Asya, Avrupa ve Afrika’da 600 yıl varlığını hissettiren Osmanlı Devleti’nin tarihi pek çok bilim adamı tarafından incelenmiş ve incelenmektedir. Geçen yüzyılların en önemli sosyal gözlemcileri olan seyyahların Osmanlılar hakkında yazdıkları da Osmanlı tarihini ve kültürünü aydınlatan en önemli belgelerdir. Özellikle Avrupalı seyyahlar, 18 ve 19. yüzyıllarda yoğunlaşan seyahatleriyle Osmanlı’da sosyal yaşamı ve kültürü
gözlemlemişlerdir.
* "Türk kadınları öyle sanıldığı gibi ömür boyu duvarlar ardına kapatılmış değil. Dünyada, sanırım onlar kadar hoşça vakit geçiren az insan var." (La Baronne Durand de Fontmagne, XIX. yüzyıl).
* “Bir Türk atasözü der ki: 'Kişi, bina yaptığı yere ağaç diker.' Biz ise bina yaparken ağaçları söküyoruz! İstanbul bir meyve bahçesidir. Bizim şehirlerimiz ise taş yığınları!” (Le Curbusier, XX. yüzyıl).
* "Girdiğimiz yer bir kahvehane, onun için kahve ısmarlıyoruz. Buraya ilk defa bir kadın ayağı basıyor olma ihtimalinin yüksekliğine rağmen, gelişimize kimse şaşırmamış gibi davranıyor.
* Müşterilerin hepsi bizden tarafa bakmamak üzere anlaşmışlar sanki. Meraklılık şarklıların tenezzül etmedikleri bir davranıştır. Osmanlı şehirlerinde pek çok dükkanda alış veriş yaptık, bize kahve ve sigara ikram edildi, ancak alış veriş tamamlandıktan sonra, dükkan sahipleri en fazla nereden gelip, nereye gittiğimizi sordu, daha fazlası onları alakadar etmiyordu." (Knut Hamsun, XX. yüzyıl).
* "İstanbul'da ve diğer Osmanlı şehirlerinde görülen emniyet ve asayiş, huzur ve güven ortamı hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ispatlamaktadır ki, Türkler çok medeni insanlardır." (Sir James Porter, XVIII. yüzyıl).
* "İstanbul'da üç yüz elli cami, doksan iki Rum ve Ermeni kilisesi, sekiz Katolik kilisesi, otuz dört sinagog, beş yüz on sekiz medrese, otuz beş kamuya açık kütüphane, iki yüz hastane, yüz imaret, üç yüz hamam, yüzlerce han veya kervansaray, zarafet ve temizlik bakımından Avrupa'da bir benzerine rastlanmayan gösterişli kışlalar bulunmaktadır." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
* "Osmanlı Türkleri kurak günlerde ücretli insan tutup sokaklardaki ağaçları sulatır, göçmen kuşların dinlenmesi için saçak altlarına kuş yuvaları yapardı. Yere hiçbir zaman çöp atmazlar ve tükürmezlerdi."
* "Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler, daima yutkunurlar." (Luigi Ferdinando Marsigli, XVIII. yüzyıl).
* "Türklerin tabiat güzelliklerine o kadar hürmetleri vardır ki, eğer bina inşa edecekleri arsada bir ağaç varsa, damlarının en güzel ziyneti saydıkları bu ağaç için yeterli bir açıklık bırakmak suretiyle binayı inşa ederler." (Lady Craven, XVIII. yüzyıl).
* "Türkler sabırlı, tahammüllü ve iktisatlı hareket ederler. Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bu ordu galip gelecek ve payidar olacak, biz ise mahvolacağız. Çünkü Türkler sarsılmaz bir kuvvete sahip oldukları gibi, kendilerine has zafer alışkanlıkları, güçlüklere tahammül kabiliyeti, intizam, disiplin, kanaatkarlık ve uyanıklık mevcut." (Ogier Ghiselin de Busbecq, XVI. yüzyıl).
* "Savaş zamanında öyle sıkı bir disiplin vardır ki, hiçbir asker adaletsiz bir şey yapmaya cesaret edemez. Adaletsizlik yapan da acımasızca cezalandırılır. Gözcüler ve düzen sağlayıcılar vardır. Geçip gidilen yolların kıyısındaki bağ ve bahçelerden, sahiplerinin izni alınmaksızın bir elma bile koparılamaz." (Bartholomeus Georgievic, XVI. yüzyıl).
* "Avrupalı bir tüccar ülkemize gelerek bir kumaş imalathanesindeki malları beğenip hepsini satın almak istediğini belirttikten sonra, mal sahibinin vereceği kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı vermeyip ayırdığını gördü. Bu hareketinin nedenini sorduğunda mal sahibi "Onu sana veremem, çünkü kusurludur." cevabını verdi. Yabancı tüccar "Ziyanı yok, onu da ver." demesine rağmen Osmanlı esnafı o kumaş topunu vermemekte direnerek, "Benim malımın kusurlu olduğunu söyledim, biliyorsunuz. Fakat siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız orada benim bunları size söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım. Neticede Osmanlı'nın şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekar sanacaklardır. Onun için bu sakat topu asla size veremem." diyerek kumaşı vermeyişinin sebebini izah etti.
* "Bir Avrupalı, bu ülke halkını ne kadar yakından tanır, onların iç güdülerini inceler, geleneklerinin sağlamlığını sezinlemeye çalışırsa, giderek, Türklerin yüce gönüllülüğüne o oranda daha çok hayran kalır." (Julia Pardoe, XIX. yüzyıl).
* “Yirmi küsur ırka mensup halk, Osmanlı’nın hakimiyeti altında sızlanmadan, hiçbir şikayeti olmadan, mesut yaşadı. Müslüman olsun, olmasın herkes arazi / mülk sahibi olabilirdi. Birçok Hristiyan, vergileri ağır ve adaleti belirsiz olan Hristiyan ülkelerindeki ana yurtlarını terk ederek Türkiye’ye yerleşti.” (Fairfax Downey, XX. yüzyıl).
* "Osmanlı başkentinde gayrimüslimlere ait olan ibadethane sayısının gayrimüslim nüfusuna oranı, Müslümanlara ait olan ibadethane sayısının Müslüman nüfusuna oranından çok daha fazla idi (Gayrimüslimlerin ibadethanelerinin sayısı, cami sayısının üçte birinden fazla idi). "İstanbul'da üç yüz elli cami, doksan iki Rum ve Ermeni kilisesi, sekiz Katolik kilisesi, otuz dört sinagog vardır." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
* "Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus'a yanaşmayın. Haindir, sizi yok eder. Fakat kendinizi Osmanlıya emanet edin. Adil ve merhametlidir." (Boğdan Prensi Büyük Stefan’ın oğullarına vasiyeti).
* "Dünyada esirlere, kölelere, cariyelere ve hatta kürek mahkumlarına Müslüman Türklerden daha iyi bakan ve daha iyi muamele eden hiçbir millet yoktur." (Mouradgea d'Ohsson, XVIII. yüzyıl).
* "Evlerin kapısının üstünkörü kapatıldığı ve dükkanların çoğunlukla açık bırakıldığı İstanbul'da her sene en fazla beş, altı hırsızlık vakası görülür." (A. Brayer, XIX. yüzyıl).
* "Yol arkadaşım olan bir Macar subayının eşyasıyla kendi eşyamı nakletmek üzere bir köylünün yük arabasını kiraladım. Sandıklar, portmantolar, denkler, paltolar, kürkler, atkılar hep açıktaydı. Son derece nazik bir Türk bana refakat teklifinde bulundu. Köylü de öküzlerini koşumdan çıkarıp bizi bütün eşyamızla birlikte sokağın ortasında bıraktı. Ben onun uzaklaştığını görünce 'Burada birisinin kalması lazım.' dedim. Yanımdaki Türk hayretle sordu: 'Niçin?' 'Eşyalarımızı beklemek için tabii." dedim. Müslüman Türk şu cevabı verdi: 'Buna gerek yok. Eşyalarınız bir hafta geceli gündüzlü burada kalsa bile hiç kimse ilişmez.' Ben bu söze itimat ederek eşyaları bıraktım ve döndüğümde her şeyi eksiksiz, yerli yerinde buldum. Şunu da hatırlatayım ki, o bir hafta zarfında Türk askerleri mütemadiyen oradan gelip geçmekteydi. Bu vaka bütün İngiliz kiliselerinin kürsülerinden Hristiyanlara ilan edilmelidir! İçlerinden bazıları rüya gördüklerini zannedeceklerdir. Artık uykularından uyansınlar!" (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
* "Esnaf dükkanını kapatmayıp, biraz sonra geri döneceğini belirtmek için kapısının önüne bir bez çekiyor. Bu sonsuz güven, hizmete göre değer kazanıyor. İstanbul’da hırsızlık olaylarına çok az rastlanırmış." (Edward Raczynski, XIX. yüzyıl).
* "Bu muazzam başkentte namaz saatlerinde dükkanların açık bırakılıp camiye gidildiği ve geceleri konut kapıları basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede beş hırsızlık vakası bile olmaz. Baştan aşağı Hristiyanlarla dolu olan Galata ve Beyoğlu'nda ise hırsızlık olmayan bir gün bile yoktur; cinayet vakaları da pek çoktur." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
* "Dükkanlardan öteberi satın alırken para kesemi ya da saatimi unuttuğum çok oldu. Bazen verdiğim paranın üstünü almadan çekip gittiğim de oldu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek bir meteliğim dahi kaybolmadı, çünkü bu gibi durumlarda dükkancılar arkamdan koştular ve hatta bulamadıklarında ikametgahımın bulunduğu Beyoğlu'na bile adam gönderdiler. Ben bu Türk namusunun daha yüzlerce misalini sayabilecek vaziyetteyim. Bizzat kendi başımdan geçen vakalar otuzdan fazladır ve bunların hiçbirinde, hiçbir zaman Türklerin harama tevessül ettiğini görmedim." (Aubry de la Motraye, XVIII. yüzyıl).
* "Osmanlı Türkleri diğer faziletleri kadar namusluluk, dürüstlük, doğruluk gibi Kuran hükümlerine dayanan iyi huyları yönüyle de takdire şayandırlar. Osmanlı Türklerinin övülmesi gereken faziletlerinden biri de verdikleri söze sadık olmaları, hemcinslerini aldatmaktan, emniyeti suistimal etmekten, insanların saflığından yararlanmaktan veya saflıklarını istismar etmekten vicdan azabı duymalarıdır. Kendi vatandaşlarına karşı bütün muamelelerinde hakim olan bu görgüye, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bütün yabancılara karşı da uyarlar, yani Müslüman’la gayrimüslim arasında hiçbir fark gözetmezler. Faziletli bir toplumsal düzenin yürütülmesi bakımından olağanüstü değeri olan bu fikirler kanun esaslarından başka Kuran'ın şu güzel ayetlerine dayanmaktadır: Hiç kimseyi aldatmayın; ölçüyü tam doldurun; doğru tartın; sözlerinizde, yeminlerinizde kendi aleyhinize bile olsa doğruluktan ayrılmayın. Mukavelelerinizle pazarlıklarınızda hileden kaçının. El malını haksız yiyen, karnını yakacak bir ateş yemiş olur.” (Mouradgea D'Ohsson, XVII. yüzyıl).
* "Milli ahlakı halkın orta tabakasında, yani zenginlerle fakirler arasındaki sınıfı oluşturan insanlar arasında aramalıyız. İşte bu tabakaya mensup olan Türkler arasında sosyal ve aile içi erdemler, kendi ihtiyaçlarına ve bilhassa ilk resuller devrine layık nazikane görgü kurallarına uygun bir eğitim seviyesiyle birleşir. Namuslu olmak Türk tüccarının vasfıdır. Rumlarla karışık olmayan Türk köylerinde hayatın masumiyetiyle gelenek ve göreneklerin sadeliği şayanı takdirdir ve hilekarlıkla dolandırıcılık oralarda kesinlikle bilinmez." (Thomas Thornton, XIX. yüzyıl).
* "Türkler vaatlerine olağanüstü bir sadakat gösterirler." (Comte de Bonneval, XVIII. yüzyıl).
* "Müslüman Türkler yeminleriyle ahitlerine de son derece sadıktırlar. Fakat Allah'ın adını ağızlarından düşürmemek alışkanlıklarına bakılırsa, sözlerine Tanrı’yı şahit göstermeden hiçbir şey söylemek istemedikleri anlaşılır. Bu durumda bir yemin ifadesi olarak Vallahi kelimesini kullanırlar. Kesinlik belirtmek için Billahi kelimesini de ilave ettikleri gibi, tam bir kesinlik ifadesi olması için Tallahi kelimesini de ilave ederler." (Mouradgea d'Ohsson, XVIII. yüzyıl).
* "Haksızlık, fahiş kârcılık, tefecilik, tekelcilik ve hırsızlık gibi suçları Türkler bilmez. Kısacası ister dini inançlarından, ister ceza korkusundan dolayı olsun, öyle dürüsttürler ki, insan Türklerin dürüstlüğüne hayranlık duymaktan başka bir şey yapamaz." (Comte de Bonneval, XVIII. yüzyıl).
* "Türkiye'de gasp olayları, dükkan ve ev hırsızlıkları, dolandırıcılık ve yankesicilik vakaları adeta yok gibidir. Savaş durumunda olsun, barış günlerinde olsun, yollar da evler kadar emindir. Özellikle ana yolları takip ederek imparatorluk arazisinin her tarafını mutlak bir güvenlik içinde baştan başa kat etmek her zaman mümkündür. Sürekli bir yolculukta, yolcu adedinin çokluğuna rağmen vukuatın fevkalade azlığına hayret etmemek elde değildir. Yıllar boyunca ancak bir tek vakaya tesadüf edilebilir." (Sir James Porter, XVIII. yüzyıl).
* "İstanbul’daki Türklerin namuslu ve dürüst alışverişlerine hayran oldum. Hemen her gün Bedesten’e gidiyordum. Bizdeki alıcı ve satıcıların birbirlerini aldatmaya kalkışmalarına burada hiç rastlamadım." (Edward Raczynski, XIX. yüzyıl).
* "Kayığa binen yolcu, arka taraftaki bir mindere oturur ve geriye yaslanır. Kürekçiler güçlü kollarıyla kürek çekip dalgaları kesmeye çalışırlar. Yüz ve omuzları güneşten yanmış, adeta tunçlaşmıştır. Geniş ipekten gömlekler giyer ve atlas kemer bağlarlar. Çok terbiyeli, dürüst insanlardır. İşlerini bir çeşit güzel sanat haline getirmeyi bilmişlerdir." (Gerard de Nerval, XIX. yüzyıl).
* "Paşasından sokak satıcısına kadar istisnasız hepsinde birer derebeyi ihtişamı vardır. Hepsi aynı terbiyeyi görmüş ve bir nevi asalet vakarı içinde yetişmiş oldukları için, eğer kıyafet farkları olmasa, İstanbul'da bir aşağı tabakanın mevcut olduğunu ilk bakışta hiç kimsenin fark etmesine imkan yoktur. Gerçekten, görünüşe göre İstanbul'un Türk halkı Avrupa'nın en terbiyeli ve en kibar topluluğudur." (Edmondo de Amicis, XIX. yüzyıl).
* "İstanbul halkı Avrupa başkent halklarının en nazik ve en kibar olanıdır. Sokak kavgaları ender görülür. Kahkaha sesleri çok nadir işitilir. O kadar toleranslıdırlar ki, ibadet saatlerinde bile camileri gezilebilir, bizim kiliselerde gösterilen kolaylıkların çok daha fazlası görülür." (Edmondo de Amicis, XIX. yüzyıl).
* "Türklerin bağırarak konuştuğunu duyamazsınız. Bir Türk ne kadar az konuşur ve ne kadar az hareket ederse etrafında o kadar çok saygı uyandırır. Türkler, hizmetkarlarına emirlerini el çırparak ya da kaş göz işaretiyle veriyorlar. Birbirlerine karşı gösterdikleri saygıyı da sessizce ifade ediyorlar." (La Baronne Durand de Fontmagne, XIX. yüzyıl).
* "Müslüman Türk nezaketinden bahsetmek zorundayım. Nezaket Türklerin milli ahlaklarını teşkil eden sarsılmaz unsurların birisi ve aynı zamanda tabii bir neticesidir. Zaten Kuran'da nezakete ait ayetler vardır ve o mukaddes kanunun bütün düsturları gibi bu ayetler de Türklerde aynen ve harfiyen tatbik edilir." (A. Brayer, XIX. yüzyıl).
* "Bütün gezilerimde Türklerin hatırşinaslıklarıyla lütufkarlıklarını gösteren birçok durumla karşılaştım. Şahit olduğum olaylar beni bu milletin iyi kalpli ve insanı minnettar edecek hareketlere aşırı eğilimli olduğuna ikna etmiş oldu. İstanbul civarındaki gezintilerimde ben hep bu milletin lütufkarlığıyla misafirperverlik aşkına şahit oldum. Rastladığım hangi Türk'e yol sorsam, hemen bana rehberlik etme teklifinde bulunuyor, yiyecek ve içecek şeyler hususunda elinden gelen ikramda kusur etmemek suretiyle de hep aynı kibarlığı gösteriyordu." (L. H. Delamarre, XIX. yüzyıl).
* "Müslüman Türkler arasında kibir ve gurur adeta bilinmez. Kuran'ın en şiddetle yasakladığı temayüllerin biri de budur. Bir taraftan da sürekli olarak alçak gönüllülük telkin edilir. İşte bundan dolayı Müslüman Türk'ün yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber, katiyen kibir ve azamet yoktur. Daima yavaş sesle konuşur, el ve kol hareketlerinde hiçbir zaman zorla hükmeden bir eda sezilmez, hizmetinde tatlılık ve kolaylık vardır." (A. Brayer, XIX. yüzyıl).
* "Türkler ağırbaşlı ve düşüncelidirler. Türklerin genel özellikleri olan ağırbaşlılık ve vakar, nezaket görüntüleri içerisindeki selamlaşma törenlerine büyük bir heybet katar." (Thomas Thornton, XIX. yüzyıl).
* "Osmanlı Türklerinin milli ahlakından olan vakarın, ağırbaşlılığın tanımı kolay değildir. Dünyada huzur ve sükuna Türklerden daha eğilimli bir millet yoktur. Biraz olağan dışı bir şey, mesela bir ecnebi kıyafeti, garip bir şey, tuhaf bir yaratık gördüklerinde biraz durur, soğukkanlılıkla bakar, gülümser ve yollarına devam ederler. Sokakta toplanmak, sevinç veya hayret taşkınlıklarına kapılmak gibi haller hiçbir Müslüman Türk şehrinde görülmeyen şeylerdir." (Mouradgea d'Ohsson, XVIII. yüzyıl).
* "Türk çocukları başka memleketlerin çocuklarına benzemiyor. Ne gürültü ediyorlar, ne de ağlayıp duruyorlar. Şarkta geçirdiğim üç seneye yakın zaman zarfında hiçbir Türk çocuğunun bağırıp çağırdığını işitmedim. Mektebe gittiklerini gördüğüm yavruların tavırları sakin, yürüyüşleri tıpkı yaşlı başlı Osmanlılar gibi vakurdu." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
* "Camilerde kürsü, şeref sandalyesi, özel olarak ayrılmış sıra diye bir şey görülmez, bu boş makamların Tanrı katında yeri yoktur. Camilerde yoksullara yardım veya caminin bakımı için bağış toplanmaz; orada mümini duadan ve murakabeden alıkoyabilecek hiçbir faaliyete izin verilmez." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
* "Kazanç isteği Müslümanların günde beş vakit namaz kılmalarına engel olmuyor. Müezzin ezan okuyunca bütün esnaf camiye koşuyor." (Edward Raczynski, XIX. yüzyıl).
* "Türk milletinin o kadar tatlı bir konuşma tarzı vardır ki, bütün medeni milletlere örnek olabilir." (Charles Mac Farlane, XIX. yüzyıl).
* "Öfke ile intikam duygularının ürünü olduğu kadar, kumarbazlığın da tabii bir neticesi olan küfürbazlık Hristiyan ülkelerinde müthiş surette kullanılıp durduğu halde, Türkiye'nin ne sokaklarında duyulabilir, ne de evlerinde işitilir. Bu halin bizim yüzlerimizi kızartacak ve bizi hayretler içinde bırakacak tarafı da şudur ki, Türklerin yalnız ağızlarında değil, gönüllerinde de küfür kelimeleri yoktur. Onlar yalnızca Vallahi diye Allah'a yemin ederler." (Du Loir, XVII. yüzyıl).
* "Türk kayıkçıları son derece naziktirler. Bir savaş durumunda dahi, karışıklıklar içinde bile insan hiçbir hakarete uğramadan ve hatta hiçbir küfür sözü işitmeden hedefe vardığını görünce hayretler içinde kalır." (Antoine Laurent Castellan, XIX. yüzyıl).
* "Batı dünyasında hayvan hakları kavramı yirminci yüzyıl öncesinde söz konusu bile değilken, Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisi henüz 1948’de kabul edilmişken Osmanlı İmparatorluğu’nda bu hususlardan daha ilk dönemlerdeki kanunnamelerde bile bahsedilir. “Hasta, sakat hayvanlar çalıştırılamaz. Binek hayvanlarına semer vurulması mecburidir. Yük hayvanlarına ağır yük taşıtılması yasaktır; bu hususta dikkatli ve özenli olunmalıdır zira bu hayvanların dili olmadığı için yükün ağır olduğunu söyleyemezler. Bu konularda titizlik göstermeyen hayvan sahipleri uyarılacaktır. Uyarıya uymayanlar cezalandırılacaktır. Yalnızca yük ve binek hayvanlarının değil, bütün canlıların hak ve hukukunu kolluk kuvvetleri gözetecektir, çünkü bu konuda şer’i hüküm vardır.” (İkinci Bayezid devri İstanbul Belediyesi Kanunnamesi, 1502). Hayvanların hak ve hukukuna bile özen gösteren Osmanlı devlet yapısının, İslam dininde eşref-i mahlukat (yaratılmışların en şereflisi) olarak addedilen insan söz konusu olduğunda, insan haklarına ve hürriyetlerine saygı göstermemesi zaten mümkün değildir.
* "Türkler canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, hasılı Allah'ın yarattığı her yaratığa hürmet ederler. Bizim memleketlerde başı boş bırakılan, eziyet edilen zavallı hayvanların hepsine şefkat ve merhametleri vardır." (Lamartine, XIX. yüzyıl).
* "Türklerdeki merhamet duygusuna hayvanlar da dahildir. Birçok köyde binek hayvanları haftada iki gün çalıştırılmaz. Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlaşılır. Eğer bir evin bacasında leylek yuvası varsa, o bir Türk evidir." (Elisee Recus, XIX. yüzyıl).
* "Türkler hayvanlara eziyet edilmesine ve onlarla eğlenilmesine çok kızarlar. Venedikli bir kuyumcunun başına gelen şu hadise buna iyi bir örnektir: Kuş meraklısı olan bu kuyumcunun tuttuğu kuşlar arasında rengi ve büyüklüğü bakımından kukumava benzeyen bir kuş vardı. Hayvanın gagası pek küçük olmasına rağmen, ağzını açtığı zaman bir insan yumruğu içine girebilecek kadar genişliyordu. Şakacı bir insan olan kuyumcu, bu tuhaflığından dolayı kuşu kanatlarından gererek kapısına asmıştı. Gagasını da bir çomak koymak suretiyle açık tutuyordu. Evin önünden geçen Türkler hayvanın halini görünce acıdılar. Böyle zararsız bir kuşa eziyet etmenin cinayet olduğunu söyleyerek adamı evinden dışarı çıkardılar. Yaka paça hakimin huzuruna getirdiler. Hakim ona ağır bir ceza vereceği sırada, Venedik Sefaretinden bir memur gelerek suçlunun kendisine teslimini talep etti. Kuyumcu, kendisini getiren Türklerin şiddetli itirazları arasında, hakimin merhameti sayesinde sefaretten gelen memura teslim edildi." (Ogier Ghiselin de Busbecq, XVI. yüzyıl).
* "Türkler bir gülün bile yerde sürünmesine dayanamazlar." (Baron Wratislav, XVI. yüzyıl).
Şefkatliydik
* "Erkeklerde de, kadınlarda da evlat sevgisi çok belirgindir. Türklerin hafta tatili olan cuma günleri ve özellikle ramazan ve bayram günleri sokaklarda Müslüman Türk'ün göğsünü kabartan oğlunun elinden tutup ağır ağır gezdirdiği, çocuk yorulunca kucağına aldığı, daima devam ettiği kahvede yanına oturtup şefkatle hitap ettiği, evladına tam bir ana özeniyle baktığı, ihtiyarlarından gençlerine kadar bütün diğer Müslüman Türklerin tütün çubuklarını bırakıp çocuğa ilgiyle baktıkları ve ileride, ihtiyarlıkta destek olacak bir oğul sahibi olduğu için babayı tebrik ettikleri görülür. Bu şefkat tezahürlerine başka memleketlerde de tesadüf edilir, fakat arada dağlar kadar fark vardır! Birtakım boş çıkar kaygıları, eğlence düşkünlüğü, çoğu defa kadınların da katıldığı ticaret dünyası, kısacası başka memleketlerin her şeyleri çocuklara karşı şefkati azalttığı halde, aksine Türklerdeki aile hayatı şefkat duygusunun bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir. İşte bundan dolayı Türkiye'de çocuklar yetişip aile sahibi oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate karşılık vermekle mutlu oldukları halde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez analarıyla babalarından ayrılmakta, ekonomik endişeleri hususunda onlarla çekişe zıtlaşa münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve ebeveynlerine karşı yabancılaşmaktadırlar." (A. Brayer, XIX. yüzyıl).
* "Osmanlı devletindeki sayısız güzel geleneklerden biri, hali vakti yerinde olan ailelerin ramazan ayında iftara davet ettikleri misafirleri uğurlarken diş kirası adı altında bir miktar para veya kıymetli eşyayı hediye etmeleriydi. Bu sayede muhtaç durumda olanlara, gururlarını incitmeden yardım edilirdi.
* "Hiçbir istisnası olmamak şartıyla bütün Türkler hayırseverdir; ne din farkına, ne de ihtiyaç sahiplerinin geçmiş fiil ve hareketlerine bakmaksızın bütün muhtaçlara yardım ederler. Çünkü onların nazarında herhangi bir şaki hayatını 180 derece değiştirip mükemmel bir velî olabilir. İşte bundan dolayı Türk hayrat ve hasenatından hiç kimse dışlanmaz." (Comte de Bonneval, XVIII. yüzyıl).
* "Türklerin nazarında hayır ve hasenat yapmak imanın gereğidir. Türkler kadar kelimenin tam anlamıyla hayırsever olan hiçbir millet bilmiyorum." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
* "Türklerin riayet ettikleri İslam'ın beş şartının dördüncüsü de zekattır. Türkler bu şartın ifasında kusur etmezler, çünkü hayırseverliği severler. Din ve mezhep ayırt etmeksizin ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi olsun, bütün muhtaçlara yardım ederler. Bu yüzden fakir Türklere pek rastlanmaz. Kimisi daha hayattayken fukaraları besleyip kollar, kimisi ölürken hastane, köprü, kervansaray veya çeşme inşası için muazzam servet bırakır, bazıları ölürken köleleriyle cariyelerini azat eder, hayrat yapmaya imkanı olmayanlar ana yolların tamirinde çalışarak, yol boylarındaki su haznelerini doldurarak, sellerde suların civarında durup yolculara tehlike işareti vererek hayır işlerler ve bütün bunlara mukabil katiyen para almazlar ve eğer ücret teklif edilecek olursa para için değil, fisebilillah (Allah rızası için) çalıştıklarını söyleyerek reddederler." (M. Thevenot, XVII. yüzyıl).
* "Hayır ve hasenat yapmak yalnız Kuran ile Türk imamları tarafından iyice telkin ve teşvik edilmiş olmakla kalmayıp, halk tarafından da o kadar sadakatle ve öyle bir el birliği ile tatbik edilir ki, bütün Türkiye’de dilenciliğin ne olduğunu hiç kimse bilmez." (Aubry de la Motraye, XVIII. yüzyıl).
* “Türkler midelerine düşkün olmayan bir millet. Az gıda ile yetiniyorlar. İyi bir aşçıbaşının bu ülkede zengin olması mümkün değil.” (Jean de Chevenot, XVII. Yüzyıl).
* "Yazın İstanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan yola inen köylülerin yolculara bedava ayran dağıttıklarını gözlemledim. Türkler bu dindarlık hareketlerinde fazla aşırıya kaçmaktadırlar; iyilikleri yalnız insanlar için olmayıp, hayvanlara, hatta bitkilere bile iyilik yapmayı bir görev bilirler." (Luigi Ferdinando Marsigli, XVIII. yüzyıl).
* "Türk merhameti hayvanları da kapsar. Hayvanları beslemek için vakıfları ve ücretli adamları vardır. Bu ücretliler sokaklardaki sahipsiz kedi ve köpeklere yiyecek dağıtırlar. Sokaklardaki ağaçların aşırı sıcak havalarda kurumasını önlemek için fakirlere para verip sulatacak kadar kaçık (!) Müslümanlar bile vardır. Kasaplar her gün belirli sayıda kedi ve köpek beslemekle mükellef kılınır." (Jean Antoine Guer, XVIII. yüzyıl).
* "Birçok insan sadece azat etmek amacıyla kuş satın alır. Bunu yapan Türklerden birine bir gün, yaptığı işin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek bana baktı ve şu cevabı verdi: ‘Allah'ın rızasını kazanmaya yarar.’" (Jean Antoine Guer, XVIII. yüzyıl).
* " Batılılar temizliği Türklerden öğrendi. Avrupa'da bakımsızlık ve pislik yüzünden salgın hastalıkların kol gezdiği ve bu nedenle milyonlarca insanın öldüğü çağlarda Türklerin ülkesinde salgın hastalıklara rastlanmazdı.
* "Türkler yıkanmayı sevdikleri için hem temiz, hem de sağlıklıdırlar. Bu gelenek dolayısıyla İstanbul’da çok fazla sayıda hamam vardır. Hatta en uzak, en küçük kasabalarda bile hamam bulunur. Zengin olsun, yoksul olsun tüm hamamlar aynı biçimde yapılır. Aralarındaki fark yalnızca süslemededir." (Jean de Chevenot, XVII. yüzyıl).
* "Türk evlerinde temizliğe azami önem verilir. Döşeme tahtaları halılarla ve Mısır hasırlarıyla kaplıdır. Pabuçlarla kunduraların merdiven önünde bırakılması adet olduğu için odalarda, sofalarda çamurlara ve ayak izlerine tesadüf edilmez. Bütün evlerde haftada bir kere, döşeme tahtalarının silinmesine varıncaya kadar temizlik yapılır." (M. Thornton, XVIII. yüzyıl).
Sağlıklıydık* "Türkler çok yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki bir sürü tehlikeli hastalığın hiçbirini bilmezler. Öyle zannediyorum ki Türklerin bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden birisi sık sık hamama gitmeleri ve yiyip içmedeki itidalleridir. Çünkü az yemek yerler, Hristiyanlar gibi karmakarışık şeyler yemezler, içki alemleri yapmazlar ve daima idman yaparlar." (M. Thevenot, XVIII. yüzyıl).
* "Batı ülkelerinde bir evin içindeki yaşayış tarzı, daha dışarıdan bakıldığı zaman anlaşılabilir. Sokaktan geçenler perde aralıklarından, genç ya da yaşlı, güzel ya da çirkin başlar görürler. Fakat yabancı bakışlar hiçbir zaman bir Türk evinin içine nüfuz edemez. Eğer evdeki bir misafirin çıkması için kapı açılacaksa tam açılmaz, sadece aralanır. Hemen ardından da onu kapayacak birisi vardır. İçerisi asla sergilenmez." (Pierre Loti, XX. yüzyıl).
Yukarıdaki saydığımız gezgin raporlarının zamanlaması Osmanlının duraklama döneminden sonraki dönemden 19. yy a kadar sürüyor.dikkatinizi çekmek isterim ki Osmanlıdaki ahlaki,sosyal,kültürel,çöküntü bu dönemlerden sonra gerçekleşiyor..Buda Bu gezginlerin raporlarından sonra yine onların destekçiliğini yapan krallar tarafından Müslüman coğrafyasına inanılmaz bir msiyonerlik faaliyeti başlatılmıştır. Raporlardan anlaşılan odur ki toplumun refah seviyesinin,ahlaki seviyesinin yüksek olmasının yegane sebebi olarak İslam dinini gördüler.Bunu yıkarsak Dünyadaki tek üstün millet biz hristiyanlar oluruz.
Kaynaklar
Büyük Türkiye Tarihi (14 cilt), Yılmaz Öztuna, Ötüken Yayınevi, 1979
Tarihi Hakikatler (2 cilt), İsmail Hami Danişmend, Kervan Kitapçılık, 1979
Bilinmeyen Osmanlı, Ahmet Akgündüz ve Said Öztürk, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 1999
Küplüce'deki Köşk, Samiha Ayverdi, Hülbe Yayınevi, 1989
gözlemlemişlerdir.
Örnektik
* "Ahlak bakımından Türk sosyal yaşantısı bütün dünyaya örnek gösterilmelidir." (Du Loir, XVII. yüzyıl).* "Türk kadınları öyle sanıldığı gibi ömür boyu duvarlar ardına kapatılmış değil. Dünyada, sanırım onlar kadar hoşça vakit geçiren az insan var." (La Baronne Durand de Fontmagne, XIX. yüzyıl).
* “Bir Türk atasözü der ki: 'Kişi, bina yaptığı yere ağaç diker.' Biz ise bina yaparken ağaçları söküyoruz! İstanbul bir meyve bahçesidir. Bizim şehirlerimiz ise taş yığınları!” (Le Curbusier, XX. yüzyıl).
Medeniydik
* "Girdiğimiz yer bir kahvehane, onun için kahve ısmarlıyoruz. Buraya ilk defa bir kadın ayağı basıyor olma ihtimalinin yüksekliğine rağmen, gelişimize kimse şaşırmamış gibi davranıyor.
* Müşterilerin hepsi bizden tarafa bakmamak üzere anlaşmışlar sanki. Meraklılık şarklıların tenezzül etmedikleri bir davranıştır. Osmanlı şehirlerinde pek çok dükkanda alış veriş yaptık, bize kahve ve sigara ikram edildi, ancak alış veriş tamamlandıktan sonra, dükkan sahipleri en fazla nereden gelip, nereye gittiğimizi sordu, daha fazlası onları alakadar etmiyordu." (Knut Hamsun, XX. yüzyıl).
* "İstanbul'da ve diğer Osmanlı şehirlerinde görülen emniyet ve asayiş, huzur ve güven ortamı hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ispatlamaktadır ki, Türkler çok medeni insanlardır." (Sir James Porter, XVIII. yüzyıl).
* "İstanbul'da üç yüz elli cami, doksan iki Rum ve Ermeni kilisesi, sekiz Katolik kilisesi, otuz dört sinagog, beş yüz on sekiz medrese, otuz beş kamuya açık kütüphane, iki yüz hastane, yüz imaret, üç yüz hamam, yüzlerce han veya kervansaray, zarafet ve temizlik bakımından Avrupa'da bir benzerine rastlanmayan gösterişli kışlalar bulunmaktadır." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
Çevreciydik
* "Osmanlı Türkleri kurak günlerde ücretli insan tutup sokaklardaki ağaçları sulatır, göçmen kuşların dinlenmesi için saçak altlarına kuş yuvaları yapardı. Yere hiçbir zaman çöp atmazlar ve tükürmezlerdi."
* "Türkler hiçbir zaman yere tükürmezler, daima yutkunurlar." (Luigi Ferdinando Marsigli, XVIII. yüzyıl).
* "Türklerin tabiat güzelliklerine o kadar hürmetleri vardır ki, eğer bina inşa edecekleri arsada bir ağaç varsa, damlarının en güzel ziyneti saydıkları bu ağaç için yeterli bir açıklık bırakmak suretiyle binayı inşa ederler." (Lady Craven, XVIII. yüzyıl).
Disiplinliydik
* "Türkler sabırlı, tahammüllü ve iktisatlı hareket ederler. Türk sistemini kendi sistemimizle mukayese edince istikbalin başımıza getireceği şeyleri düşünerek titriyorum. Bu ordu galip gelecek ve payidar olacak, biz ise mahvolacağız. Çünkü Türkler sarsılmaz bir kuvvete sahip oldukları gibi, kendilerine has zafer alışkanlıkları, güçlüklere tahammül kabiliyeti, intizam, disiplin, kanaatkarlık ve uyanıklık mevcut." (Ogier Ghiselin de Busbecq, XVI. yüzyıl).
* "Savaş zamanında öyle sıkı bir disiplin vardır ki, hiçbir asker adaletsiz bir şey yapmaya cesaret edemez. Adaletsizlik yapan da acımasızca cezalandırılır. Gözcüler ve düzen sağlayıcılar vardır. Geçip gidilen yolların kıyısındaki bağ ve bahçelerden, sahiplerinin izni alınmaksızın bir elma bile koparılamaz." (Bartholomeus Georgievic, XVI. yüzyıl).
Haysiyetliydik
* "Avrupalı bir tüccar ülkemize gelerek bir kumaş imalathanesindeki malları beğenip hepsini satın almak istediğini belirttikten sonra, mal sahibinin vereceği kumaş toplarını denklerken bir top kumaşı vermeyip ayırdığını gördü. Bu hareketinin nedenini sorduğunda mal sahibi "Onu sana veremem, çünkü kusurludur." cevabını verdi. Yabancı tüccar "Ziyanı yok, onu da ver." demesine rağmen Osmanlı esnafı o kumaş topunu vermemekte direnerek, "Benim malımın kusurlu olduğunu söyledim, biliyorsunuz. Fakat siz onu kendi memleketinizde satarken, alıcılarınız orada benim bunları size söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir. Böylece müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım. Neticede Osmanlı'nın şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekar sanacaklardır. Onun için bu sakat topu asla size veremem." diyerek kumaşı vermeyişinin sebebini izah etti.
Faziletliydik
* "Bir Avrupalı, bu ülke halkını ne kadar yakından tanır, onların iç güdülerini inceler, geleneklerinin sağlamlığını sezinlemeye çalışırsa, giderek, Türklerin yüce gönüllülüğüne o oranda daha çok hayran kalır." (Julia Pardoe, XIX. yüzyıl).
Adildik
* “Yirmi küsur ırka mensup halk, Osmanlı’nın hakimiyeti altında sızlanmadan, hiçbir şikayeti olmadan, mesut yaşadı. Müslüman olsun, olmasın herkes arazi / mülk sahibi olabilirdi. Birçok Hristiyan, vergileri ağır ve adaleti belirsiz olan Hristiyan ülkelerindeki ana yurtlarını terk ederek Türkiye’ye yerleşti.” (Fairfax Downey, XX. yüzyıl).
* "Osmanlı başkentinde gayrimüslimlere ait olan ibadethane sayısının gayrimüslim nüfusuna oranı, Müslümanlara ait olan ibadethane sayısının Müslüman nüfusuna oranından çok daha fazla idi (Gayrimüslimlerin ibadethanelerinin sayısı, cami sayısının üçte birinden fazla idi). "İstanbul'da üç yüz elli cami, doksan iki Rum ve Ermeni kilisesi, sekiz Katolik kilisesi, otuz dört sinagog vardır." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
* "Belki de yakında himayeye muhtaç olacaksınız. Asla Rus'a yanaşmayın. Haindir, sizi yok eder. Fakat kendinizi Osmanlıya emanet edin. Adil ve merhametlidir." (Boğdan Prensi Büyük Stefan’ın oğullarına vasiyeti).
* "Dünyada esirlere, kölelere, cariyelere ve hatta kürek mahkumlarına Müslüman Türklerden daha iyi bakan ve daha iyi muamele eden hiçbir millet yoktur." (Mouradgea d'Ohsson, XVIII. yüzyıl).
Güvenilirdik
* "Evlerin kapısının üstünkörü kapatıldığı ve dükkanların çoğunlukla açık bırakıldığı İstanbul'da her sene en fazla beş, altı hırsızlık vakası görülür." (A. Brayer, XIX. yüzyıl).
* "Yol arkadaşım olan bir Macar subayının eşyasıyla kendi eşyamı nakletmek üzere bir köylünün yük arabasını kiraladım. Sandıklar, portmantolar, denkler, paltolar, kürkler, atkılar hep açıktaydı. Son derece nazik bir Türk bana refakat teklifinde bulundu. Köylü de öküzlerini koşumdan çıkarıp bizi bütün eşyamızla birlikte sokağın ortasında bıraktı. Ben onun uzaklaştığını görünce 'Burada birisinin kalması lazım.' dedim. Yanımdaki Türk hayretle sordu: 'Niçin?' 'Eşyalarımızı beklemek için tabii." dedim. Müslüman Türk şu cevabı verdi: 'Buna gerek yok. Eşyalarınız bir hafta geceli gündüzlü burada kalsa bile hiç kimse ilişmez.' Ben bu söze itimat ederek eşyaları bıraktım ve döndüğümde her şeyi eksiksiz, yerli yerinde buldum. Şunu da hatırlatayım ki, o bir hafta zarfında Türk askerleri mütemadiyen oradan gelip geçmekteydi. Bu vaka bütün İngiliz kiliselerinin kürsülerinden Hristiyanlara ilan edilmelidir! İçlerinden bazıları rüya gördüklerini zannedeceklerdir. Artık uykularından uyansınlar!" (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
* "Esnaf dükkanını kapatmayıp, biraz sonra geri döneceğini belirtmek için kapısının önüne bir bez çekiyor. Bu sonsuz güven, hizmete göre değer kazanıyor. İstanbul’da hırsızlık olaylarına çok az rastlanırmış." (Edward Raczynski, XIX. yüzyıl).
* "Bu muazzam başkentte namaz saatlerinde dükkanların açık bırakılıp camiye gidildiği ve geceleri konut kapıları basit bir mandalla kapatıldığı halde, senede beş hırsızlık vakası bile olmaz. Baştan aşağı Hristiyanlarla dolu olan Galata ve Beyoğlu'nda ise hırsızlık olmayan bir gün bile yoktur; cinayet vakaları da pek çoktur." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
Harambilmezdik
* "Dükkanlardan öteberi satın alırken para kesemi ya da saatimi unuttuğum çok oldu. Bazen verdiğim paranın üstünü almadan çekip gittiğim de oldu. İşte bu dalgınlığıma rağmen Türk dükkanlarında hiçbir zaman tek bir meteliğim dahi kaybolmadı, çünkü bu gibi durumlarda dükkancılar arkamdan koştular ve hatta bulamadıklarında ikametgahımın bulunduğu Beyoğlu'na bile adam gönderdiler. Ben bu Türk namusunun daha yüzlerce misalini sayabilecek vaziyetteyim. Bizzat kendi başımdan geçen vakalar otuzdan fazladır ve bunların hiçbirinde, hiçbir zaman Türklerin harama tevessül ettiğini görmedim." (Aubry de la Motraye, XVIII. yüzyıl).
* "Osmanlı Türkleri diğer faziletleri kadar namusluluk, dürüstlük, doğruluk gibi Kuran hükümlerine dayanan iyi huyları yönüyle de takdire şayandırlar. Osmanlı Türklerinin övülmesi gereken faziletlerinden biri de verdikleri söze sadık olmaları, hemcinslerini aldatmaktan, emniyeti suistimal etmekten, insanların saflığından yararlanmaktan veya saflıklarını istismar etmekten vicdan azabı duymalarıdır. Kendi vatandaşlarına karşı bütün muamelelerinde hakim olan bu görgüye, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bütün yabancılara karşı da uyarlar, yani Müslüman’la gayrimüslim arasında hiçbir fark gözetmezler. Faziletli bir toplumsal düzenin yürütülmesi bakımından olağanüstü değeri olan bu fikirler kanun esaslarından başka Kuran'ın şu güzel ayetlerine dayanmaktadır: Hiç kimseyi aldatmayın; ölçüyü tam doldurun; doğru tartın; sözlerinizde, yeminlerinizde kendi aleyhinize bile olsa doğruluktan ayrılmayın. Mukavelelerinizle pazarlıklarınızda hileden kaçının. El malını haksız yiyen, karnını yakacak bir ateş yemiş olur.” (Mouradgea D'Ohsson, XVII. yüzyıl).
Namusluyduk
* "Milli ahlakı halkın orta tabakasında, yani zenginlerle fakirler arasındaki sınıfı oluşturan insanlar arasında aramalıyız. İşte bu tabakaya mensup olan Türkler arasında sosyal ve aile içi erdemler, kendi ihtiyaçlarına ve bilhassa ilk resuller devrine layık nazikane görgü kurallarına uygun bir eğitim seviyesiyle birleşir. Namuslu olmak Türk tüccarının vasfıdır. Rumlarla karışık olmayan Türk köylerinde hayatın masumiyetiyle gelenek ve göreneklerin sadeliği şayanı takdirdir ve hilekarlıkla dolandırıcılık oralarda kesinlikle bilinmez." (Thomas Thornton, XIX. yüzyıl).
Sadıktık
* "Türkler vaatlerine olağanüstü bir sadakat gösterirler." (Comte de Bonneval, XVIII. yüzyıl).
* "Müslüman Türkler yeminleriyle ahitlerine de son derece sadıktırlar. Fakat Allah'ın adını ağızlarından düşürmemek alışkanlıklarına bakılırsa, sözlerine Tanrı’yı şahit göstermeden hiçbir şey söylemek istemedikleri anlaşılır. Bu durumda bir yemin ifadesi olarak Vallahi kelimesini kullanırlar. Kesinlik belirtmek için Billahi kelimesini de ilave ettikleri gibi, tam bir kesinlik ifadesi olması için Tallahi kelimesini de ilave ederler." (Mouradgea d'Ohsson, XVIII. yüzyıl).
Dürüsttük
* "Haksızlık, fahiş kârcılık, tefecilik, tekelcilik ve hırsızlık gibi suçları Türkler bilmez. Kısacası ister dini inançlarından, ister ceza korkusundan dolayı olsun, öyle dürüsttürler ki, insan Türklerin dürüstlüğüne hayranlık duymaktan başka bir şey yapamaz." (Comte de Bonneval, XVIII. yüzyıl).
* "Türkiye'de gasp olayları, dükkan ve ev hırsızlıkları, dolandırıcılık ve yankesicilik vakaları adeta yok gibidir. Savaş durumunda olsun, barış günlerinde olsun, yollar da evler kadar emindir. Özellikle ana yolları takip ederek imparatorluk arazisinin her tarafını mutlak bir güvenlik içinde baştan başa kat etmek her zaman mümkündür. Sürekli bir yolculukta, yolcu adedinin çokluğuna rağmen vukuatın fevkalade azlığına hayret etmemek elde değildir. Yıllar boyunca ancak bir tek vakaya tesadüf edilebilir." (Sir James Porter, XVIII. yüzyıl).
* "İstanbul’daki Türklerin namuslu ve dürüst alışverişlerine hayran oldum. Hemen her gün Bedesten’e gidiyordum. Bizdeki alıcı ve satıcıların birbirlerini aldatmaya kalkışmalarına burada hiç rastlamadım." (Edward Raczynski, XIX. yüzyıl).
* "Kayığa binen yolcu, arka taraftaki bir mindere oturur ve geriye yaslanır. Kürekçiler güçlü kollarıyla kürek çekip dalgaları kesmeye çalışırlar. Yüz ve omuzları güneşten yanmış, adeta tunçlaşmıştır. Geniş ipekten gömlekler giyer ve atlas kemer bağlarlar. Çok terbiyeli, dürüst insanlardır. İşlerini bir çeşit güzel sanat haline getirmeyi bilmişlerdir." (Gerard de Nerval, XIX. yüzyıl).
Terbiyeliydik
* "Paşasından sokak satıcısına kadar istisnasız hepsinde birer derebeyi ihtişamı vardır. Hepsi aynı terbiyeyi görmüş ve bir nevi asalet vakarı içinde yetişmiş oldukları için, eğer kıyafet farkları olmasa, İstanbul'da bir aşağı tabakanın mevcut olduğunu ilk bakışta hiç kimsenin fark etmesine imkan yoktur. Gerçekten, görünüşe göre İstanbul'un Türk halkı Avrupa'nın en terbiyeli ve en kibar topluluğudur." (Edmondo de Amicis, XIX. yüzyıl).
Naziktik
* "İstanbul halkı Avrupa başkent halklarının en nazik ve en kibar olanıdır. Sokak kavgaları ender görülür. Kahkaha sesleri çok nadir işitilir. O kadar toleranslıdırlar ki, ibadet saatlerinde bile camileri gezilebilir, bizim kiliselerde gösterilen kolaylıkların çok daha fazlası görülür." (Edmondo de Amicis, XIX. yüzyıl).
* "Türklerin bağırarak konuştuğunu duyamazsınız. Bir Türk ne kadar az konuşur ve ne kadar az hareket ederse etrafında o kadar çok saygı uyandırır. Türkler, hizmetkarlarına emirlerini el çırparak ya da kaş göz işaretiyle veriyorlar. Birbirlerine karşı gösterdikleri saygıyı da sessizce ifade ediyorlar." (La Baronne Durand de Fontmagne, XIX. yüzyıl).
* "Müslüman Türk nezaketinden bahsetmek zorundayım. Nezaket Türklerin milli ahlaklarını teşkil eden sarsılmaz unsurların birisi ve aynı zamanda tabii bir neticesidir. Zaten Kuran'da nezakete ait ayetler vardır ve o mukaddes kanunun bütün düsturları gibi bu ayetler de Türklerde aynen ve harfiyen tatbik edilir." (A. Brayer, XIX. yüzyıl).
* "Bütün gezilerimde Türklerin hatırşinaslıklarıyla lütufkarlıklarını gösteren birçok durumla karşılaştım. Şahit olduğum olaylar beni bu milletin iyi kalpli ve insanı minnettar edecek hareketlere aşırı eğilimli olduğuna ikna etmiş oldu. İstanbul civarındaki gezintilerimde ben hep bu milletin lütufkarlığıyla misafirperverlik aşkına şahit oldum. Rastladığım hangi Türk'e yol sorsam, hemen bana rehberlik etme teklifinde bulunuyor, yiyecek ve içecek şeyler hususunda elinden gelen ikramda kusur etmemek suretiyle de hep aynı kibarlığı gösteriyordu." (L. H. Delamarre, XIX. yüzyıl).
Mütevazıydık
* "Müslüman Türkler arasında kibir ve gurur adeta bilinmez. Kuran'ın en şiddetle yasakladığı temayüllerin biri de budur. Bir taraftan da sürekli olarak alçak gönüllülük telkin edilir. İşte bundan dolayı Müslüman Türk'ün yürüyüşünde vakar ve ihtişam olmakla beraber, katiyen kibir ve azamet yoktur. Daima yavaş sesle konuşur, el ve kol hareketlerinde hiçbir zaman zorla hükmeden bir eda sezilmez, hizmetinde tatlılık ve kolaylık vardır." (A. Brayer, XIX. yüzyıl).
Vakurduk
* "Türkler ağırbaşlı ve düşüncelidirler. Türklerin genel özellikleri olan ağırbaşlılık ve vakar, nezaket görüntüleri içerisindeki selamlaşma törenlerine büyük bir heybet katar." (Thomas Thornton, XIX. yüzyıl).
* "Osmanlı Türklerinin milli ahlakından olan vakarın, ağırbaşlılığın tanımı kolay değildir. Dünyada huzur ve sükuna Türklerden daha eğilimli bir millet yoktur. Biraz olağan dışı bir şey, mesela bir ecnebi kıyafeti, garip bir şey, tuhaf bir yaratık gördüklerinde biraz durur, soğukkanlılıkla bakar, gülümser ve yollarına devam ederler. Sokakta toplanmak, sevinç veya hayret taşkınlıklarına kapılmak gibi haller hiçbir Müslüman Türk şehrinde görülmeyen şeylerdir." (Mouradgea d'Ohsson, XVIII. yüzyıl).
* "Türk çocukları başka memleketlerin çocuklarına benzemiyor. Ne gürültü ediyorlar, ne de ağlayıp duruyorlar. Şarkta geçirdiğim üç seneye yakın zaman zarfında hiçbir Türk çocuğunun bağırıp çağırdığını işitmedim. Mektebe gittiklerini gördüğüm yavruların tavırları sakin, yürüyüşleri tıpkı yaşlı başlı Osmanlılar gibi vakurdu." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
Hasbiydik
* "Camilerde kürsü, şeref sandalyesi, özel olarak ayrılmış sıra diye bir şey görülmez, bu boş makamların Tanrı katında yeri yoktur. Camilerde yoksullara yardım veya caminin bakımı için bağış toplanmaz; orada mümini duadan ve murakabeden alıkoyabilecek hiçbir faaliyete izin verilmez." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
* "Kazanç isteği Müslümanların günde beş vakit namaz kılmalarına engel olmuyor. Müezzin ezan okuyunca bütün esnaf camiye koşuyor." (Edward Raczynski, XIX. yüzyıl).
Dilbazdık
* "Türk milletinin o kadar tatlı bir konuşma tarzı vardır ki, bütün medeni milletlere örnek olabilir." (Charles Mac Farlane, XIX. yüzyıl).
* "Öfke ile intikam duygularının ürünü olduğu kadar, kumarbazlığın da tabii bir neticesi olan küfürbazlık Hristiyan ülkelerinde müthiş surette kullanılıp durduğu halde, Türkiye'nin ne sokaklarında duyulabilir, ne de evlerinde işitilir. Bu halin bizim yüzlerimizi kızartacak ve bizi hayretler içinde bırakacak tarafı da şudur ki, Türklerin yalnız ağızlarında değil, gönüllerinde de küfür kelimeleri yoktur. Onlar yalnızca Vallahi diye Allah'a yemin ederler." (Du Loir, XVII. yüzyıl).
* "Türk kayıkçıları son derece naziktirler. Bir savaş durumunda dahi, karışıklıklar içinde bile insan hiçbir hakarete uğramadan ve hatta hiçbir küfür sözü işitmeden hedefe vardığını görünce hayretler içinde kalır." (Antoine Laurent Castellan, XIX. yüzyıl).
Merhametliydik
* "Batı dünyasında hayvan hakları kavramı yirminci yüzyıl öncesinde söz konusu bile değilken, Birleşmiş Milletler Hayvan Hakları Bildirisi henüz 1948’de kabul edilmişken Osmanlı İmparatorluğu’nda bu hususlardan daha ilk dönemlerdeki kanunnamelerde bile bahsedilir. “Hasta, sakat hayvanlar çalıştırılamaz. Binek hayvanlarına semer vurulması mecburidir. Yük hayvanlarına ağır yük taşıtılması yasaktır; bu hususta dikkatli ve özenli olunmalıdır zira bu hayvanların dili olmadığı için yükün ağır olduğunu söyleyemezler. Bu konularda titizlik göstermeyen hayvan sahipleri uyarılacaktır. Uyarıya uymayanlar cezalandırılacaktır. Yalnızca yük ve binek hayvanlarının değil, bütün canlıların hak ve hukukunu kolluk kuvvetleri gözetecektir, çünkü bu konuda şer’i hüküm vardır.” (İkinci Bayezid devri İstanbul Belediyesi Kanunnamesi, 1502). Hayvanların hak ve hukukuna bile özen gösteren Osmanlı devlet yapısının, İslam dininde eşref-i mahlukat (yaratılmışların en şereflisi) olarak addedilen insan söz konusu olduğunda, insan haklarına ve hürriyetlerine saygı göstermemesi zaten mümkün değildir.
* "Türkler canlı ve cansız mahlukatın hepsiyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, hasılı Allah'ın yarattığı her yaratığa hürmet ederler. Bizim memleketlerde başı boş bırakılan, eziyet edilen zavallı hayvanların hepsine şefkat ve merhametleri vardır." (Lamartine, XIX. yüzyıl).
* "Türklerdeki merhamet duygusuna hayvanlar da dahildir. Birçok köyde binek hayvanları haftada iki gün çalıştırılmaz. Türklerle Rumların karışık olarak yaşadığı köylerde bir evin hangi tarafa ait olduğunu kolaylıkla anlaşılır. Eğer bir evin bacasında leylek yuvası varsa, o bir Türk evidir." (Elisee Recus, XIX. yüzyıl).
* "Türkler hayvanlara eziyet edilmesine ve onlarla eğlenilmesine çok kızarlar. Venedikli bir kuyumcunun başına gelen şu hadise buna iyi bir örnektir: Kuş meraklısı olan bu kuyumcunun tuttuğu kuşlar arasında rengi ve büyüklüğü bakımından kukumava benzeyen bir kuş vardı. Hayvanın gagası pek küçük olmasına rağmen, ağzını açtığı zaman bir insan yumruğu içine girebilecek kadar genişliyordu. Şakacı bir insan olan kuyumcu, bu tuhaflığından dolayı kuşu kanatlarından gererek kapısına asmıştı. Gagasını da bir çomak koymak suretiyle açık tutuyordu. Evin önünden geçen Türkler hayvanın halini görünce acıdılar. Böyle zararsız bir kuşa eziyet etmenin cinayet olduğunu söyleyerek adamı evinden dışarı çıkardılar. Yaka paça hakimin huzuruna getirdiler. Hakim ona ağır bir ceza vereceği sırada, Venedik Sefaretinden bir memur gelerek suçlunun kendisine teslimini talep etti. Kuyumcu, kendisini getiren Türklerin şiddetli itirazları arasında, hakimin merhameti sayesinde sefaretten gelen memura teslim edildi." (Ogier Ghiselin de Busbecq, XVI. yüzyıl).
* "Türkler bir gülün bile yerde sürünmesine dayanamazlar." (Baron Wratislav, XVI. yüzyıl).
Şefkatliydik
* "Erkeklerde de, kadınlarda da evlat sevgisi çok belirgindir. Türklerin hafta tatili olan cuma günleri ve özellikle ramazan ve bayram günleri sokaklarda Müslüman Türk'ün göğsünü kabartan oğlunun elinden tutup ağır ağır gezdirdiği, çocuk yorulunca kucağına aldığı, daima devam ettiği kahvede yanına oturtup şefkatle hitap ettiği, evladına tam bir ana özeniyle baktığı, ihtiyarlarından gençlerine kadar bütün diğer Müslüman Türklerin tütün çubuklarını bırakıp çocuğa ilgiyle baktıkları ve ileride, ihtiyarlıkta destek olacak bir oğul sahibi olduğu için babayı tebrik ettikleri görülür. Bu şefkat tezahürlerine başka memleketlerde de tesadüf edilir, fakat arada dağlar kadar fark vardır! Birtakım boş çıkar kaygıları, eğlence düşkünlüğü, çoğu defa kadınların da katıldığı ticaret dünyası, kısacası başka memleketlerin her şeyleri çocuklara karşı şefkati azalttığı halde, aksine Türklerdeki aile hayatı şefkat duygusunun bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir. İşte bundan dolayı Türkiye'de çocuklar yetişip aile sahibi oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate karşılık vermekle mutlu oldukları halde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez analarıyla babalarından ayrılmakta, ekonomik endişeleri hususunda onlarla çekişe zıtlaşa münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve ebeveynlerine karşı yabancılaşmaktadırlar." (A. Brayer, XIX. yüzyıl).
Hayırseverdik
* "Osmanlı devletindeki sayısız güzel geleneklerden biri, hali vakti yerinde olan ailelerin ramazan ayında iftara davet ettikleri misafirleri uğurlarken diş kirası adı altında bir miktar para veya kıymetli eşyayı hediye etmeleriydi. Bu sayede muhtaç durumda olanlara, gururlarını incitmeden yardım edilirdi.
* "Hiçbir istisnası olmamak şartıyla bütün Türkler hayırseverdir; ne din farkına, ne de ihtiyaç sahiplerinin geçmiş fiil ve hareketlerine bakmaksızın bütün muhtaçlara yardım ederler. Çünkü onların nazarında herhangi bir şaki hayatını 180 derece değiştirip mükemmel bir velî olabilir. İşte bundan dolayı Türk hayrat ve hasenatından hiç kimse dışlanmaz." (Comte de Bonneval, XVIII. yüzyıl).
* "Türklerin nazarında hayır ve hasenat yapmak imanın gereğidir. Türkler kadar kelimenin tam anlamıyla hayırsever olan hiçbir millet bilmiyorum." (F. H. A. Ubicini, XIX. yüzyıl).
* "Türklerin riayet ettikleri İslam'ın beş şartının dördüncüsü de zekattır. Türkler bu şartın ifasında kusur etmezler, çünkü hayırseverliği severler. Din ve mezhep ayırt etmeksizin ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Yahudi olsun, bütün muhtaçlara yardım ederler. Bu yüzden fakir Türklere pek rastlanmaz. Kimisi daha hayattayken fukaraları besleyip kollar, kimisi ölürken hastane, köprü, kervansaray veya çeşme inşası için muazzam servet bırakır, bazıları ölürken köleleriyle cariyelerini azat eder, hayrat yapmaya imkanı olmayanlar ana yolların tamirinde çalışarak, yol boylarındaki su haznelerini doldurarak, sellerde suların civarında durup yolculara tehlike işareti vererek hayır işlerler ve bütün bunlara mukabil katiyen para almazlar ve eğer ücret teklif edilecek olursa para için değil, fisebilillah (Allah rızası için) çalıştıklarını söyleyerek reddederler." (M. Thevenot, XVII. yüzyıl).
* "Hayır ve hasenat yapmak yalnız Kuran ile Türk imamları tarafından iyice telkin ve teşvik edilmiş olmakla kalmayıp, halk tarafından da o kadar sadakatle ve öyle bir el birliği ile tatbik edilir ki, bütün Türkiye’de dilenciliğin ne olduğunu hiç kimse bilmez." (Aubry de la Motraye, XVIII. yüzyıl).
Kanaatkardık
* “Türkler midelerine düşkün olmayan bir millet. Az gıda ile yetiniyorlar. İyi bir aşçıbaşının bu ülkede zengin olması mümkün değil.” (Jean de Chevenot, XVII. Yüzyıl).
İyilikseverdik
* “İstanbul’da büyük duvarlarla çevrili devasa bahçeler vardır. Bu bahçe duvarlarının üstlerinde ve günün belirli saatlerinde birçok kedinin, hayırsever insanları bekledikleri görülür. Çünkü Türklerde, kazanlar içinde kaynatılan işkembe ve sakatat artıklarını, kenti dolaşarak bağıra bağıra satmak adettir. Türkler bu ayak satıcılarından aldıkları çeşitli yiyecekleri köpekler arasında mümkün olduğunca eşit biçimde dağıtırlar ve bu arada duvarlar üstünde bekleşen kedilerin de paylarını vermeyi ihmal etmezler. Çünkü dini emirlerin dışında kalan bazı şeylere Tanrı buyruğu gibi değer veren bu insanlar kedi, köpek, balık, kuş ve Tanrı’nın başka canlı ve konuşamayan yaratıklarına yiyecek sadakası vermekle Yüce Tanrı’nın gözüne gireceklerine inanırlar. Bu inançlarının bir sonucu olsa gerek, yakalanmış kuşları öldürmeyi büyük günah sayarlar ve bunları bir çeşit kurtuluş akçesi verir gibi, satın alarak azat etmekle Tanrı’nın hoşnutluğunu kazanmış olurlar. Balıklar için de sulara ekmek kırıntısı atarlar." (Baron Wratislav, XVI. yüzyıl).* "Yazın İstanbul'dan Sofya'ya giderken dağlardan yola inen köylülerin yolculara bedava ayran dağıttıklarını gözlemledim. Türkler bu dindarlık hareketlerinde fazla aşırıya kaçmaktadırlar; iyilikleri yalnız insanlar için olmayıp, hayvanlara, hatta bitkilere bile iyilik yapmayı bir görev bilirler." (Luigi Ferdinando Marsigli, XVIII. yüzyıl).
* "Türk merhameti hayvanları da kapsar. Hayvanları beslemek için vakıfları ve ücretli adamları vardır. Bu ücretliler sokaklardaki sahipsiz kedi ve köpeklere yiyecek dağıtırlar. Sokaklardaki ağaçların aşırı sıcak havalarda kurumasını önlemek için fakirlere para verip sulatacak kadar kaçık (!) Müslümanlar bile vardır. Kasaplar her gün belirli sayıda kedi ve köpek beslemekle mükellef kılınır." (Jean Antoine Guer, XVIII. yüzyıl).
* "Birçok insan sadece azat etmek amacıyla kuş satın alır. Bunu yapan Türklerden birine bir gün, yaptığı işin neye yaradığını sordum. Küçümseyerek bana baktı ve şu cevabı verdi: ‘Allah'ın rızasını kazanmaya yarar.’" (Jean Antoine Guer, XVIII. yüzyıl).
Temizdik
* " Batılılar temizliği Türklerden öğrendi. Avrupa'da bakımsızlık ve pislik yüzünden salgın hastalıkların kol gezdiği ve bu nedenle milyonlarca insanın öldüğü çağlarda Türklerin ülkesinde salgın hastalıklara rastlanmazdı.
* "Türkler yıkanmayı sevdikleri için hem temiz, hem de sağlıklıdırlar. Bu gelenek dolayısıyla İstanbul’da çok fazla sayıda hamam vardır. Hatta en uzak, en küçük kasabalarda bile hamam bulunur. Zengin olsun, yoksul olsun tüm hamamlar aynı biçimde yapılır. Aralarındaki fark yalnızca süslemededir." (Jean de Chevenot, XVII. yüzyıl).
* "Türk evlerinde temizliğe azami önem verilir. Döşeme tahtaları halılarla ve Mısır hasırlarıyla kaplıdır. Pabuçlarla kunduraların merdiven önünde bırakılması adet olduğu için odalarda, sofalarda çamurlara ve ayak izlerine tesadüf edilmez. Bütün evlerde haftada bir kere, döşeme tahtalarının silinmesine varıncaya kadar temizlik yapılır." (M. Thornton, XVIII. yüzyıl).
Sağlıklıydık
Mahremdik
* "Batı ülkelerinde bir evin içindeki yaşayış tarzı, daha dışarıdan bakıldığı zaman anlaşılabilir. Sokaktan geçenler perde aralıklarından, genç ya da yaşlı, güzel ya da çirkin başlar görürler. Fakat yabancı bakışlar hiçbir zaman bir Türk evinin içine nüfuz edemez. Eğer evdeki bir misafirin çıkması için kapı açılacaksa tam açılmaz, sadece aralanır. Hemen ardından da onu kapayacak birisi vardır. İçerisi asla sergilenmez." (Pierre Loti, XX. yüzyıl).
Yukarıdaki saydığımız gezgin raporlarının zamanlaması Osmanlının duraklama döneminden sonraki dönemden 19. yy a kadar sürüyor.dikkatinizi çekmek isterim ki Osmanlıdaki ahlaki,sosyal,kültürel,çöküntü bu dönemlerden sonra gerçekleşiyor..Buda Bu gezginlerin raporlarından sonra yine onların destekçiliğini yapan krallar tarafından Müslüman coğrafyasına inanılmaz bir msiyonerlik faaliyeti başlatılmıştır. Raporlardan anlaşılan odur ki toplumun refah seviyesinin,ahlaki seviyesinin yüksek olmasının yegane sebebi olarak İslam dinini gördüler.Bunu yıkarsak Dünyadaki tek üstün millet biz hristiyanlar oluruz.
Kaynaklar
Büyük Türkiye Tarihi (14 cilt), Yılmaz Öztuna, Ötüken Yayınevi, 1979
Tarihi Hakikatler (2 cilt), İsmail Hami Danişmend, Kervan Kitapçılık, 1979
Bilinmeyen Osmanlı, Ahmet Akgündüz ve Said Öztürk, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, 1999
Küplüce'deki Köşk, Samiha Ayverdi, Hülbe Yayınevi, 1989
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder