızda, Efendimiz?in mübarek
hırkalarına sürülmüş bir destimal mendili getirmiştik. O koca koca alimlerin
duydukları heyecanı, bayram yerinde şeker dağıtılırken sıraya koşan çocuklar
gibi sıra oluşlarını ve bu gül kokulu mendile hayran hayran bakışlarını bir
görseydiniz.

Artık ayrılma vakti gelmişti. Saray turumuz nihayete
ererken, gezinin başından beri yanımızda bulunan Cihan Haber Ajansı muhabiri,
Seyidlere yaklaştı ve gezi hakkındaki düşüncelerini sordu. Seyidlerin en yaşlısı
tüm grup adına şunları söyledi:

-? Bugün burada tarih ile buluştuk.
Osmanlıya minnettarız çünkü bu emanetleri çok güzel muhafaza ederek bugünlere
gelmelerini sağlamış. Biz bugün burada göklere kadar yükselen bir adalet gördük.
Bizim için bundan daha değerli bir gezi olamazdı. Burada Efendimizi hatırlatan
şeyler ile onların şahsında Efendimiz ile buluştuk.

2.Abdülhamid'in İngiliz Siyaseti-Talha Uğurluel

2.Abdülhamid'in İngiliz Siyaseti


Televizyonu veya gazeteyi açtığımızda sürekli benzer ülke isimleriyle karşılaşmaktayız.
Bugünlerde Afganistan ve Irak, dün İran ve Mısır, kargaşanın hiç bitmediği Filistin
ve diğerleri....
Yüzlerce ortak yönü olan bu devletler nasıl oldu da böyle bölük pörçük hale geldi? 
Şüphesiz bu feci manzara, birilerinin yüzyıllar öncesinden plânladığı sinsi oyunların
eseriydi. Ama şu da bir gerçek ki, ardı arkası kesilmeyen bu entrikalara karşı,
fedakâr bir devlet, bütün sıkıntılara göğüs germesini bilmiş, bu geniş coğrafyayı
ve insanlarını huzur ve adaletle yönetmişti.


Çok geniş bir coğrafyadaki ülkeleri bir Selâm–ı Şâhâne ile yöneten Osmanlı ile
onun gücünü kırmaya çalışanların bu çetin mücadelesini anlamak için, tarihte küçük
bir pencere açmak istiyoruz. İngilizlerin Mısır politikası ile başlayan bir pencere... 

Kudüs'te  Kadiri Birlikler19.
yy’ın sonlarında İngiltere’de yapılan seçimlerde Osmanlı Devleti’nin toprak
bütünlülüğünün korunmasından yana olan Muhafazakâr Parti iktidardan düşmüş,
Osmanlı Devleti’nin parçalanmasını arzulayan, Gladstone’un başkanlığını yürüttüğü
Liberal Parti başa geçmiştir. İngilizlerin genel politikası olan Hindistan yollarını
koruma maksadıyla, başta Mısır olmak üzere, bütün Ortadoğu’yu hakimiyetine almak
isteyen Gladstone; “Türkler Avrupa’yı bütün silâh ve ağırlıkları ile birlikte
terketmeden Şark Meselesi halledilemez” diyordu.(1) Osmanlı Devleti’ne karşı
Ermeniler'i alabildiğine kışkırtan Gladstone’un İngiliz Müstemleke Nazırı iken
Lordlar Kamara’sında söyledikleri ise, İngilizlerin üzerimizdeki ince hesaplarını
açıkca ortaya koymaktadır. O gün Gladstone eline Kur'ân–ı Kerim'i alarak kabinedekilere
göstermiş ve; “Eğer bu kitabı Türklerin elinden alamazsak onları asla yenemeyiz.”
demiştir.
1807’de Mısır’a yerleşme gayretleri neticesiz kalan İngiltere, M. Ali Paşa’nın 
1830'lu yıllarda yeni bir devlet kurmasına engel olmuştu. Süveyş Kanalı’nı açma
çalışmaları Hindistan yollarının güvenliği noktasında İngiltere’yi iyice telaşlandırmış,
bunun üzerine İngiltere buranın hakimiyetini ele geçirmek için ince bir siyaset
gütmüştü. Olayı E. M. Earle şöyle anlatıyor:
“Önce Mısır’ı İngiliz kapitalistleri borç vererek aşırı bir mâlî yük altına 
sokmuşlardı. Sonra İngiliz işadamları ve kapitalistler, borçlarının meydana
getirdiği korku ve eziklikten istifade ederek bir sürü imtiyaz koparıp, ülkeye
yerleşmeye başlamışlardı. Sonunda öyle bir gün gelmişti ki, Mısır mâliyesi İngiliz
ve Fransızlar'ın sözünden çıkmaz olmuş, Avrupalı diplomatların verdiği akıl,
Hidiv’in emirlerinden daha geçerli hale gelmişti. Ayrıca el altından, askerî
feth ve işgale mazeret teşkil edecek, karışıklık, ayaklanma ihtimalleri bulunduruluyordu.”
(2)

Hidiv İsmail Paşa’nın Süveyş Kanalı tahvillerini 1875’de İngiltere’ye 100 milyona
satması, 1876’da vadesi dolan borçları ödemeye ancak yetmiştir. 1877’de ödemesi
gereken borçları üç ay ertelediğini söylediğinde alacaklı devletler faizlerin
ödenmesi için bir iflas sandığı kurdular.

Tasarrufa giden Hidiv, ordudan 2.500 Mısırlı subayın işine son verdi. Bunun
üzerine ayaklanmalar çıktı. Arabi Paşa'nın; “Mısır Mısırlılarındır.” sloganı
ile başlattığı yabancı aleyhtarlığı sonucu Avrupalı memurların azli başladı.
Bunu fırsat bilen İngiliz ve Fransız donanmaları İskenderiye’ye geldiler. İstanbul
Hükümeti; meselenin müzakere yoluyla çözülmesini istediyse de Mısır’ı almayı
kafasına koymuş olan İngiltere, Fransa’nın Tunus’u, İtalya’nın da Trablusgarb’ı
işgal düşüncesinden güç alarak 11 Temmuz 1882’de Mısır’ı işgal etti. Bu işgal
İngiliz–Osmanlı siyasî ilişkilerini derinden etkileyecekti.

2.Abdülhamid Han'ın yaptırdığı Medine Hicaz DemiryoluII.
Abdülhamid konuyla alâkalı olarak İngiliz dostu Wambery’ ye şöyle söylüyordu:

“Mısır hadisesi dururken ve iyi ilişkilere girmek istediğim hükümet bu davranışı
ile bütün İslâm dünyasında ve halkımın önünde benim gururumu kırmış iken nasıl
yaparım? Ben bu şekilde aşağılanmayı kabul edemem, etmeyeceğim de! Bildiğiniz
gibi bir anlaşmaya varabilmek için öylesine çalıştık, fakat İngilizlerin şartları
ülkemin geleceği için tehlikeli ve benim İslam Halifesi ve Osmanlıların İmparatoru
olarak prestijimi o derece zedeleyici idi ki, bu şartları hiçbir şekilde tasdik
edemezdim. Her iki tarafın da bazı hataları olduğunu kabul ediyorum. İngiltere'nin
sömürgeci çıkarlarının Süveyş Kanalı'ndan serbest geçişi gerektirdiğini de biliyorum.
Ama bu hükümranlık haklarım benden alınmadıkça ve devletimin menfaati, hakları
emniyet altına alınmadıkca kanunen hâkimiyetimde olan bir mülkün geçici de olsa
yabancı işgaline terk edilmesine izin veremem.” (3)

Osmanlı Hükümeti'nin Mısır’ın boşaltılması için İngiltere’ye verdiği notalar
İngilizler'in geçiştirme ve diplomasi oyunları sebebiyle neticesiz kaldı. Fakat
II. Abdülhamid’in keskin zekâsı ve ileri görüşlülüğü İngiltere’yi ne Mısır’da,
ne de diğer sömürgelerinde rahat bırakmayacaktı.

“İngilizler'in bu faaliyetine mâni olmak isteyen padişah, Mısır’da ve Sudan’da
propaganda yaptırmak için büyük paralar sarfediyordu. Ayrıca da Sina Yarımadası'nda
ve İran Körfezi'nde bulunan Osmanlı Garnizonlarını takviye ediyordu. Elhasıl
Abdülhamid bir kısmı tehlikeli, bir kısmı asab bozucu olmak üzere ne yapabiliyorsa,
hepsini Büyük Biritanya aleyhine kullanmaktan çekinmiyordu.” (4)


2.Abdülhamid Han'ın sandukası“Padişah
Abdülhamid sayesinde Batı âlemi, bilhassa Dışişleri teşkilatları; Halifeye,
İslâm âleminin Papası gözüyle bakıyorlardı. Onun bu sıfatla kullanabileceği
nüfuzdan çekiniyorlar, hattâ korkuyorlardı.”(5)



“Sultan II. Abdülhamid sadece kendi devletinde değil, bütün dünyada da en büyük
birliktelik ortak paydası, İslâm’ı uyandırmak için var kuvvetiyle çalışmaktadır.
Afganistan’daki ayaklanmaları ve karışıklıkları bir kenara bırakalım,1881 yılı
Ağustos ve Eylül aylarında Tunus’daki ihtilâl, aynı tarihte Güney Cezayir’de
patlayan isyan, Mısır’daki millî ayaklanma hep onun eseridir.” (6)

Tarih tekerrür etmeye devam ediyordu. Dün Rusya, bugün ABD Afganistan’a nasıl
girdiyse, o günlerde de İngiltere Afganistan’ın işgaline başlamıştı. Fakat o
dönemde hassas dengeleri çok iyi takip eden, duyarlı ve tesirli bir padişah
onların oyunlarını bozacaktı. II. Abdülhamid bu bölgelerde Osmanlı nüfuzunu
kuvvetlendirme ve yabancıların tesirlerini kırma maksadıyla Şirvanizade Ahmet
Hulusi’yi Afganistan’a, Ferik Paşa’yıda Çin’e gönderdi.

Hacca giden Müslümanlar'ın arasına karışan II. Abdülhamid’in adamları, bu halkı
Müslüman olan ve sömürgeleştirilmeye çalışılan ülkelere sızıyor ve insanları
şuurlandırıyorlardı. Bu konuda İngiliz casusu Wambery, Budapeşte’den Sir Thomas’ı
şöyle uyarıyordu; Sultan 2.Abdülhamid Han

“Hindistan Hükümeti, Mekke’den Asya’ya dönen Hind, Afgan ve Orta Asyalı hacılar
arasına sızmış padişahın ajanlarına dikkat etmeli, onları göz altında tutmalıdır.
Bunlar halifenin bizzat kendisi tarafından görevlendirilmiş olup, bütün talimatları
padişahın mabeyincilerinden almışlardır. Abdülhamid’in Pan–İslâm siyasetinin
bütün İslâm dünyasının en ücra köşesine kadar nasıl nüfuz ettiğini görmenin
beni oldukca şaşırttığını itiraf etmeliyim. Kuzey Afrika’da Şeyh Sunusi, Afganistan’da
Kabil Başmollası, Orta Asya’da Buhara Kadısı ve Hindistan, Cava ve Çin dinî
liderleri padişahın emrindedirler. İslâm Birliği fikrinin hiçbir zaman Abdülhamid’in
saltanatındaki kadar güçlü olmadığını söylemekle şüphesiz ki mübalâğa etmiş
olmam. İslâm Birliği'nin henüz oluşma safhasında olduğu tabiidir. Ne varki Mekke’deki
merkezî otoritesi ile padişahın –eğer plânlarının uygulanmasına izin verilirse–
şaşırtıcı neticeler alması mümkündür.” (7)


Osmanlı Devleti’nin hasta adam olarak görüldüğü bu kritik dönemde, denge politikasını
en iyi oynayan kişi olan II. Abdülhamid, halifelik müessesesinden nasıl istifade
ettiğini kendi ifadeleriyle şöyle anlatmaktadır;

“İngilizler Asya’da yüzelli milyon Müslüman'ı idareleri altında tutuyorlardı.
Bu müslümanlar üzerinde hilafetin büyük nüfuzu vardı. Bunları bildiğim için,
İngilizler'i kuşkulandırmadan, her ihtimale karşı seyyidler, şeyhler, dervişler
gönderip Asya’daki Müslümanlar'ı hilafete mânen bağlamaya hususî itina gösteriyordum.
Buharalı Şeyh Süleyman Efendi’nin Rusya’daki Müslümanlar arasında yaptığı hizmetleri
bilhassa şükranla yâdederim. Bunun İngilizlerle münasebetlerimizde çok faydasını
gördüm. Hindistan’daki umumî valileri, oradaki Müslümanlar'ın Osmanlı Devletiyle
yakından ilgilendiklerini gördükçe, hükümetlerine, Osmanlılarla iyi geçinmelerini
yazıyorlar ve böylece bizim işlerimiz bir nebze kolaylaşmış oluyordu.” (8)

II. Abdülhamid’in bu politikasını kırmak isteyen İngilizler, Osmanlı halifesinin
tesirini azaltmak için İslâm dünyası içinden başka bir halife seçtirme gayretlerine
girdiler. Bu maksatla halkın arasına saldıkları, din adamı görünümlü ajanları
ile yeni halife söylentileri yaymaya çalıştılar. Ayrıca Arapların ırkçılık damarlarını
körükleyerek de bu parçalamayı hızlandırmayı sürdürdüler.

Japon İmparatorunun 2.Abdülhamid Han'a gönderdiği  Samuray Elbisesiİngilizlerin
bu sinsi faaliyetlerini sezen Sultan, Arap vilayetlerine özel statüler veriyor,
Arap liderlerini taltif ediyordu. Bu topraklara yönelik yaptığı en mühim faaliyet
ise hiç şüphesiz Hicaz Demiryolları Projesi'ydi. Bu proje tamamen bir Osmanlı
teşebbüsü olup, Osmanlı mühendis ve teknisyenleri tarafından gerçekleştirilmiş,
masrafların tamamı ise İslâm dünyasından toplanan yardımlardan karşılanmıştı.
Hindistan, İran, Tunus, Cezayir, Fas, Türkistan, Sumatra, Java ve Malezya Müslümanları
açılan yardım kampanyalarına katılmışlar, bilhassa Afganistan Sultanı Amir Han
en büyük yardımı yapan şahıs olmuştu.

Hicaz Demiryolu Projesi'yle bu topraklarda Osmanlı nüfuzunun artacağı endişesine
kapılan İngiltere, Osmanlı Devleti’nin açtığı demiryoluna yardım kampanyalarını
engellemeye çalışmıştır. Bu baltalama hareketlerini Rüştü Paşa şöyle anlatır;


“Bu hat başladığı zaman İngilizler bizde, bu hattı inşa edebilecek kâbiliyeti
göremeyerek, Hindistan’da ve Mısır’da yayınlanan gazeteleriyle Türklerin yardım
bahanesiyle Müslümanları soymak için yeni bir tertipte bulunduklarını, Türklerde
bu iktidarın olmadığını ve beyhude yere aldanıp para vermemelerini ilândan çekinmemişlerdir.”
(9)

II. Abdülhamid’in denge siyaseti neticesinde, Osmanlı üzerinde paylaşma plânları
kuran devletler, uzun yıllar bu emellerine ulaşamayacaklardı. Sadrazam Ferid
Paşa bu politikayı şu sözlerle anlatır;

“Medenî adam dostunu düşmanını tefrik etmemeli, her ikisine de aynı muameleyi
yapmalı. Zira düşmanlarına açıkca husumet göstermek akıl kârı değildir. Dostlara
da fazla güvenmek ahmaklıktan ileri gitmez, biz daima İngiltere’nin dostu gözükeceğiz.
Fakat onun hislerini, fikirlerini, siyasetini de bileceğiz.” (10)

Padişahın bu siyasetinin yabancılar da farkındaydı. Wambery bu politikayı şöyle
anlatmaktadır;

“Padişah hâlen kesin tarafsızlık ilkesini sürdürmektedir. Herhangi bir Avrupa
gücüne yaklaşıp, diğerlerinin düşmanlığını kazanmaktan çekinmektedir. Bu siyaseti
doğrultusunda bütün elçiliklere mavi boncuk dağıtmakta, fakat hiçbir zaman onları
hayalî darbelerle tehdid etmeyi de ihmal etmemektedir.” (11)

Çileli padişah 33 yıllık mücadelesinin sonunda iktidardan uzaklaştırılmış,
bugün gözümüzün önünde uzanan bu bölük pörçük manzarayı oluşturmak için en önemli
engellerden biri daha kaldırılmış ve devlet ehliyetsiz ellere kalmıştı. Devletin
o dönemdeki hassas konumunu ve kurtarma çarelerini göremeyen basiretsiz idareler,
onu yavaş yavaş yıkıma götürecekti. Ayrıca II. Abdülhamid’in kurmak için büyük
çabalar harcadığı Pan–İslâmizm de ilgisizlikle ihmale uğrayacak, ortada kalan
Müslüman topluluklar, bir bir yabancıların oltalarına takılıp, onların emellerine
âdeta teslim olacaklardı.

Bugün her ne kadar O’nun hakkında bazı yanlış kanaatler varsa da, büyük hizmetlerini
görüp takdir edenler hiç de az değildir. Hattâ kimi yabancılar onun bu gayretlerinin,
Yeni Türk Devleti’nin tohumları olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yazımızı, Türkiye’de
donanmayı ıslahla görevli İngiliz Amirali Sir Henry F. Woods’un hatıralarından
bir alıntıyla bitiriyorum.

“Abdülhamid olmasaydı, ne bu satırların yazıldığı şu anda bu kadar geniş ve
bağımsız bir Osmanlı Devleti, ne de ileride tarihçiler ve diğer devletler tarafından
tanınacağına şüphe etmediğim Ankara Hükümeti bulunacaktı.”(12)

Dipnotlar

(1) Joan Hasliph, Bilinmeyen Taraflarıyla Abdülhamid, Çev: N. Kuruoğlu, İstanbul,
s.101.

(2) Edvard Mead Earle, Bağdat Demiryolu Savaşı, Çev: K. Yargıcı, Milliyet Yay.,
İstanbul, 1972, s.224.

(3) Dr. Mim Kemal Öke, İngiliz Casusu, Prof.Arminius

(4) Hasliph, s.198.

(5) Charles Sherril, Bir Elçiden Gazi Mustafa Kemal, Tercüman 1001 Temel Eser,
İstanbul, 1978, s.187.

(6) A. Debidour, Avrupa’nın Diplamatik Tarihi, c:2, İstanbul, 1961, s.542.

(7) Öke, s.109

(8) İ.Bozdağ, II. Abdülhamid'in Hatıra Defteri,Kervan Yay. İstanbul, 1975, s.75

(9) Rüştü Paşa, Akabe Meselesi, İstanbul, 1326, s.134

(10) S.Nafiz Tansu, Madalyonun Tersi, Gür Kitabevi, İstanbul, 1970, s.9

(11) Öke, s.85

(12) Henry F. Woods, Türkiye Anıları Çev: F. Çoker, Milliyet Yay., İstanbul
1976, s.116.

Uyutmadilar Bile !


Başbakan Adnan Menderes'in avukatı Talat Asal, 17 Eylül 1961'de idam edilen Menderes'i ve Yassıada Mahkemeleri'ni anlattı. Menderes'in avukatından son isteği ne oldu?

Röportaj: Seda ŞİMŞEK
Başbakan Menderes ve arkadaşları Yassıada'ya gönderildi. Demokrat Partililer burada türlü işkencelere maruz kaldı. Davanın sonu başından belliydi, Mahkeme Başkanı Başol, "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" diyerek kararı zaten açıklamıştı. 

Sadece Demokrat Partililer değil, onları savunan avukatlar da 27 Mayısçıların hışmına uğradı. Başbakan Adnan Menderes'in avukatı Talat Asal ile 17 Eylül 1961'de idam edilen Menderes'i ve Yassıada Mahkemeleri'ni konuştuk. 

17 Eylül'de idamının 48. yıl dönümünde rahmetle anacağımız Menderes, Yassıada şartlarında dahi demokrasiye sadakatini avukatından son isteği ile ortaya koymuş: Diktatör olmadığımı savunun...

Avukatı Talat Asal, 17 Eylül'de asılarak öldürülen Başbakan Adnan Menderes'in son isteğini açıkladı:

DİKTATÖR OLMADIĞIMI SONUNA DEK SAVUNUN


kullanBaşbakan Menderes'in avukatı Talat Asal, o günleri anlatırken “Yassıada’daki 12 metrekarelik odasının üstünde sürekli çalıştırılan bir makine vardı. Uyuması, dinlenmesi imkansız hale getirilmişti. Bu bir işkenceydi” dedi...

Adnan Menderes ile avukatlığını yapmadan önce tanışıyor muydunuz? 

Ben DP mensubuydum. Binaenaleyh partiliydim. Rahmetli Adnan Menderes'in yakınları ve özellikle bazı üniversite hocalarının tensibiyle rahmetlinin vekaletini deruhte ettim. Rahmetli ile daha önceden tanışıklığımız ve kendisiyle bazı konuları müzakere ettiğimiz doğrudur. 

Yassıada'da ilk görüşmenizi nasıl yaptınız?

Bir akşam üzeri Hava, Deniz, Kara Kuvvetleri mensubu üç asteğmen, kaldığım otele geldiler. Önlü arkalı eskortlarla Dolmabahçe rıhtımına indik. Oradan Lale adlı deniz motoruyla Yassıada'ya gittim. Yassıada'da rahmetlinin 12 metrekarelik odasında meseleleri yarım saat içinde konuşmaya çalıştık. Çünkü süre yarım saatti.

Uyutmadılar bile...

İlk görüşmenizde neler yaşadınız, Adnan Bey nasıldı?


Küçücük bir oda. Odada bir siyah karyola, iki tane tahta iskemle, bir tahta masa... İkinci iskemle kendisini 24 saat bekleyen subaylara aitti. Bu şartlar altında, hiçbir şey konuşmadan bir insanın dünyadan habersiz yaşadığı takdirde ne hale gelebileceğini tahmin ederseniz o haldeydi. Bir manevi işkencenin tesirleri ayan beyan görünüyordu. Kaldı ki, bu işkencenin daha şiddetli tarafları da vardı. 

İşkence mi gördü?

 Mesela, odasının üstüne konulan bir aletin devamlı çalıştırılması suretiyle Beyefendi'nin uyuması, dinlenmesi imkânsız hale getirilmiştir. Bundan çok şikayet etmiştir. Fakat, Başol nasıl "Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor" dediyse, işkence meselesi bu açıdan düşünülmelidir. 

İlk görüşmenizde neler konuştunuz?

 İlk görüşmemizde davalarla ilgili meseleleri konuştuk. Yarım saat içinde ne kadar konuşulabilirse o kadar konuştuk.

Dışarıda olup bitenlerden haberi var mıydı?

Dışarıdan haber vermemiz yasaktı. Ailesini anlattım.

Savunmanın esasları

İdam edileceğini hissediyor muydu?


 Son görüşmemizi ağustos ayında yaptık. Son görüşmemizde birbirimizden ayrılırken, bir elimi eliyle tuttu ve sağ kolunu yukarı kaldırarak, "Milletime ve Allah'a hesap veriyorum" dedi. 

Bir isteği olmuş muydu? 
Olmuştu. "Benim diktatör olmadığımı, dikta rejimine gitmek istemediğimi savunun" demişti. Bu suretle savunmamın esaslarını tespit etmiş oluyordu. Ben de onu yaptım. Gerek iddia makamı gerekse mahkeme dedikleri heyet, o kadar teferruat ve komik hadiselerle meşgul olmuştur ki, şaşırmamak elde değildir. Bunların üç örneği. 

Bebek Davası, Örtülü Ödenek Davası, Köpek Davası'dır. Bu davaların komik tarafları da dahil olmak üzere özelliklerini "Don Davası, Cımbız Davası, Köpek Davası" adlı kitabımda yayınladım. Orada adaletin ne hale getirildiği ortadadır.

Siyasi vefanın örneği

Kendisi aleyhine tanıklık eden siyaset arkadaşlarıyla ilgili sizinle hiç konuştu mu?


Ethem Menderes, Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Paşa'nın yazdığı mektubu kendisine göstermemiş. Ama, yapacağımız savunmalarda hiçbir siyasi ve gayri siyasi şahıslara atıfta bulunulmaması hususuna dikkat etmemizi arzu etmişti. Bu, siyasi vefanın müstesna örneğidir. En büyük arzusu 10 yıllık iktidar dönemindeki sosyal ve ekonomik icraatın tüm ayrıntılarıyla sergilenmesiydi.

Hukuku, siyasetin oltasına yem yaptılar

Başbakan, Yassıada'da anayasayı ihlal etmekle suçlanmıştı, özü neydi?


 Anayasanın ihlali filan söz konusu değildir. O zamanki Ceza Kanunu'nun 146. maddesinin hiçbir unsuru oluşmamıştır. O mahkememahkûm etmek için kurulmuş bir mürettep, sözüm ona mahkemedir.

Bir iftira kampanyasıydı

İstanbul ağırlıklı hukuk profesörlerinin 27 Mayıs ve sonrasında özellikle Yassıada Davası'ndaki rolleri neydi?


 27 Mayıs darbesi bir iftira kampanyasıydı. Bu husus aydınlığa kavuşunca, normal bir mahkemenin mahkumiyet kararı veremeyeceği gerçeğine ulaşan birtakım fetvacı profesörler, Yassıada Mahkemesi'nin, Yüksek Adalet Divanı gibi bir mahkemenin kurulmasını istemişler ve o mahkeme bu suretle meydana getirilmiştir. Hukuk profesörleri, hukuku siyasetin oltasına yem yapmışlardır. 

Bu Türkiye'de hukukun ve yargının siyasallaşmasının başlangıç tarihi mi?


 O mahkemede adalet yoktur. Adalet gece kulübünde dans eden oryantalistin ta kendisidir. 

Naaşı teslim edildi mi?

 Güneşli bir sonbahar günü, 17 Eylül 1961'de 13.05'de kendi devletinin darağacına çıkıp, kendi devletinin cellâdı tarafından asılarak öldürüldü. Naaşı alınmadı. İmralı'da gömüldü. Avukat olarak benim infazda bulunmam gerekiyordu, ama bulundurmadılar.

Berin Menderes'e mektup

Berinim, Dün ... tarihli mektubunu aldım çok şükür. Asal'ı görüp teşekkür edemedim, sen telefonla tarafımdan teşekkür et ve bana da bildir ki müsterih olayım; çünkü kendisine çok müteşekkirim, elinden geleni yaptı ve büyük külfetlere katlandı kaç aydır ve hepsinin üstünde candan ve dostça çalıştı. Bütün ıstırabımın tesellisi mektupların ve görüşmemiz müsaade olunur ümidi; ben minnet en derin hasret ve sevgiyle öperim.

İDAM FERMANI ERTESİ GÜN KAPISINA ASILDI


'Kendi devletinin cellâdı tarafından asılarak öldürüldü. İdam edildikten bir gün sonra, neden idam edildiğine dair belge ile celladın parasını istedikleri yazı evlerinin kapısına asıldı...’

Menderes'in idamından sonra ailesine gönderilen icralar var, cellâdın ve darağacının parasını da ailesinden istemişler, siz gördünüz mü o tebligatları? 


İdamın ertesi günü, neden idam edildiğine dair belge, Aydın Beyefendi'nin ifade ettiği darağacının ve celladın parasını talep eden belge ile birlikte Tahran Caddesi Arman Apartmanı'nda oturdukları dairenin kapısına asılmıştır. 

Ne kadarlık bir icra söz konusuydu?


Örtülü Ödenek Davası'ndan 4 milyon 877 bin 719 lira civarı bir meblağ, cellada verilen para da 150 liradır. 

Ne yaptınız, ödendi mi bunlar? 

Maliye Bakanlığı Müsteşarı'na gittim, yüzüme bakmadı. Aile tarafından ödendi. 

Berin Hanım nasıldı, bir gün Adnan Bey'in çıkacağını ve kavuşacaklarını ümit ediyor muydu? 

Ümit ediyordu. Ümidin en az olduğu yerde ümit en fazladır. 

Ailesiyle görüşmesine izin yoktu değil mi? 

Beyefendi, her görüşmemizde ailesini görmek için gayret sarf etmemiz direktifinde bulunuyordu. Ama, çabalarımız sonuç vermedi. 10 Ağustos 1961 tarihli mektuplarının sonunda da aynı isteği tekrarlamıştı, ama görüşemedi. Bunun hiçbir kanuni ve insani dayanağı yoktur. Beyefendi'ye bu dünyaya, sevgili eşinin ve sevgili evlatlarının özlemi içinde terk ettirilmiştir.

Uçaklar onun ismiyle iniyor

Sizce neden idam edildi? 


Menderes'in zihniyeti Türk siyasal sosyal, ekonomik hayata girmiş ve hâkim olmuştur. Bu İnkılâbın ortadan kaldırılması mümkün olamayacağı için sahibini ortadan kaldırmak istemişlerdir. Ama, Menderes'in çizdiği zihni inkılâp yolu bütün gücüyle vardır. İzmir'e uçaklar Adnan Menderes sesiyle inmektedir. Yüzlerce, binlerce defa Adnan Menderes ismi telaffuz olunmaktadır. Şimdi 27 Mayısçılardan kimin ismi vardır? Demokrasi, Menderes'in mezarında dahi onun ismi ile bayraklaşmaktadır.

MENDERES ZiHiN iNKILABININ ÖNDERi

Bugün geriye baktığınızda Adnan Menderes sevgisinin bitmemesinin sizce en önemli sebebi nedir? 


14 Mayıs 1950 seçiminde yüzde 89 iştirak gerçekleşmiş, DP'nin oy oranı yüzde 53.3 olmuştur.1954 seçimlerinde ise DP, oyunu yüzde 3.2 oranında artırarak iktidar olmuştur. Bunun sebepleri vardır. Hayvan vergisi, yol vergisi, yeşil ekin vergisi... 

Hepsi zulüm vergisidir, vatandaşı bezdirmiştir. Adnan Menderes Hükümeti bunların tamamını kaldırmıştır. Vatandaş arasında ayrılıklara, hatta husumete sebep olan "Türkçe Ezan Kanunu"nu DP kaldırmış ve Ezan-ı Muhammedi'ye tekrar okunmaya başlanmıştır. 

DP iktidarının Başbakanı merhum Adnan Menderes, Türk siyasi tarihinde bir zihni inkılâbı meydana getirmiştir. Adnan Menderes, zihniyet inkılâbının önderidir, DP iktidarının Harun Reşidi'dir.

GÜNEŞ BATMADI

Menderes'in idamının 48. yıl dönümünde neler hissediyorsunuz?


 Müvekkilim rahmetli Adnan Menderes, bugün İstanbul'da, Vatan Caddesi'nde, vatanın bağrında, ay yıldızlı al bayrağın süslediği anıt mezardadır. Akan sular, uçan kuşlar, onun sevgisiyle ve hasretiyle yanan gönüller, günün her saatinde "Menderes'im, aziz şehidim" diye kendisinin ruhuna ulaşmaya gayret etmektedir. 

Menderes'im, aziz şehidim, size savunmamı yaparken, "güneş batarken, gölgeler büyük olur" demiştim. Yanılmışım, beni lütfen bağışlayınız. Her günün seherinde yükselen ses semada yansıyor. Güneş batmadı.

BASKI ALTINDA ADALET

Darbe ile görevine son verilen Başbakan'ın avukatlığını yaptığınız için baskıya uğradınız mı?


 İstanbul'da ilk baskı otel meselesinde çıktı. Çünkü, oteller beni ve Cindoruk'u kabul etmiyorlardı. Ondan sonra hep baskı altında bulunduk. "Mezar" denilen hücreye konuldum. Balmumcu Hapishanesi'ne tıkıldım, dövüldüm, sövüldüm, baskıların içerisinde görev yapmaya çalıştım.

Yapabildiğimiz kadar

Avukatlık yapabildiniz mi?


 Yapabildiğimiz kadar yapmaya çalıştık. Zaten Burhan Apaydın arkadaşımın tutukluluğu devam etti.

TALAT ASAL KİMDİR?

1922 yılında Çankırı'da doğdu. Ankara Hukuk Fakültesi'nden 1945 yılında mezun oldu. 1950 yılında serbest avukatlığa başladı. 27 Mayıs 1960 İhtilali'nden sonra Yassıada'da kurulan Yüksek Adalet Divanı'nda, Başbakan Adnan Menderes'in savunma avukatlığını yaptı. Dava nedeniyle bir süre Harbiye'de hücrede, bir süre de Balmumcu Hapishanesi'nde yattı. 

Menderes hakkında verilen karardan sonra bir daha avukatlık yapmadı. Süleyman Demirel'in genel başkan seçildiği Adalet Partisi'nin 1964 Kongresi'nin Divan Başkanlığı'nı yaptı. 1961 seçimlerinde Edirne'den, 1965 seçimlerinde Zonguldak'tan, 1969 seçimlerinde Samsun'dan, 1973 ve 1974 seçimlerinde de İzmir'den milletvekili seçildi. 12 Eylül 1980 tarihine kadar parlamentoda görev aldı. 

12 Eylül 1980 darbesiyle düşürülen hükümette Gençlik ve Spor Bakanı olarak görev aldı. Aynı yıllarda Sıkıyönetim Komutanları Koordinasyon Kurulu üyeliğinde de bulundu. "Yassıada Don Davası, Cımbız Davası, Köpek Davası" ve "Güneş Batmadı" isimli iki eseri bulunmaktadır.

Kaynak: Bugün