14 Kasım 2012 Çarşamba

295 ) ALMANYA'NIN İLK ANKARA BÜYÜKELÇİSİNİN ANILARINDAN..


Rudolf Nadolny, Atatürk ve Yunus Nadi'nin arasında

   Anilarını, "Mein Beitrag" ( Katkım ) gibi iddialı bir başlık altında yazan 1873 doğumlu Nadolny, güven mektubunu 16 haziran 1924 tarihinde Mustafa Kemal'e sunar. Alman Dışişleri Bakanlığı'na yazdığı bir raporda, Türk tarafının törene olağanüstü bir önem verdiğini belirtir. Mustafa Kemal Paşa'nın Ankara'da bir Alman Büyükelçilik binasının inşa edilip edilmeyeceğini sorusuna olumlu yanıt verince de bu, memnuniyetle karşılanır. Nadolny'nin, Latife Hanım tarafından kabulü de programda yer almakla birlikte, bu ziyaret gerçekleşmemiş ve ileri bir tarihe ertelenmiştir. Ziyaretin iptaline resmi gerekçe olarak Latife Hanım'ın diş ağrısı gösterilmişse de, bir süre sonra Nadolny, Latife Hanım'ın kendisine yapılacak bu ziyaret için merasim kıt'ası talep ettiğini, talebi reddedilince de kabulden vazgeçtiğini bir söylenti olarak duyacaktır !.. Sonuçta, bu ziyaret hiçbir zaman gerçekleşmez..

   Ankara'nın başkent ilan edilmesi üzerine Almanya, diğer Batılı devletlerin aksine, yeni başkenti hemen tanımış ve Büyükelçiliğin de İstanbul'dan Ankara'ya taşınabilmesi için hemen girişimlerde bulunmuştur. Nadolny, bugünkü Büyükelçiliğin bulunduğu arsanın bir kısmını satın almış, bir kısmı ise Türk Hükumeti'nce Berlin'in diplomatik jestine karşılık hediye edilmiştir. Böylece Almanya, kısa bir süre sonra, Büyükelçiliğinin yapımına başlamış, ancak Almanya'nın içinde bulunduğu mali güçlükler nedeniyle, binaların tamamlanması zaman almış ve Büyükelçilik, ancak 1928 yılının sonbaharında yeni binasına taşınabilmiştir.. Böylece Almanya, Ankara'da Büyükelçilik binasının yapımına başlayan ilk devlet sıfatını kazanmıştır...

      
Solda 1917, sağda 1933 yıllarında..

   Nadolny'nin 13 Aralık 1924 tarihli "Başkent Ankara" raporundan bölümler :

"... Her ne kadar beklentilerimi, Doğu'nun hiç de aceleci olmama eğilimini abartılı bir şekilde göz önünde bulundurmak suretiyle ayarladıysam da, buna rağmen, büyük bir geçmişin ve sözümona daha da büyük bir geleceğin merkezi olan yeni başkenti, terk ettiğimden hemen hemen farksız şekilde, yine aynı ilkel pislik yuvası olarak karşımda gördüğümde oldukça hayal kırıklığına uğradım. İncesu bataklığı, hala istasyon ile şehir arasında bir genç kız dokunulmamışlığı içinde uzanmakta.. Hala eski iç kalenin bulunduğu dağda, şehrin balçık grisi, yanmış yıkılmış yerlerinin hakim olduğu bir perişanlık içinde yükseldiği bataklığın öbür kıyısında, Evkaf Vekaleti'ne ait olan ve bizim iki katlı villalarımızı andırır şekilde inşa edilmiş dört açık renkli evcik bize el sallamakta.. Bu evcikler, sözümona müthiş bir inşaat ve meskenlendirme girişiminin, böbürlenme vesilesi olarak başlangıcını oluşturacaklardı. Bu yıl inşa edilmesi planlanan önce 280, sonra da 40 evden halen ancak dört tanesinin temelleri atılabilmiş durumda !.. Geriye kalan kısım ise tamamen durmuş.. Bununla birlikte Meclis binası ve Maliye Vekaleti binaları bitirilebilmiş. Ayrıca, Meclis karşısına, bir Alman inşaat firması tarafından oldukça büyük bir otel binası ( Ankara Palas ) inşa edilmekte, çeşitli hükumet binalarında tamirat yapılmakta, ana yola kaldırım döşenmekte ve pek çok yerde yol ve köprü çalışmaları yapılmakta..
   Bütün bunlara karşın, Ankara'nın şimdilik Türk başkenti olarak kalmasına, eskiden olduğu gibi, şimdi de kesin gözüyle bakmak isterim. Ulusal, ayrıca tarihsel deneyimlerle ilgili ve özellikle de Boğazlar sorununun alacağı şekille bağlantılı siyasal nedenler, Türkleri o kadar derinden etkiliyor ki şimdilik hükumetin İstanbul'a bir geriye dönüş yapmasının düşünülmesi dahi söz konusu değil... Bunu Ankara'da herkes söylüyor. Gazi'nin vereceği bir işaret üzerine, hemen bugün, üstelik yürüyerek dahi olsa, Batı'ya doğru yola çıkmaya hazır olanlar dahi.. Ve Terakkiciler bugün iktidara gelecek olsa, hemen geriye dönüşü gerçekleştirip gerçekleştirmeyeceklerini kim bilebilir ki ?.. Belki en önemli makamlardan bazılarını, özellikle de Hariciye Vekaleti'ni tekrar İstanbul'a taşırlardı. Ancak milli savunma teşkilatının merkezi mutlaka yine Ankara'da kalırdı.
   Bu arada, herkes heyecan ve merakla, karşıdaki Çankaya tepelerinde şimdiden yükselmeye başlayan iki büyükelçilik inşaatına bakmakta : Yepyeni ve garip bir Sovyet stili sergileyeceği rivayet olunan ve etrafta muazzam kütleler halinde yığılmış yapı taşlarının ortasında yavaş yavaş yükselen 56 odalı Rus taş evi ; bunun üzerinde ise sade, bununla birlikte çok zarif, şirin ve neşeli görünen Alman Köşkü.. Bu köşk, Türklere göre sihirli bir şekilde garajı, makine dairesi ve kuyusu ile birlikte, birkaç hafta içinde oluşmuştur. Ve yine mucizevi bir şekilde, önümüzdeki birkaç gün içinde köşkün çevresinde bir park meydana gelecektir. Evet, şimdiye kadar tamamen perişan kalmış arazinin ortasında gerçek bir park..
   Dakik bir hızla yürütülen ve şimdiye kadar çok edalı olan Ankara'daki tesisimiz gerçekten de insanları olağanüstü şekilde etkiliyor. Bu inşaat sadece, zaten Türkiye'de tanınan ve bu nedenle bugün hemen hemen tek başına Türkiye'deki tüm yabancı sanayicilerle de dikkate alınan sanayimiz için değil, ayrıca Alman Hükumeti için de mükemmel bir reklam.. Ve biz bu fırsatı küçümsememeliyiz..."


   

   İkinci rapor, 6 Ağustos 1925 tarihlidir ve Büyükelçinin şapka devrimine bakışını içermektedir :
"Türk devrim hareketi, bilindiği gibi, diğer hedeflerini yanı sıra, eski ve tamamıyla İslam dinine dayalı Türk kültür ve devlet anlayışını yıkmayı da kendisine görev edinmiştir. Devrim hareketi, bunu, göze batan İslam-Doğu adetlerini ortadan kaldırmak suretiyle görünüşte de vurgulamak ve Türkiye'nin bu açıdan da Avrupalı olduğunu anlatmak çabasındadır.
   İslam dünyasına mensup - ister Arap, ister Türk, isterse İranlı olsun - Doğuluların en göze çarpan özelliklerinden biri serpuştur. Serpuş, camilerde ve dini törenler sırasında muhafaza edilebilmesi amacıyla, sipersiz şekilde olmalıdır. Hristiyan dahi olsa, bir Türk vatandaşı ülke içinde Avrupai bir serpuş takmayı tercih etme cesaretinde bulunduğunda, halk arasında bir dini suç işlemiş, eski Osmanlı geleneğine göre ise ulusal duyguları rencide etmiş sayılırdı. Daha uzun sayılamayacak bir süre önce, Türk olarak tanınan ve sokakta şapka ile görünen insanlar tutuklanıp cezalandırılıyordu. 
   Çok kısa bir zamanda fesin kullanımından kaldırılması ve yerini Avrupai tip şapkanın alması yolunda çok güçlü bir hareketin başlaması, ülkenin Avrupalılaşması için çabalayan hükumetin yanı sıra, halkın da bir bölümünün - özellikle aydınların - aynı yöndeki şevkini göstermek bakımından önemli bir göstergedir. Kasket siperi ya da şapka kenarı yokken gözlerine gelen güneşi ansızın fazla göz kamaştırıcı bulmaya başlayan insanlar, kendilerini çeşit çeşit örtünme yollarıyla korumaya çalışıyorlar. Yine aynı insanlar, fesin gerçekte Yunan kaynaklı bir serpuş olduğunu ansızın hatırlıyorlar. Kısacası, fese ve sipersiz benzeri serpuşlara karşı, yukarıdan teşvik edilen ya da daha ziyade emredilen bir mücadele başlamış durumda..  
   Fakat bu arada, muhafazakar zihniyetlilerden, özellikle de kırsal kesimlerden çok fazla tepki ile karşılaşmamak için, aralarında Yargıtay Başkanı'nın bulunduğu bazı yüksek makam sahibi kişilerin görüşlerine başvurulmuş, başın örtülüş şeklinin dinle ilişkili olmadığı konusundaki görüş, bu kişilerce onaylattırılmış ve bu düşünceler basında da yayınlanmıştır. 
   Bizzat Gazi, kendi muhafız kıt'asında İtalyan ordusununkine benzer bir kasket takma uygulamasını başlatarak, bu işin açılışını yaptı. Bu uygulamayı, donanma için Alman başlık tipini uygulamaya koyan Bahriye Vekaleti izledi. Bugünlerde ordu için alınan kararlara göre de, sadece, aşağı yukarı İngiliz ya da Çekoslovak örneğine uygun, Avrupai serpuş ( siperli kasket ) takılmakla kalmadı ; ayrıca Batılı tarzda selam verme ve resme saygı, yani ( eskiden ayıp sayılan ) kapalı bir yere girerek serpuşu çıkarma adeti de uygulamaya konuldu. Bu örnekleri ise, geriye kalan bütün kurumlar, şimdi peş peşe üniformalı personellerine uygulatıyorlar : Demiryolları çalışanları, belediye memurları, bekçiler vs. Bugünlerde mahkemelerde görevli personel de Avrupalı yargıçları andıran cübbelere bürünecek..
   Sivil yaşamda da şapka yerleşmeye başlıyor. Hariciye Vekili'nin de memurlarına şapka giymeyi emretmek niyetinde olduğu söyleniyor ; kendisi burada milliyetçilerin tipik başlığı olan siyah kuzu tüyünden yapılma kalpağını, beyaz bir panama şapka ile değiştirmiştir. Bu, bize göre en makul çözümdür. Sokakta da insan git gide daha çok Avrupai tip yumuşak fötr veya hasır şapka giymiş tanıdık Türklerle karşılaşıyor ; muhtemelen bunları sonbaharda da dik melon ve silindir şapkalar izleyecektir... 
   Doğrusunu söylemek gerekirse, genel olarak bakıldığında, sanki kadınların işgalden beri çarşaftan vazgeçmeleri çok hızla yaygınlaşmıştı ; buna karşılık şapkanın erkek modası olarak kabul edilmesi, İstanbul'da dahi daha çok zaman alıyor gibi bir görünüme sahip.. Masraftan kaçınma düşüncelerinin yanı sıra, muhakkak ki toplumda belli bir muhafazakar tereddüt de hissediliyor. Aynı durum gayrimüslimlerde de gözlemleniyor. Besbelli ki, onlar eski serpuştan sıyrılıp kurtulma sürecine öncülük ettikleri kuşkusuna maruz kalmak istemiyorlar. Her halükarda Avrupalılaşma çabası bu örnekte özel olarak göze çarpıyor.."             








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder