1955 yılının 6 Eylül günü salıya rastlıyordu. Meclis tatildeydi. Hükumet üyelerinin çoğu Ankara dışındaydı. Cumhurbaşkanı Bayar İzmir'de, Başbakan Menderes İstanbul'daydı,Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da Londra'da...
Zorlu'nun Londra'da olmasının nedeni, Kıbrıs için "üçlü" bir dışişleri bakanları toplantısına katılacak olmasıydı. Türk,Yunan ve İngiliz dışişleri bakanları ; Kıbrıs sorununun BM konusu haline gelmesini istemedikleri için toplanıyorlardı. Olayın asıl nedeni ise,İngiltere'nin adadan çekileceklerini açıklamasından sonra adanın kimin eline geçeceği sorusuydu. Yunanlılar olayın BM aracılığıyla çözümlenmesini istiyorlardı. Diyorlardı ki : Tüm ada halkı "halkoylaması"na çağrılsın. Çoğunluk Rum kesiminde olduğu için bu, "Kıbrıs Yunan adası olsun" demekti. Türkiye ise bunu şiddetle reddediyor, "Kıbrıs eskiden Türk adasıydı.Yönetim İngiltere'ye verilmişti.İngiltere Kıbrıs'ı bırakırsa, ada yeniden eski sahibine verilmelidir" diyordu..Yani Türkiye'ye.. İngiltere ise, Yunanistan ile Türkiye'nin arasını bularak, adayı özel bir yönetim biçimi altına sokmaya çalışıyordu. Tabii, bu arada kendisine de belirli paylar çıkarmayı hesaplıyordu. Adada askeri üsler bulundurmak, koyduğu şartlar arasındaydı..
Konferanstaki hava pek iyi değildi. Başbakan Menderes de, gene o günlerde İstanbul'da verdiği bir demeçle Yunanistan'a sert çıkmıştı. Bu gelişmelerin sonucu olarak iki tarafın da kamuoyu gergindi.
Tam o sırada, devlet tekelindeki radyonun tek haber kanalı, o günkü öğle haberlerinde heyecanlı bir haber vermişti : Selanik'de Atatürk'ün evine bomba konulmuş ve patlamıştı !.. Radyo bunu haber bülteninin ilk haberi olarak yayınlamıştı, fazla bir ayrıntı da vermemişti. Bu haberi öğrenen gençler Taksim'de toplanmaya başlamışlardı. Gösteriye hazırlanıyorlardı...
O günlerin Hürriyet gazetesinde, Beyoğlu muhabiri olarak çalışan Necati Zincirkıran, anılarında, 6 Eylül günü devlet radyosunun öğle ajansında verdiği haberi, öğleden sonra çıkan İstanbul Ekspres gazetesinin "akşam baskısı"nın manşetten verdiğini (!) belirterek şunu anlatıyordu :
"Sirkeci'deki Tan Matbaası'ndan çıkan gazeteler, köprünün öte tarafına geçmeden kapışılıyordu. Bir saat içinde haber, her tarafa yayılmıştı İstanbul'da. Foto muhabiri arkadaşımla Taksim'e geldiğimizde sağda solda onar, yirmişer gruplar gördük. Bunlar, işaret bekliyordu. Birbirlerinden uzakta ayrı ayrı yerlerde duruyorlardı. 'Ne olacak ?' diye bekleşirken ellerinde iki ayaklı merdiven bulunan birileri geldi,şimdiki tramvay durağının bulunduğu yere. Ve orada merdiveni açtı. Bunlardan biri merdivenin üzerine çıktı. Bir konuşma yapacağını söyleyerek ayrı ayrı yerlerde kümeleşen grupları etrafına topladı. Birdenbire 600-700 kişilik bir topluluk oluştu. 30-35 yaşlarındaki koyu gri elbiseli, kravatlı, hitabet yeteneği olan kişi tekrar merdivene çıktı ; 'Arkadaşlar, Kıbrıs'ı ilhak etmek isteyenler şimdi de Selanik'de Ata'mızın evini bombaladılar. Yarın, İstanbul üzerinde de hak iddia etmeyecekleri ne malum. Bunlara hadlerini bildirmemiz lazım. Protesto için hep birlikte yürüyelim, marşlar söyleyelim ve Türk bayrağını astıralım. Yürüyelim arkadaşlar !..'
Zaten bu konuşmanın sonuna doğru kalabalık 3.000 kişiyi geçmişti. Toplananlar hep bir ağızdan 'Yürüyelim arkadaşlar !' diye bağırdı. Ve hep bir ağızdan 'Dağ başını duman almış' marşı söylenmeye başlandı. Taksim'den İstiklal Caddesine girilerek Tünel'e doğru gidiyorduk. Bütün dükkan sahipleri bayrak asmaya başlamıştı. Asmayanların önünde duruluyor, 'bayrak, bayrak' diye protestoda bulunuluyordu. Bu arada ellerinde bayrak buluna bir iki kişi İstiklal Caddesi ara sokaklarından çıkarak grubun önüne geçti.."
Zincirkıran, olayları ilk başlatanın, Taksim'de iki ayaklı merdivenin üstüne çıkarak ilk konuşmayı yapan kişi olduğunu bir kere daha vurguladıktan sonra, "Onun bugün bile resmini çizebilirim. Kısa bir süre içinde ortadan kayboldu ve bir daha da görünmedi" diyor.
İstiklal Caddesi üzerinde Rumlara ait çok sayıda dükkan, mağaza, işyeri ve ikametgah vardı. Korkudan hepsi apartmanların çatı katından aşağıya bayrak sallandırıyorlardı. Polisin sıkı önlem aldığı, Galatasaray'daki İngiltere Başkonsolosluğu önünde aleyhte sloganlar atıldıktan sonra kalabalık Tepebaşı yönüne doğru yürümeye devam etti. Pera Palas Oteli önünde bir kararsızlık geçirildi. Bir grup, Tünel'e çıkılmasını isterken, diğer grup ise geri dönülmesini istiyordu. Geride polisler vardı ve kalabalığı dağıtmak isterlerken, polisten kaçanlar Asmalımescit'ten Tünel'e doğru koşmaya başladı. Buradan İstiklal Caddesine çıktıkları anda Rum dükkanlarına taşlı sopalı saldırılar başladı..
Kocaman mağazaların vitrinlerinin camları aşağıya indirildi. Bir grup Tünel yönüne, diğeri Galatasaray yönüne doğru, ne kadar Rum dükkanı varsa vitrinleri, cam çerçeveyi kırarak Taksim yönüne ilerliyordu. Kalabalık 5.000 kişiyi geçmişti. Bu arada yanlışlıkla Türklere, Ermeni ve Musevilere ait dükkanlar da tahrip ediliyordu..Beyoğlu'nda İnci ve Butak pastanelerinin önünde, kalabalık arasında bir kaynaşma gören gazeteciler buraya yaklaştıkları zaman, İstanbul Emniyet Müdür Muavini ve Trafik Şubesi Müdürü Orhan Eyüboğlu'nun ( 1970'li yıllarda CHP Genel sekreteri ) tartaklandığını gördüler. Gazetecilerin "Ne yapıyorsunuz ? Bu adam polis müdürü" diye araya girmeleri ile kurtulan Eyüboğlu, Butak pastanesinin tahribini engellemeye çalışırken epeyi hırpalanmıştı.
İstanbul'da o yıllarda Rum sayısı 30.000 olarak tahmin ediliyordu. Fakat topluluğun içindeki "vurup kırıcı"lar, sahiplerinin etnik kökenine bakmaksızın, tüm dükkanlara saldırıyordu. Kimin içinden ne geçtiği bilinmez. Ama belli ki kalabalık, karmaşık duygular içindeydi.
Dönemin kıdemli gazetecisi Metin Toker ve Erdal İnönü, gece saat 22-23 sıralarında İstiklal Caddesi'nde yürümüşlerdi. Metin Toker izlenimlerini şöyle aktarıyor : "Bütün cadde kumaşlar, vitrinlerden çıkarılıp atılmış eşyalar ile doluydu. Buzdolapları, radyolar, çamaşır makineleri ortalardaydı. Sonradan resmi yorumlar buna 'milletin asil heyecanı' gibi şatafatlı sıfatlar uydurmuşlardır. Fakat hareketin hiçbir asaleti yoktu. Taksim'den itibaren cadde geçilecek gibi değildi. Ben arabadan indim,önden yürüyerek Erdal'a yol açtım. Kumaşların üstünden Tünel'e kadar öyle gittik. Bu sırada etrafımızda, elleri sopalı ve haydut kılıklı kimseler bir yandan onu bunu kırıyor, diğer taraftan amansız bir servet düşmanlığı yapıyorlardı. Bu,DP'nin 'görülmemiş kalkınma' sına karşı büyük kitlelerin ilk tepkisi idi. Artık Kıbrıs'ı da, Rumları da herkes unutmuştu. Tek arzu, haksızlıklarla burulmuş kalpleri dolduran tahrip isterisi idi.Nitekim o gece, İstanbul'da tahrip edilmedik şey kalmadı..Vilayet'e geldik. Ben basın kartımı göstererek içeri girdim. Valinin odasında İçişleri Bakanı Dr. Namık Gedik bir koltuğa adeta serilmiş, şaşkın ve kararsızdı.."
Bu olaylardan hemen sonra yayımlanan hükumet bildirisi şöyleydi :
"Dün gece İstanbul ve memleket esas itibarıyla bir komünist tertip ve tahrike ve ağır bir darbeye maruz kalmıştır.."
Hemen o gecenin sabahında Aziz Nesin'den başlayarak, Kemal Tahir, Asım Bezirci, Hasan İzzettin Dinamo dahil, "komünist" veya oldukları varsayılan 60 kadar kişi ev ve işyerlerinden toplanıp, önce Emniyet Müdürlüğü'nün bulunduğu Sansaryan Han'a, sonra da Harbiye'ye götürülüp askeri tutukevinin hücrelerine konulmuştu.. Sonuçta, 6-7 Eylül'den sonra tutuklanan "komünistlerin" salıverilmeleri, 28 Aralık'a kadar sürmüştü !..
6-7 Eylül olaylarından bu yana neredeyse 58 yıl geçti.. "Ne ?,Nerede ?, Ne zaman ?, Nasıl ? Niçin ? Kim ? " gibi 5N+1K soruların tamamı hala aydınlanmış değil.. Gerçi bunun yargılaması 1961'de Yassıada Mahkemesi'nde yapıldı ama orada alınan kararlar da, akla gelen soruların cevabını oluşturmuyor. Zaten o mahkemenin mahkumiyet kararlarında da, beraat kararlarında da, siyasal faktörler etkendir..
Konuyla ilgili en güçlü varsayım şudur :
Hükumet ve/veya devlet, Londra Konferansı sırasında Türk kamuoyunun Kıbrıs konusunda ne kadar duyarlı olduğunu göstermek istemişti. Bomba olayı ya bu amaçla düzenlenmiş bir tertipti veya değilse bile, o yolda kullanılmak istenmişti. Bombaya karşı tepki gibi başlayacak bir gösteri gerçekleşirse, bununla,Türkiye'nin, Yunanistan'ın Kıbrıs'ı topraklarına katma yolundaki girişimlerini kabul edemeyeceği, halk tarafından da vurgulanmış olacaktı.. Türk hükumetinin bu konudaki kararlılığını Londra Konferansında konuşan Fatin Rüştü Zorlu hep belirtiyordu.
Bomba olayı, bu amaçla etkili bir şekilde duyurulmuştu. Halkın çeşitli kesimleri, o iki ayaklı merdiven üzerine çıkıp konuşan kişi gibi "öncü"lerin çabasıyla "protesto" ve "bayrak astırma" eylemlerine yönlendirilmişti. Polise de el altından bazı telkinler yapılmış, göstericilere sert davranmaması istenmişti..
Ama bu varsayımın gerisi şuydu : Bu işle "meşgul" olanlar, teşvik ettikleri bu gösterilerin çığırından çıkacağını tahmin edememişlerdi.
Bu varsayımı destekleyen olay şuydu : 6 Eylül günü Başbakan Menderes İstanbul'daydı. İzmir'de bulunan Cumhurbaşkanı Bayar da, o gün uçakla İstanbul'a geçmişti. Devletin zirvesindeki iki kişi buluşmuşlar ve olaylar başladıktan bir süre sonra Haydarpaşa'dan kalkan yataklı trenle Ankara'ya hareket etmişlerdi. Olayların büyüdüğünü ve baş edilmez bir hal aldığını, tren Sapanca'ya vardığında telsiz bağlantısıyla öğrendiler. Tren durduruldu, bulundukları iki vagon ayrılarak İstanbul yönüne giden bir başka trene bağlandılar. İzmit'e kadar trenle, daha sonra da getirtilen otomobillerle İstanbul'a ulaştılar. Vilayet binasında olayları durdurtacak önlemler üzerinde çalıştılar.
Aldıkları ilk önlem, daha trende iken, İstanbul ve İzmir'de sıkıyönetim ilan etmekti. Bunun bir bakanlar kurulu kararıyla olması gerektiğinden ve de herkese hemen ulaşılması olanaksız olduğundan, "islim sonradan gelsin" hesabıyla hareket edildi. İstanbul ve İzmir'de "örfi idare" (sıkı yönetim) kararının alındığı ilan edildi. İmzalar sonradan toplanacaktı !.. Fakat bu karar gece yarısından sonra geri alındı. Sabaha karşı ise, Ankara'yı da kapsayacak şekilde yeniden alındı ve tekrar ilan edildi.
Bir de, Dışişleri Bakanı Zorlu'nun, 28 Ağustos günü Londra'dan, Başbakan Menderes'e çektiği şifreli bir telgraf vardı.. O da şöyle idi :
" (Yunanlıların) bizim haklarımızda ne dereceye kadar ısrar edeceğimiz hususunda tereddüt sahibi oldukları anlaşılmaktadır. Bu bakımdan bu tereddüdü aktif hareket ederek ortadan kaldırmak gerekir. Bu hususta ilgililere verilecek emrin pek faydalı olacağını saygılarımızla arz ederiz."
Yassıada Mahkemesi, bu telgrafın, Türkiye'de Yunanistan'a karşı kuvvetli bir gösterinin altyapısının hazırlanmasıyla ilgili olduğu kanaatindeydi.
Bu altyapının unsurları neler olacaktı ? Selanik'deki bomba olayı da bunlar arasında mıydı ?
Yunan kaynaklarına göre, bu sorunun yanıtı "Evet" idi. Bomba olayından sonra Selanik'de başlatılan soruşturma sonunda, olayın kaynağının oradaki Türk Başkonsolosluğu olduğu iddiası ortaya çıkmıştı. Başkonsolosluk, Ata'nın eviyle aynı yerdeydi. İddiaya göre, tertibe başkonsolos ve yardımcısı da katılmıştı. Bomba Türkiye'den getirtilmiş, Selanik Hukuk Fakültesi'nin Türk asıllı öğrencisi Oktay Engin'in de katkısıyla başkonsolosluk kavası Hasan Uçar tarafından yerleştirilmiş ve patlatılmıştı..
Önce Yunanistan'da, sonra da Türkiye'de "bomba patlatma" sanığı olarak haklarında soruşturma açılan bu sanıkların suçlu olduğu, olaydan 5,5 yıl sonra Yassıada duruşmalarında, mahkeme savcısı tarafından da iddia edilmesine rağmen, mahkeme, Oktay Engin ile Hasan Uçar'ı "delil yetersizliği"nden beraat ettirdi. Mahkeme, Cumhurbaşkanı Bayar'ı suçsuz buldu. Başbakan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu ise 6'şar yıl hapse mahkum edildi.
( ALTAN ÖYMEN'in "Öfkeli Yıllar" kitabından yararlanılmıştır)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder