"Huduttan Bulgaristan'a kaçarken Sabahattin Ali'yi öldürdüler.
Bulgaristan'a para karşılığında adam kaçıran bir komünist şebekeye mensup Ali Ertekin adındaki katil yakalandı ve evinde yapılan aramada Sabahattin Ali'ye ait eşyalar bulundu.."
Sabahattin Ali, Markopaşa'nın çıkışından beri hakkında açılan soruşturmalarla uğraşmaktan bezgindi. Bunların bazısı yüzünden hapiste de yatmıştı. Ama şüpheli şahıs olmaktan bir türlü kurtulamamıştı. Bir yıl kadar önce bir süre için Fransa'ya gitmeyi düşünmüş, pasaport talebinde bulunmuş ama bu talebi reddedilmişti..
Yakınlarına anlattığına göre, geçimini sağlamanın yolunu artık ticarette arayacaktı. "Markopaşa" için ithal edip İstanbul'a getirttiği baskı makinesini satmış, parasının bir kısmını borçlarına yatırmış, bir kısmını Ankara'daki ailesine göndermişti. Geri kalanını, bir kamyon işi için sermaye yapmıştı.
"Kamyon işi" şuydu : İstanbul'daki dostları Avukat Mehmet Ali Cimcoz ve eşi sanatsever Adalet Cimcoz aracılığıyla, işletmesini yapacağı bir kamyon bulmuştu. Kamyonun sahibi, Adalet Cimcoz'un tanıdığı Melek Sofu adında zengin bir hanımdı. Sabahattin Ali işte bu kamyonla ticari taşımacılık yapacaktı..
Melek Hanım bunu Sabahattin Ali'ye yardım olsun diye kabul etmişti. "Sabıkalı düşünce suçlusu"na yardım etmenin riski olabilirdi. Melek Hanım'ı o riskten korumak için, kamyonu Adalet Cimcoz devralmıştı. Ama işletmeciliği tamamen Sabahattin Ali'nin üzerinde olacaktı..
Ali, bir şoför buldu. Piyasadan da şehirlerarasında taşıyacağı mallar buldu ve şoförüyle birlikte yollara düştü..
Bu kamyon ticareti girişiminin asıl nedeni, gerçekten geçim meselesi miydi ?.. Yoksa, Sabahattin Ali, bunu yurtdışına kaçma yolu olarak mı düşünmüştü ?.. Veya o işe önce geçim için başlamış, kaçmaya daha sonra mı karar vermişti ?.. Kafasından geçenler, tabii ki bilinmiyor. İkisi de olasıdır..
Geçim sıkıntısı içinde olduğu kesindi. Markopaşa'yı çıkarmaya küçük bir sermaye ile başlamıştı. Gazetenin sahipliği kendisindeydi. Yani, yayın sorumluluğunun yanında, mali işlerin tüm sorumluluğu da ondaydı.. Gazetenin kapanıp açılışlı, soruşturmalı hapisli yayın hayatı, piyasaya borçlanmasını gerektirmişti. Büyük umutlarla getirttiği baskı makinesini satması bundandı..
Kendisi için de, ailesi için de para kazanacağı devamlı bir iş kurmak istemesi normaldi. Hatırlamak gerekir, Sabahattin Ali 1948 yılında, henüz 41 yaşındaydı. Öğretmenlikle başladığı yazarlık hayatında, Cumhuriyet döneminin en etkili hikaye yazarı olmuştu.. "Aldırma Gönül aldırma" nakaratıyla süren ve şarkısı da yapılan şiiri, başarılı şairliğine bir örnekti aynı zamanda..
Bunların sonucu ise ortadaydı : Sabahattin Ali, gerek Türk edebiyatına, gerek Türk siyasetine bu katkıları yaparken, teşvik edilmek bir yana, çeşitli şekillerde cezalandırılmıştı. Hapishaneyi tanımaya, daha 23 yaşında iken başlamıştı. Aydın'da öğretmenken, öğrencilere "tehlikeli bilgiler" veriyor ihbarıyla tutuklanmıştı. Sonradan aklanmıştı ama bu arada üç ay yatmıştı !..
Konya'ya nakledilmiş, orada da bir ihbara uğramış, bir dost sohbetinde okuduğu şiirin Atatürk'e ima yoluyla hakaret teşkil ettiği iddiasıyla hapse girmiş ve bir yıla mahkum olmuştu. İhbarcılar o zamanlar Konya'da yaşayan Cemal Kutay ve sonradan milletvekili olan Emin Soysal'dı..
Sabahattin Ali'nin geçmişi böyleydi... Geleceğine gelince : O, daha da sorunlu görünüyordu : 41 yaşında iken ve yazarlık hayatının en verimli çağında iken, mesleğindeki yeteneğini ve birikimini kullanamaz hale getirilmişti.. Gazetesini çıkarmaya devam edemiyordu. Yeni mahkumiyet kararlarının tehdidi altındaydı. Daha da önemlisi : Gazete çıkarmayı bırakıp sadece kitap yayımlamak istese bile, o yazdıklarını yayımlayabilecek yayınevi bulması, artık çok güçtü..
Evet, o koşullar altında Türkiye'den kaçmayı düşünmesi, yadırganamazdı. Bu karara, kamyonu almadan önce mi, sonra mı varmıştı, bilinemezse de, şu belliydi : Kamyonuyla gittiği yerlerden biri Urfa'ydı. Bu, kaçmak için önce güneydoğu sınırını denediğini, o denemeyi gerçekleştiremeyince, Trakya sınırına yöneldiğini akla getiriyor. Bulgaristan'la olan sınırımıza.. Orada, iki taraflı bir kaçak geçiş trafiğinin işlediği biliniyor. Tabii, bu kaçışları düzenleyen şebekeler de var. Sabahattin Ali'nin onlardan biriyle temas ettiği anlaşılıyor. 1948'in mart ayı sonunda peynir yükleme gerekçesiyle Edirne'ye doğru yola çıktığı da biliniyor.. Sonrası, 1949 yılının ocak ayının 12. gününe kadar bilinmiyor.. Yani yaklaşık dokuz buçuk ay süreyle..
1948 haziranında, yani Sabahattin Ali'nin Trakya'ya gidişinden iki-iki buçuk ay sonra, Kırklareli ilinin Türk-Bulgar sınırına yakın bir yerinde bir ceset bulunuyor. Sınıra 8 km. uzaklıktaki Suzara köyü arazisinin Karabayır mevkiinde.. Ceset, bir kayanın dibinde açıkta kalmış.. Tabii, bozulmuş, çürümüş.. Kime ait olduğunun bilinmesi güç.. Üstünde veya yanında elbise gibi, ayakkabı gibi, tanınmasını sağlayacak bir şeyler de yok.. Jandarma tutanak tutuyor, ceset boyunun 1.65 civarında olduğu tahmin ediliyor, dişlerinden birinin altın olduğunu saptıyor..
Ama o sırada şöyle bir şey oluyor : Köy ahalisinden genç bir adamın babası bir süredir kayıpmış ve ağzında altın dişi de varmış. Adam, "Bu herhalde benim babamdır" deyip cesede sahip çıkıyor. Ceset, dini gerekler yerine getirilip gömülüyor..
Aradan zaman geçiyor.. Emniyet, bu olaydan tamamen bağımsız olarak Türk-Bulgar sınırından adam kaçırdıkları şüphesiyle birkaç kişiyi gözaltına alıyor. Bunlardan biri Ali Ertekin adında bir Yugoslav göçmeni.. 35 yaşında, eski bir astsubay veya o zamanki deyimle gedikli çavuş..Ordunun silahlarını kaçırdığı gerekçesiyle hakkında soruşturma açılmış, askerlikten çıkarılmış, hapiste yatmış ve çıkmış. Sonra da İstanbul'da yerleşmiş. Bulgaristan'a adam kaçıran bir çetenin elemanı..
Çetenin İstanbul'daki birkaç elemanı daha yakalanıyor. Biri, Edirnekapı'da Berber Hasan Tural.. Bulgar göçmeni.. Türkiye'ye 1939'da gelmiş. Komünistlik propagandasından hapiste yatmış. Çıktıktan sonra berberliğe devam etmiş, ama sınırdan adam kaçırma işinin de kilit adamı olmuş..
Yapılan ilk saptamalara göre, İstanbul'daki berber, Bulgaristan'a kaçmak isteyenlere aracılık ediyor, kendisine gelenleri Ali Ertekin'le buluşturuyor, bölgeyi iyi bilen Ertekin de, kaçırma işini uyguluyor..
Sanıkların sorgusu sırasında, Ali Ertekin, başlangıçta, sınırdan kaçırdığı kişilerle ilgili bilgiler veriyor ama, Sabahattin Ali'den söz etmiyor. Fakat sonra, Berber Hasan'ın sorgusunda "Sabahattin Ali'yi de kaçırdık" demesi üzerine asıl itirafını yapıyor..
Berber Hasan cinayeti bilmiyor. Ertekin'in Sabahattin Ali'yi sınırdan geçirdiğini sanıyor. Sorgudaki ifadesi de öyle.. Ama Ali Ertekin, polisin cinayeti bildiği hesabıyla konuşuyor. Sabahattin Ali ile buluşarak kamyonla Kırklareli'ne geçtiklerini, Sabahattin Ali'nin kamyonu, şoförüyle geri gönderdiğini, sonra da ikisi birlikte sınıra doğru gittiklerini anlatıyor.. Orman içinde dar bir yerde durmuşlar. Ertekin'in artık "milli his"leri "galeyan" halinde.."Kaderin cilvesine uğramış bir adi suçlu" olduğunu sanarak yardım etmek istediği Sabahattin Ali'nin "gerçek amacını" artık biliyor. Ona yardım etmekle "ne kadar fena bir iş" yaptığını düşünüyor. Kafasından plan yapıyor ve uyguluyor. Kendi ifadesiyle şöyle :
"Sabahattin Ali benden kısa boyluydu. Fakat kuvvetli bir vücudu vardı. Üzerine hücum etsem baş edemeyecektim. Bulgar topraklarına da çok yakındık. Kaçması ihtimali kuvvetliydi. Kendisine biraz dinlenmeyi teklif ettim. Oturduk. Üç patikanın birleştiği eğilimli bir noktadaydık. Ben su dökmek bahanesiyle arka tarafa gittim. Yanımda silah yoktu. Onu ancak başına taş vurarak öldürebilirdim. Bir odun buldum.Arkasından yaklaştım. Kitap okumaya başlamıştı. Sopa niyetine kullandığım elimdeki odunu, arkasından kafasına indirdiğim zaman haykırarak ayağa fırlamak istedi. Fakat yüzükoyun yere düştü. Bunun üzerine kafasına bir defa daha ve daha kuvvetli olarak indirdim. Biraz debelendi ve hareketsiz kaldı.."
Ali Ertekin, Sabahattin Ali'nin öldüğünü kesin olarak saptadıktan sonra, kimliğinin belli olmaması için bir dizi önlem almış. Onları da soğukkanlılıkla anlatıyor :
"Üzerindeki elbiseleri çıkardım. Çantası ve eşyasıyla birlikte götürdüm, sakladım. Tanınmasını ve cinayetin meydana çıkmasını istemiyordum. Cesedi bir yere sakladım ve sonra İstanbul'a geri döndüm. Berber Hasan'a gittim. Sabahattin Ali'yi sınırdan yolcu ettiğimi bildirdim.."
Anlaşmaya göre Sabahattin Ali, sınırdan kaçarken Ali Ertekin'e imzalı bir kartvizitini verecekti. Ertekin, kartı Berber Hasan'a götürecekti. Berber Hasan da ona, Sabahattin Ali'nin bıraktığı 500 liranın yarısını verecekti.
Soruşturma sırasındaki bulgulara göre, Ali Ertekin, Sabahattin Ali'yi öldürdükten sonra eşyası arasında bulduğu kartvizitin üzerine onun imzasını ( bavulundan çıkan Almanca bir kitaptaki imzasını taklit ederek ) atmıştı. Berber Hasan da buna bakarak ona parasını ödemişti.
Ali Ertekin'in uzun ve ayrıntılı ifadesi, şu cümleyle tamamlanıyordu :
"Ben bu işi vatani vazife olarak yaptım. Eğer Sabahattin Ali kaçsaydı, memlekete çok fenalık yapacaktı.."
Bir başkasını öldürmeyi bir vatan görevi saymak.. Bu, Cumhuriyet döneminde ilk defa, gazetelere geçen bir cinayet gerekçesiydi...
Ali Ertekin'e, "öldürdüm" dediği yerde tatbikat yaptırıldı. O sırada, aynı yerde haziran ayında bulunup gömülen ceset hatırlandı, gömüldüğü yerden çıkarıldı. "Ceset" artık yarım kafatasıyla on bir kemik parçasından ibaret bir kemik yığınıydı !.. Tabii, o zaman, DNA testi gibi yöntemler yoktu. Ama Ali Ertekin cesedin bulunduğu yeri göstermişti. Ayrıca, Sabahattin Ali'yi öldürdükten sonra alıp sakladığını söylediği elbise ve eşyası, söylediği yerde bulunmuştu.. Bütün bunlara dayanılarak cesedin Sabahattin Ali'ye ait olduğu kabul edildi. Fakat sonradan ortaya başka bir konu ortaya çıktı : Sabahattin Ali'nin kemiklerinin konulduğu torba ne olmuştu ?.. Adli Tıp'a gitmiş miydi, gitmemiş miydi ?.. Gittiyse orada ne gibi bir işlem yapılmıştı ?..
Bunlar kesin olarak öğrenilemedi. Daha önemlisi, torba ortadan yok oldu. Bir gazete haberine göre, kemikler, herhangi bir incelemeden geçirilmeden yeniden gömülmüştü. Ama bu doğruysa da, gömüldükleri yer belli olmadı. Ve Sabahattin Ali mezarsız kaldı !..
Duruşma Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesinde başladı. Bir buçuk yıl kadar sürdü ve 15 ekim 1950'de sonuçlandı. Mahkemenin "hafifletici sebepler"i göz önünde tutarak, Ertekin'e verdiği ceza da 1950'nin ortalarında çıkarılan af kanunu kapsamına girdi ve 21 ay yattıktan sonra tahliye edildi !..
Kızı Filiz Ali, yıllar sonra, ölüsünün bulunduğu yere gittiğinde, oradaki büyük bir kayanın üstüne, ondan bir işaret bırakacaktı. Kırklarelililerle birlikte bir mermer parçasını kayaya çaktıracaktı. Mezar taşı yerine kayaya gömülü mermer parçası... Mermerin üstünde, Sabahattin Ali'nin ünlü "Dağlar" şiirinden iki mısra bulunacaktı :
"Başım dağ, saçlarım kardır
Benim meskenim dağlardır."
( ALTAN ÖYMEN'in "Değişim Yılları" adlı kitabından derlenmiştir )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder