Türkiye, İngiltere'nin başkentinde bir basın ataşeliği açmaya karar vermişti. Başına da, daha sonraları Birleşik Amerika'da basın ataşeliği, emekliliğine yakın günlerde de Çin Halk Cumhuriyetinde büyükelçilik yapan Nuri Eren'i getirmişlerdi.
Ecevit'e göre "yetenekli ve beceri sahibi" bir insan olan Nuri Eren'in Londra, Mayfair Street'teki küçük bürosunda "her işe koşan" tek yardımcısı vardı : Bülent Ecevit...
Bülent Ecevit, 1946'da bir "mahalli katip"ti, memur kadrosunda bile değildi. Yalnızca devletin basın ataşeliğinin bulunduğu o ülkede, bir çeşit "sekreterlik" yapacak yabancı elemanlara verilecek "kısıtlı" ücreti alıyordu.
Nuri Eren'le başladığı çalışma Ecevit'i o denli sardı ki, bir de baktı kaptırmış kendini gidiyor. Büroyu sabahları Ecevit açıyor, gazeteleri bir bir okuyor, kimi zaman çeviriler yapıyor, daktilo ediyor, resmi yazışmaların hepsi elinden geçiyordu. Kimi gün ve saat geliyordu ki, çok sevdiği çayını, konukların kahvesini de bizzat kendisi yapıyordu..
Mayfair Caddesinde oturanlar,sabahın erken saatlerinde bacakları üzerinde yaylanarak, büyük adımlarla, hızlı yürüyüş temposuyla Türk basın ataşeliğinin bürosunu açan esmer, bıyıklı, eskimesini önlemek için ceketinin dirsekleri deri yamalı insanı artık yadırgamıyorlardı. Kimine göre aşırı ölçülere varan nezaketi ilişki kurduğu hemen her çevrede "sempati" ile anılmasına yol açmıştı.
Ecevit'in Londra'daki bu "yoksulluk günleri" siyasette "bir numara"ya geldiği ve anılıp söylendiği zaman, pek çok çevrede gülümsemelerle hatta inanılmazlıkla dolu anlatımlarla karşılanacaktı.. Oysa, doğruydu. Para açısından zor günler geçirmişti. Bütün bu maddi güçlüklere sesini çıkarmamış, eşi Rahşan Ecevit'le Londra'daki mutluluklarını parasızlık gölgelememişti..
Para açısından yokluğu yaşayan Ecevit'lerin karşılaştıkları büyük üzüntü, Rahşan Ecevit'in akciğerlerinden rahatsızlanıp Türkiye'ye dönmesiydi. Yeterince besin alamaması, belki de Londra'nın iklimi, ciğerlerinden rahatsız olmasına yol açmış, daha özenli yaşam isteyen hastalığın tedavisi için Türkiye'ye dönmesi gerekmişti..
Rahşan Hanım ile gelen üzüntüyü Bülent Ecevit'in "devlet memuru kadrosu" na alınmadığı haberi örtememişti. Eşini Türkiye'ye yolcu ettikten kısa bir süre sonra Bülent Ecevit de ülkesine dönmüştü..
Londra'dan Ankara'ya doğru yola çıktığı zaman, belki de, parlak geleceğine ilk adımı attığının bilincinde değildi...
1954'de, bir bursla gittiği ABD'de, Winston-Salem kentinin küçük, yerel bir gazetesinde çalışıyordu. Bu sıralarda siyahlarla beyazlar arasında korkunç bir savaş sürüyordu. Kente egemen olanlar, beyazlardı. Ancak, siyahların nüfusu da neredeyse beyazlara eşitti.
30 yaşına henüz gelmiş bir genç Türk, siyah-beyaz kavgasında alacağı yeri daha ilk günlerden belirledi. Çalıştığı gazete beyazların elindeydi ama Amerikan toplumunda, beyazların egemen olduğu bir yayın organında, siyahları tutacak bir kalemin yazdıkları yayımlanmaz değildi.
Ecevit, bir "konuk-yazar"dı. ABD'deki zencilere karşı başlayan, büyüyen, genişleyen harekete karşı durum alıyordu. Yazıları, siyahların bu denli hor görülmelerindeki sakıncaları sıralamakla başlıyor, adalet kavramlarına ters düşen bu tutumu şiddetle eleştirmeye değin uzanıyordu.
Bir yandan da, şiirle uğraşmaktan geri durmuyordu. Henüz Türkiye'de zenci-beyaz ayrımı ve savaşımının kökeninde yatan ögelerle gelişmeler tartışılamıyordu. Kökende bu savaşım, Türkiye'ye 1960 ihtilalinden sonra benimsenen anayasayla girecek, Türk kamuoyu, okuru ve düşünürü ile, zenci-beyaz savaşımında görüşlerini söylemeye başlayacaktı.
Ecevit'in, Winston-Salem'den yazıp gönderdiği bir şiir, 1954'de yayımlandı :
UZAKTAN
Dertler özledim dertlerden uzakta
yarık topraklar özledim
yanık insanlar türkülerin çağırdılar uzaktan beni
başımda kağnıların ağrıdılar
kavruldu kuraklığın içimde, toprağın su istedi benden
yaylaların ekin dediler
ışık dediler insanların, kök salasım geldi ağaç gibi toprağına
gökten yağmur alıp güneşten ışık
sana veresim geldi, yaşlar dökülesi gözlerimden Türkiye
çorak topraklarına senin
açılmamış gözlerine gözlerim verilesi..
Bu şiirinde Ecevit, bir zenci-beyaz savaşımını mı anlatıyordu, yoksa, uzaktan, çok uzaktan, Türkiye'nin çorak topraklarına düşmeyen yağmurları, başında ağrılar yaratan, kuraklığın kavurduğu Anadolu bozkırlarını mı dile getiriyordu. Kuşku yok, ABD'nin o görkemli karmaşasında, Winston-Salem'deki zencilerin öyküleri, geri kalmış Anadolu insanını anımsatıyordu Ecevit'e...
1960 ihtilali kadrosunun bir bölümü, 14'ler, 1961 seçimine geçilmeden çok önce, askeri yönetimin sivil sürece geçtikten sonra "dolaylı biçimde sürmesi" için bir yasa taslağı hazırlamışlardı. "Ülkü Birliği" adı altında Türkiye'de açık rejim görüntüsü veren, ancak kapalı rejim özellikleri taşıyan bir siyasal sistem oluşturmak istiyorlardı. İçlerinde kimi yüzbaşılar da yer alıyordu. Örneğin, yüzbaşı Muzaffer Özdağ, Ülkü Birliği'nin ateşli yandaşlarındandı. "Yakında Babıali'den de geçeceğiz" diyerek, gazeteleri de tasfiye edeceklerini söylemeye değin gitmişti..
Bu tasarıyı gören yazar Ecevit (artık milletvekili değildi, ihtilal sonrası Ulus'ta yazarlığa dönmüştü) Ülkü Birliği'ne karşı çıkan yazılar yazmaya başladı.
Bu yazılar 14'leri huzursuz ediyordu. Ecevit yazıyordu ama, Ulus'ta yazıyordu. Ulus ise CHP'nin organı idi. CHP'yi ise, ihtilalden sonra önderliğini koruyan İnönü ve etkenliği yönetiyordu.
1950 öncesi "genç isim" olarak üne kavuşan CHP'li Tahsin Banguoğlu'nu Milli Birlik Komitesi'ne çağırdılar. Ona Ülkü Birliği'nin kökenini açıkladılar. Ülkeye yarar sağlayacak bu girişimin Ulus'ta kötülenmesini istemediklerini söylediler. Banguoğlu'na ayrıca, Ülkü Birliği'nin Ziya Gökalp'ten esinlendiğini açıkladılar. Oysa, Ecevit'e göre, Ülkü Birliği bütünüyle faşist bir eğilim ve eylemdi.
Ecevit bu konunun üzerine gitmeyi sürdürdü. Konuya son kez değindiği yazıyı gazeteye götürdüğü gün onu MBK'ne çağırdılar. Ecevit oraya gittiğinde, Komite üyesi Dündar Taşer ve Komiteye yakınlığı bilinen bir başka subay, Baha Vefa Karatay ile görüştü. Yanlarında (Ecevit'in yüzünü hiç görmediği, bir daha da görmeyeceği) bir adam vardı ve sürekli susuyordu. Üç insan arasındaki tartışma olumlu düzeyde yürümediği sırada, sürekli susan o insan konuşmaya başladı. Adının "Muhterem Sarol" olduğunu söyleyen, ağır ağır konuşan, ama kim olduğunu, nereden geldiğini açıklamayan bu insan da, Ülkü Birliği'ne ülkenin gereksindiğini devamlı anlatıyordu..
Ecevit direnmeyi sürdürünce, "tehditler" başladı.. Anlaşamadılar..Ayrıldılar..
Ecevit yapılan tehditlerin nereye varacağını o gece düşünürken, 14 Kasım gecesi, Cemal Gürsel Paşa, 14'leri evlerinden toplatıyor, her birine yurt dışında bir görev veriyor, uçaklarla derhal ülke dışına gönderilmelerini sağlıyordu.
Ülkü Birliği karşısındaki son yazısının çıktığı, tehditlerin nereye varacağını düşündüğü gecenin sabahı, Ecevit, bir de bakıyordu ki, Türkiye'den 14'ler gitmiş, ne tehditleri kalmış, ne de Ülkü Birlikleri..
Rahatladı..
Sıkıntılı günlerin bir armağanı oldu Ecevit'e :
Onikiparmak bağırsağında ülser başladı...
( ALTAN ÖYMEN'in "Yeni İktidar Yeni Dönem" adlı kitabından derlenmiştir..)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder