2. Osman, ya da bilinen adıyla Genç Osman, on sekiz yaşında yeniçeriler tarafından hunharca katledildikten sonra ; Anadolu'dan başlayan ve İstanbul'a kadar ulaşan "yeniçerilere karşı isyan" havası içinde, baş suçlulardan birisi olarak Vezir-i Azam Damad Davud Paşa gösterilir.. O da kaçarak Hamza Bey adında bir sipahi subayının Eyüp'teki evinin samanlığına saklanır.. Ama yakalanır ve Yedikule'ye hapsedilir.. Ertesi gün, eşi olan sultan, cellatbaşı Süleyman Ustaya büyük bir rüşvet verir ve acele etmemesini, padişah fermanı ile onu kurtaracağını söyler. Sultandan rüşvet alan bir diğer kişi olan yeniçeri ağası da askeri toplayarak, idam için acele etmemelerini söyler.
Fakat yeni Sadrazam Mehmed Paşa aynı zamanda merhum Padişah 2. Osman'ın taraftarlarından olduğu için hemen vezirleri toplayıp Davud Paşa'nın katledilmesi konusunda onları uyarır.. İdam, Genç Osman'ın zindana götürülürken bir tas su içtiği çeşme önünde gerçekleştirilecektir...
Davud Paşa çeşmenin önünde suçsuz olduğunu söyleyip yalvarırken, askerler de, rüşvet alanlar ve almayanlar olarak ikiye bölünmüş, tartışmaktadır !... Neredeyse silahlı bir çarpışma çıkmak üzeredir..
Davud Paşa'dan para sızdırmak isteyen birkaç yeniçeri, onu bir ata bindirip Orta camisine kaçırırlar. Orada yeniçeriler tarafından sadrazam muamelesi görür. O da, askerlerden birkaçına, en yüksek kumanda mevkilerini dağıtır !..
Sadrazam Mehmed Paşa, olayı öğrenir. Cellatbaşı ve olaya diğer karışanları bizzat sorguya çeker, zabıt tutturur ve kazaskere imzalatır. Divan dağılıp sarayına gelince, kapıcılar kethüdası Ahmet Ağa adlı subayını çağırır ve ona, ne yaparsa yapsın ama Davud Paşa'nın işini bitirsin şeklinde emir verir..
Ahmet Ağa yanına iki yüz asker alır, Orta camisini basar ve Davud Paşa'yı tekrar Yedikule'ye götürür. Ertesi gün, 8 Ocak 1623 sabahı, gün ışırken boğdurulur ve cesedi denize atılır..
"Genç" 2. Osman
Bir de 4. Murad'ın sadrazamı Nasuh Paşa var.. Padişahın henüz çocuk olan büyük kızı Ayşe Sultan'la nikahlanan fakat daha zifaf olmayan Nasuh Paşa'nın suçu, rüşvet ve nüfuz ticaretidir..
İstanbul'daki bütün köpekleri kayıklara doldurtup Üsküdar'a salıvermek gibi garip hareketleriyle halkın sevgisini büsbütün kaybetmiştir. Bütün malları ve parası Hazineye alınır. Bıraktığı servet şöyledir : Bir buçuk milyon duka altını (yaklaşık 300 milyon dolar), 1018 mücevherli kılıç ki bunlardan yalnız birine 500.000 duka altını değer biçilmiştir.. İran ve Mısır halıları, ipekli ve sırmalı kumaş ve kadifelerle dolu mahzenler, 400'ü saf kan Arap kısrağı olan 1.100 binek atı, 40 çift altın üzengi, 1.800 deve, 4.000 yük beygiri, 6.000 sığır, 500.000 koyun, çiftlikler, saray gibi konaklar, cariyeler, antikalar...
4.Murat
Daha yakın dönemlerden bir örnek vermek gerekirse, şu ibret verici olayı anlatabiliriz ;
Tanzimat dönemi yöneticileri, Avrupa ile bütünleşme yolunda, demiryollarının önemini kavramışlardı. İstanbul'u Balkanların belli başlı büyük kentlerine ve Avrupa'ya bağlayacak yaklaşık 2.000 kilometrelik bir demiryolu hattının yapımını gündeme getirmişlerdi. Uzun aramalardan sonra, Belçika'da, Macar asıllı Yahudi banker Baron Maurice de Hırsch ile irtibat kuran, Osmanlı Devleti Nafia Nazırı Garabet Artin Davut Paşa, dünya çapında bir ihale yolsuzluğunun çarklarını döndürmeye başlamıştı.
Hırsch, demiryolunu, sermayesini de kendisi sağlayarak, yapmayı taahhüt etti. 17 Nisan 1869 tarihinde bir mukavele imzalandı. Hırsch'in avukatının son derece karışık bir hale getirdiği sözleşme, İstanbul'da büyük tartışmalardan sonra hemen hemen olduğu gibi, hükumet tarafından imzalandı. Demiryolunu yapma ve 99 yıl işletme imtiyazı verildi..
Demiryolu inşası için, öncelikle sermaye sağlanması gerekiyordu. Baron Hırsch'in önerisiyle, her biri 400 Fransız frangı değerinde, 1.900.000 adet tahvil piyasaya sürüldü. Satış şansı açısından, tahvillerin ikramiyeli olması kararlaştırılmıştı. Hırsch bu tahvilleri hükumetten, tanesi 128,5 Fransız frangı karşılığında satın aldı ve hemen ardından, bir bankalar grubuna, her biri 150 Fransız frangı karşılığında sattı. Böylece daha işin başında, hiçbir risk almadan, 42.570.000 frank kazandı !.. Bundan başka, tahvillerin piyasaya sürülmesinden de ayrıca pay alacaktı. Nitekim tahviller 175 frank bir ortalamayla satıldı ve Hırsch buradan da kazanç sağladı..
Aslında tahvillerin piyasaya sürülmesini devlet kendi başına gerçekleştirseydi, Hırsch'in haksız olarak elde ettiği yüksek miktardaki kazanç, devletin kasasına girecekti..
İnşaat başladığında, Hırsch hattın kilometresi için 200.000 frank alıyordu. Fakat inşaat işini taşeron firmalara devrettiğinden, onlara kilometre başına 100.000 frank ödüyordu. Bu durumda inşaatta ve malzemede azami ölçüde tasarrufa gidiliyor ve doğal olarak, hatlar da kötü yapılıyordu . Fakat yeterli denetim olmadığından, bunlar da görmezlikten gelinmiştir..
Neticede Hırsch, 1860-1875 yılları arasında, 2.000 km. yerine, 1.279 km. demiryolu yaparak devlete teslim etti. Devlet ise yapımını sonradan üstlendiği Balkan Dağlarını aşacak hatları bitiremediğinden, son derece önemsendiği halde, Avrupa hatlarıyla birleşme gerçekleşmedi.. Bu birleşme ancak 1888 yılında sağlanmış ve meşhur Şark Ekspresi, ilk seferini yaptığı 12 Ağustos 1888 tarihinde, Sirkeci garından hareket etmişti.
Hırsch, imtiyazı aldığında hiçbir sermayesi olmayan ve iflas etmiş bir bankerken, bu işten yasal ve yasal olmayan yollardan kazandığı 350 milyon frank gibi muazzam bir meblağ ile, bir anda Avrupa'nın sayılı zenginleri arasına girmiştir..
Baron Hırsch
Ünlü tarihçi ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa'ya göre de Baron Hırsch'in icraatları, ülkemizde bu tür ihalelerde rüşvet ve yolsuzluk kapılarının aralanmasının "ilk" adımını oluşturmuştur.. Cevdet Paşa bu konuda şöyle demektedir : "Ben yıllarca hükumette ve Tanzimat Meclisinde görev yaptım. Bu tür mukavelenameler hep elimden geçti. Ülkenin imarıyla ilgili bu tarz ihalelerden para almak, ne benim ne de diğer devlet adamlarının aklına bile gelmezdi. O zaman bu çığır daha açılmamıştı. İstanbul'da bu tür şeylerden memurlara para vermeyi öncelikle Baron Hırsch başlattı. Hırsch işlerine dair, dört binden fazla evrak çıkarılıp bir yıl boyunca incelendi. Yapılan incelemeler sonucu, o kadar yanlış ve fahiş uygulamalar görüldü ki, bunlara gaflet ve hata eseridir denilemeyeceği, hepsinin rüşvet ve çalıp çırpma sonucu olduğu anlaşıldı...
ÇOK SEVGİLİ İZLEYİCİ DOSTLARIM ; İZNİNİZLE BİR SÜRE TATİLE ÇIKMAK İSTİYORUM.. BEYNİME BİR FORMAT ATMAM GEREKİYOR !.. YA DA RESETLEMEM !.. DÖNÜŞTE YEPYENİ VE İLGİNÇ KONULARLA BİR ARADA OLMAK DİLEĞİYLE SAYGILAR VE SELAMLARIMI SUNARIM.. ESEN KALIN..
27 Temmuz 2011 Çarşamba
26 Temmuz 2011 Salı
70) RÜŞVET !.. (1. BÖLÜM)
Rüşvet... Tarihin en eski olgularından birisi.. Toplumun en alt ve en küçük birimlerinden en üsttekilere kadar binlerce yıldır alınmış, verilmiş.. Bazen belgesi de olmuş. Özal dönemi iş adamlarından Selim Edes'in bir banka genel müdürüne, "rüşvetin de belgesi mi olur p.z.v.k.." demesine rağmen...
En küçük birim olan aileyi ele alalım örneğin. Arası şekerrenk olan bir karı kocayı düşünün.. Akşam işinden dönen kocanın eve elinde bir demet çiçekle girdiğinde düzelmeye başlayan ilişki, yemekten önce verilen bir takı ile tamamen normale dönüşmüştür.. Şimdi, adamın verdiği bir tür rüşvet değil de nedir ? Ters davranışlarını değiştirip tekrar "ideal eş" konumuna giren kadın da rüşveti aynen kabul etmiş olmuyor mu ?..
Sınıfını geçmesi şartıyla çocuğa hediye sözü vermek, işi çabuk bitirmeleri için işçilere prim teklif etmek, sporculara maçı kazanmaları için verilen prim, sadece formasını giyebilmek bile büyük bir gurur kaynağı olan ulusal spor takım oyuncularına verilen galibiyet veya madalya primleri, takımlara verilen teşvik primleri, oy için zor durumdaki insanlara dağıtılan erzak torbaları, kömürler, hatta beyaz eşyalar ne oluyor ? .. Bunlar da aynı kategoriye girmez mi ?..
Yurdum insanı çocukluğundan itibaren bu olguyla iç içe olduğundan, çok fazla tepki göstermez rüşvet haberlerine.. Hatta içten içe takdir bile eder !.. Koskoca cumhurbaşkanı, merhum Özal bile, "benim memurum işini bilir !.." sözünü ettiğine ve balık da genellikle baştan koktuğuna göre fazla söylenecek bir şey yok...
Osmanlı döneminde de birçok örneği var rüşvetin.. Aslında her padişahın tahta çıktığında cülus adı altında askere dağıttığı paralar, askerin padişaha itaat etmesi için baştan verilen bir rüşvet değil midir ?..
En büyük rüşvetleri, doğal olarak en üst kademelerdeki yetkililer almıştır.. Tesadüf mü bilmiyorum ama, başkentte rüşvetle suçlanan vezirlerin büyük çoğunluğunun geçmişinde Mısır Valiliği olması bana ilginç geliyor. O ülkeye kim gittiyse Karun gibi döndüğüne göre ...
Örneğin Hadım Hasan Paşa... Mısır Valisiyken aldığı rüşvetler nedeniyle azledilmiş, İstanbul'a geldiğinde de hapsedilmiş. Padişahın annesi, Venedik asıllı, Safiye Sultan'a sunduğu hediyelerle ve paralar sayesinde affa uğramış ; onunla da kalmamış, vezir-i azam olmuş !.. Demek ki ala ala vermesini de öğrenmiş !..
"Alışmış kudurmuştan beterdir" sözü boşuna söylenmemiş ; rüşvetçiliğe dolu dizgin devam etmiş.. Memuriyetleri yüksek paralar karşılığında satar, herkese de, aldığı paraları Valide Sultan'a vermek zorunda olduğunu söylermiş !.. Ama gerçekten de sadareti boyunca her hafta Safiye Sultan'a yığınla hediyeler getirip durmuş..
Bir gün Kapıağası Gazanfer Ağa ve şeyhülislam olmak isteyen Hoca Sadeddin Efendi, Yeniçeri Ağası Tırnakçı Hasan Ağa'yı da saflarına çekerek, vezir-i azamın aldığı rüşvetleri gösteren bir defteri Padişah 3. Mehmed'e sunmuşlar..
Hadım Hasan Paşa, vezir-i azamlığının altıncı ayında, Safiye Sultan'ın yaptıracağı Yeni Cami'nin temelini atmaya giderken, bostancıbaşı tarafından yakalanmış. Önce beş altı gün Yedikule zindanlarında kaldıktan sonra 1598 yılı Mayıs ayında boğularak idam edilmiş...
4. Murad'ın vezir-i azamı Kemankeş Kara Ali Paşa da rüşvete hiç dayanamayanlardanmış.. Kendisini bu konuda uyaran Şeyhülislam Yahya Efendi'yi padişaha, "sizin tahta geçmenizi engellemeye çalışmıştı" diye şikayet ederek azlini sağlamış. O da boğdurularak öldürülmüş ama rüşvet nedeniyle değil .. Bağdat'ın İranlılar tarafından ele geçirildiğini padişahtan sakladığı için !..
Bir başka örnek de Çorlulu Ali Paşa.. Padişah 3. Ahmed'in yeğeni Emine Sultan ile evli.. Önceleri Ruslara karşı İsveçlileri tutarken ; Rus Elçisi Tolstoy onu öylesine armağanlara boğmuş ki, gözleri kamaşarak, o sıralarda İstanbul'a sığınmış olan İsveç Kralı XII. Şarl'ın ülke dışına çıkarılması için harekete geçmiş.. Kral da İstanbul'daki elçisi Ponyatovski'yi padişaha gönderip, vezir-i azamın Ruslardan rüşvet aldığını ihbar etmiş..
3. Ahmed, paşayı azletmiş ama, arada akrabalık da olduğu için, malına mülküne dokunmayarak, Kefe eyaletine tayinini çıkarmış.. Ama bu paşanın sonunu getiren de gösteriş merakı olmuş.. Yanına beş yüz atlı alıp Kefe'ye debdebeli bir giriş yapmak istemiş.. Rakipleri hemen padişahı, ileride isyan edebileceği konusunda uyarmışlar ve Midilli kalesinde kalebentliğe mahkum olmuş.. İşin ironik yanı ; kalede hapis yatarken, padişahın ondan özgürlüğü karşılığında iki bin kese altın istemesi, paşanın da vermemesi üzerine boğdurulması !... Rüşvet vermediği için ölen rüşvetçi !...
(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU)
En küçük birim olan aileyi ele alalım örneğin. Arası şekerrenk olan bir karı kocayı düşünün.. Akşam işinden dönen kocanın eve elinde bir demet çiçekle girdiğinde düzelmeye başlayan ilişki, yemekten önce verilen bir takı ile tamamen normale dönüşmüştür.. Şimdi, adamın verdiği bir tür rüşvet değil de nedir ? Ters davranışlarını değiştirip tekrar "ideal eş" konumuna giren kadın da rüşveti aynen kabul etmiş olmuyor mu ?..
Sınıfını geçmesi şartıyla çocuğa hediye sözü vermek, işi çabuk bitirmeleri için işçilere prim teklif etmek, sporculara maçı kazanmaları için verilen prim, sadece formasını giyebilmek bile büyük bir gurur kaynağı olan ulusal spor takım oyuncularına verilen galibiyet veya madalya primleri, takımlara verilen teşvik primleri, oy için zor durumdaki insanlara dağıtılan erzak torbaları, kömürler, hatta beyaz eşyalar ne oluyor ? .. Bunlar da aynı kategoriye girmez mi ?..
Yurdum insanı çocukluğundan itibaren bu olguyla iç içe olduğundan, çok fazla tepki göstermez rüşvet haberlerine.. Hatta içten içe takdir bile eder !.. Koskoca cumhurbaşkanı, merhum Özal bile, "benim memurum işini bilir !.." sözünü ettiğine ve balık da genellikle baştan koktuğuna göre fazla söylenecek bir şey yok...
Osmanlı döneminde de birçok örneği var rüşvetin.. Aslında her padişahın tahta çıktığında cülus adı altında askere dağıttığı paralar, askerin padişaha itaat etmesi için baştan verilen bir rüşvet değil midir ?..
En büyük rüşvetleri, doğal olarak en üst kademelerdeki yetkililer almıştır.. Tesadüf mü bilmiyorum ama, başkentte rüşvetle suçlanan vezirlerin büyük çoğunluğunun geçmişinde Mısır Valiliği olması bana ilginç geliyor. O ülkeye kim gittiyse Karun gibi döndüğüne göre ...
Örneğin Hadım Hasan Paşa... Mısır Valisiyken aldığı rüşvetler nedeniyle azledilmiş, İstanbul'a geldiğinde de hapsedilmiş. Padişahın annesi, Venedik asıllı, Safiye Sultan'a sunduğu hediyelerle ve paralar sayesinde affa uğramış ; onunla da kalmamış, vezir-i azam olmuş !.. Demek ki ala ala vermesini de öğrenmiş !..
"Alışmış kudurmuştan beterdir" sözü boşuna söylenmemiş ; rüşvetçiliğe dolu dizgin devam etmiş.. Memuriyetleri yüksek paralar karşılığında satar, herkese de, aldığı paraları Valide Sultan'a vermek zorunda olduğunu söylermiş !.. Ama gerçekten de sadareti boyunca her hafta Safiye Sultan'a yığınla hediyeler getirip durmuş..
Bir gün Kapıağası Gazanfer Ağa ve şeyhülislam olmak isteyen Hoca Sadeddin Efendi, Yeniçeri Ağası Tırnakçı Hasan Ağa'yı da saflarına çekerek, vezir-i azamın aldığı rüşvetleri gösteren bir defteri Padişah 3. Mehmed'e sunmuşlar..
Hadım Hasan Paşa, vezir-i azamlığının altıncı ayında, Safiye Sultan'ın yaptıracağı Yeni Cami'nin temelini atmaya giderken, bostancıbaşı tarafından yakalanmış. Önce beş altı gün Yedikule zindanlarında kaldıktan sonra 1598 yılı Mayıs ayında boğularak idam edilmiş...
4. Murad'ın vezir-i azamı Kemankeş Kara Ali Paşa da rüşvete hiç dayanamayanlardanmış.. Kendisini bu konuda uyaran Şeyhülislam Yahya Efendi'yi padişaha, "sizin tahta geçmenizi engellemeye çalışmıştı" diye şikayet ederek azlini sağlamış. O da boğdurularak öldürülmüş ama rüşvet nedeniyle değil .. Bağdat'ın İranlılar tarafından ele geçirildiğini padişahtan sakladığı için !..
Bir başka örnek de Çorlulu Ali Paşa.. Padişah 3. Ahmed'in yeğeni Emine Sultan ile evli.. Önceleri Ruslara karşı İsveçlileri tutarken ; Rus Elçisi Tolstoy onu öylesine armağanlara boğmuş ki, gözleri kamaşarak, o sıralarda İstanbul'a sığınmış olan İsveç Kralı XII. Şarl'ın ülke dışına çıkarılması için harekete geçmiş.. Kral da İstanbul'daki elçisi Ponyatovski'yi padişaha gönderip, vezir-i azamın Ruslardan rüşvet aldığını ihbar etmiş..
3. Ahmed, paşayı azletmiş ama, arada akrabalık da olduğu için, malına mülküne dokunmayarak, Kefe eyaletine tayinini çıkarmış.. Ama bu paşanın sonunu getiren de gösteriş merakı olmuş.. Yanına beş yüz atlı alıp Kefe'ye debdebeli bir giriş yapmak istemiş.. Rakipleri hemen padişahı, ileride isyan edebileceği konusunda uyarmışlar ve Midilli kalesinde kalebentliğe mahkum olmuş.. İşin ironik yanı ; kalede hapis yatarken, padişahın ondan özgürlüğü karşılığında iki bin kese altın istemesi, paşanın da vermemesi üzerine boğdurulması !... Rüşvet vermediği için ölen rüşvetçi !...
(BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU)
24 Temmuz 2011 Pazar
69) YAVRU VATAN !..
Şu bizim "delikanlı" başbakanımızın gündem değiştirmekteki becerisine hayran olmamak elde değil.. Bir operasyon başladığı zaman, bakıyor ki ortalık toz duman oluyor ; hemen bir demeç patlatıyor ve bütün medya, simit parçasına atlayan martılar gibi bu yeni olayın üzerine saldırıyor !.. Gerçi son operasyon futbola yapıldığından ve yurdum insanı da "topçu" olduğundan, bu defa gündemi değiştirmek için ortaya atılan Kıbrıs konusu tam başarılı olamadı...
Kıbrıs.. Yavru vatan.. Topu topu 9.251 kilometrekarelik, güney kıyılarımıza 65 km. uzaklıkta, Akdeniz'in ; Sicilya ve Sardunya'dan sonra üçüncü büyük adası.. Adada, Rumların Türklere karşı % 71'e % 29 gibi bir nüfus üstünlüğü var. Fakat Rumlar kiminle top koşturduklarını bilmiyorlar.. Eski futbolcu başbakanımız, Türkiye'de evlilere uyguladığı üç çocuk barajını, yavru vatanda dörde çıkararak kısa zamanda bu ezici üstünlüğü bertaraf edecektir !..
Bu ada tarih boyunca bize hiçbir şey kazandırmamış, tam aksine çok şey kaybettirmiş.. Zaten benim şahsi kanım o ki, Türkiye'nin belini büken olaylardan ikisi PKK ile mücadele ve Kıbrıs'tır..
Kıbrıs, çeşitli dönemlerde beş kere Mısır istilasına uğramış.. Bunun dışında sırasıyla ; Hitit, Fenike, Asur, Pers, Makedonya, Roma, Doğu Roma, Emevi, Tapınak Şövalyeleri, Kudüs Kralı, Ceneviz, Memlukler ve Venedik'ten sonra Osmanlılar..
Başlarda fazla değer vermemişiz bu adaya. Deniz ticaretini fazla sevmeyen bir ırk olarak, neredeyse Akdeniz' in tamamı elimizdeyken bile almak için uğraşmamışız. Adanın belli başlı ürünlerinin sadece şeker ve tuz olmasının bunda payı vardı herhalde ..
Kanuni Süleyman, dokuz gemiye bindirdiği İstanbul'un tüm hayat kadınlarını Kıbrıs'a göndermiş !.. Aynı olayı oğlu Selim de tekrarlamış... Amerika ve Avustralya kıtalarının keşfinden sonra buralara ilk önce suçluların gönderilmesi gibi.. Zamanımızda casinoların Türkiye'de yasaklanıp, oraya sürülmesi gibi..
2. Selim'in hırslı bir dostu varmış o zamanlar.. "Büyük Dük" Josef Nassi.. Şehzadeliğinden başlayarak, padişahlığı zamanında da, verdiği armağanlarla, haraçlarla onu iyice avucu içine almış. Ayyaşlığı ile ünlü olan sultana Kıbrıs'ın en güzel şaraplarını tanıtan da oymuş.. Mütevazı bir isteği varmış : Kıbrıs Kralı olmak !.. Venedik'te 1569 yılında çıkan tersane yangınında bile onun parmağı olduğunu yazar tarihçiler..
Aslında Müslümanların Kıbrıs'ı ilk fetih girişimleri Halife Hz. Osman zamanında olmuş. Suriye Valisi Muaviye'nin ısrarı ile yapılan bu sefer sonucunda, Kıbrıs vergiye bağlanmış. Bu seferde Hz. Peygamber'in süt halası Ümmü Haram da şehit düşmüş. Türbesi bugün Kıbrıs Rum kesiminde, Larnaka şehrinin dışındadır ve "Hala Sultan Tekkesi" olarak anılır. Osmanlı gemileri Kıbrıs önlerinden geçerken bu türbeyi top atışlarıyla selamlarmış...
Vezirlerden Lala Mustafa Paşa da istiyormuş bu adayı fethetmeyi. Ama güçlü Sadrazam Sokollu Mehmed Paşa istemiyormuş. Çünkü hem Venediklilerle arası çok iyiymiş ; hem de eğer fetih başarılı olursa sadrazamlığı Lala Mustafa Paşa'ya kaptırmaktan korkuyormuş..
1570 yılında, Mısır'dan İstanbul'a şeker ve pirinç getiren bir gemi, Kıbrıs'ta barınan korsanlarca ele geçirilir.. Ardından 2. Selim Venedik'ten bir talepte bulunur.. Müslüman hükümdarların eski mülkü olan ve Mekke'ye giden hacıların yolu üstünde bir engel olan Kıbrıs Adasının devrini istemektedir.. 27 Mart 1570'de Venedik'ten gelen bir haberci, Konsey'in, İstanbul hükumetinin talebini 199'a karşı 220 oy ile geri çevirdiği haberini getirir.. Siyasi ortam artık hemen hemen hazırdır. Adadaki mescit ve medreselerin bakımsızlıktan harap vaziyette olmaları da dini açıdan bir fetva çıkmasını sağlar...
1570 yılı Temmuz ayında, serdarlığını Lala Mustafa Paşa'nın, komutanlığını Piyale Paşa'nın yaptığı, 300 gemi ve 60.000 askerle başlayan fetih harekatı, 1571 yılı Ağustos ayında bitmiş.. Yaklaşık elli bin kişinin şehit olduğu bir harekat..
Önce Lefkoşa merkezli bir beylerbeylik oluşturulmuş. İlk beylerbeyi de Muzaffer Paşa olmuş. Adaya 8.000 kadar bir asker bırakılmış.
Osmanlı bu ilhaktan hiçbir şey kazanmamış. Hazine, tüm feodal mülklere el koymuş olmasına rağmen, gelirler ancak 200.000 altını buluyormuş ve Divan-ı Hümayun her yıl, idarenin savunma için gerekli harcamaları yapmasını sağlamak için 70-80.000 altın göndermek zorunda kalıyormuş. Bu işten elde edilen tek kazanç, Doğu Akdeniz'in kesin hakimiyeti olmuş..
Fethedildiğinde adada perişan durumda 120.000 Rum varmış.. Önce, savaşta Venediklilere yardım eden 300 kişi Antalya'ya yerleştirilmiş ; sonra da önemli sayıda Türk, ağırlıklı olarak iç ve güney Anadolu'dan, getirilerek adaya yerleştirilmiş. Bunun için, her on haneden birisinin göçe zorlanması konusunda bir ferman çıkarılmış. 1572-1580 arasında 8.000 hane, yaklaşık 40.000 kişinin geldiği yazılıdır kayıtlarda..Gelenler Rumlardan toprak almamış, boş topraklara yerleşmişler.. Bunların bir kısmı sonradan iklim şartlarını beğenmeyip geri dönmüş. Buna karşılık 18. yüzyıl başlarında Anadolu'da çevreye zarar veren bazı aşiretler de gönderilmiş. Bu göçler sonucunda nüfus 360.000'e yükselmiş...
Savaşsız teslim olduğundan Girne, bazı vergilerden muaf olmuş. Fetih sonrası, Kıbrıs'taki Türklerin yerleşmeleri için iki yıl vergi muafiyeti konmuş.. Askerlerin gideri, adanın gelirlerinden fazla tutuyormuş !..
Bunca şehit kanı ile sulanan ada, 1878 'de yıllık 92.000 altın kirayla İngiltere'ye verilir !.. 1914 yılında ise kiracı mülke el koyar. Çünkü 1. Dünya Savaşında yanlış müttefik seçmişizdir... Sonra da 1960 yılına kadar sürer İngiliz egemenliği... Seçimler yapılır, Rum cumhurbaşkanı ve Türk yardımcı ile bir cumhuriyet kurulur..
Cumhuriyet ilanından önce birçok olay yaşanır adada. ENOSİS, yani Yunanistan ile birleşmek istemektedir Rumlar.. Katliamlar yapılır, saldırılar, yağmalamalar, cinayetler, resmen bir terör .. Olayların büyümesi üzerine İngiltere 1955 yılında Londra'da bir konferans düzenler. İktidarda olan DP' nin Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu katılır bu konferansa.. Ve aniden "garip" bir olaylar silsilesi başlar... Önce Fatin R. Zorlu Londra'dan bir mesaj geçer.. "Haklarımızda ne dereceye kadar ısrar edeceğimizi göstermek üzere, aktif hareket için, ilgililere verilecek bir emir pek faydalı olacaktır.." Akabinde 6 Eylül 1955 sabahı, bir tek Hürriyet'in manşetinde, Ata' nın evine Yunanlıların bomba koyduğu haberi çıkar !.. Daha sonra ise İstanbul'un çeşitli semtlerinde, hemen hemen aynı saatlerde, bir halk hareketi başlar.. Yunanlılara ait evler, iş yerleri, kiliseler ve mezarlıklar, yağmalanır, tahrip edilir.. Ölümler, yaralanmalar, sokaklara saçılan mallar vs... Olayların başlamasında bir "düzen" olduğu izlenimi vardır herkeste.. Polis önceleri ilgisiz, sonra da çaresiz kalır.. Olay 7 Eylül gecesi, ordu birliklerince bastırılabilir. Sıkıyönetim ilan edilir ve suçlu hemen bulunur : Komünistler ve solcular !... Birçok kişi hapse atılır ve aylarca boş yere yattıktan sonra aklanarak çıkarlar. Bunca olaydan sonra hükumetten tek bir istifa olur : İçişleri Bakanı Namık Gedik...
1960 darbesinden sonra, Yassıada Adalet Divanı ; Celal Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Namık Gedik'i suçlu bulur. DP gençlik kolları örgütünü de, olayların başlamasındaki rolleri yüzünden suçlar.. Yunanistan'da da garip olaylar olmaktadır o sırada.. Ata'nın evine bomba koyma suçu ile birkaç Türk tutuklanır, yargılanıp hapise atılır.. Sonra da hapisten çıkıp Türkiye'ye dönen şahıslardan birisi vali bile olur !..
1974 yılında Marmaris'e tatil için gittiğimiz bir Temmuz ayında, "Ayşe" nin de tatile çıktığını öğrendik !.. O zamanki Ecevit hükumetinin dışişleri bakanı olan Turan Güneş'in kızının adı, bir askeri harekata verilmişti.. Harekatın başladığını, "Ayşe tatile çıktı" diye bildirmişlerdi...
Sonra Amerika'nın ambargosu, Ecevit'in düşürülmesi, 1980 darbesine doğru yol taşlarının döşenmesinin hızlandırılması...Bir de bir gerçek var.. Oranın gerçek yerlisi olan Türklerin kozmopolit tipler olması, hatta İngilizleri bile bizden daha fazla sevmeleri.. Osmanlı zamanında fetih sonrası 8.000 asker bırakmışız, şu anda 40.000 Türk askeri var... 1949 yılında adada sadece 20-25.000 Türk ve 300 cami varmış. Bugün ise 300.000 Türk ve 180 cami var !..
Bir gerçek daha var .. Otel ve casino dışında oraya ne verebildik ? Yahut vermeli miydik ? Bunca olay ve bunca akıtılan paradan sonra "Yes be annem" sözünü duymak can sıkıcı bir şey değil mi ? Ama işleri zor !.. Bir açılım da oraya patlatacak RTE ve onlar da "yes be anne" lerini de alıp gidecekler evlerine !..
Ne diyeyim, hadi hayırlısı !...
22 Temmuz 2011 Cuma
68) MUSTAFA KEMAL'İN DİPLOMATLARI.. (5.BÖLÜM)
Cevat Bey (Ezine), Osmanlı Hariciyesinden Cumhuriyete devredilmiş, az sayıdaki elçilerimizden birisidir. Eski diplomasi alışkanlıklarını, protokollerini iyi bilirmiş. Tabii şaraptan da iyi anlarmış...
Atina'da bulunduğu sırada, büyük devletlerden birinin oradaki elçisi değişmiş. Giden elçinin yerine zengin, iddialı ve aristokrat bir elçi atanmış. Yeni elçi gelirken, aşçısını, baş sofracısını da (maitre d'hotel) yanında getirmiş. Onun elçiliğinden çıkarılıp serbest kalan yetenekli eski baş sofracısını da Cevat Bey kendi hizmetine almış...
Yeni elçi güven mektubunu sunmuş, Türk Elçisine de nezaket ziyaretinde bulunmuş.Cevat Bey, usulden olduğu için, yeni gelen meslektaşı onuruna bir akşam yemeği düzenlemiş. Daha doğrusu bir ziyafet.. Kusursuz bir sofra hazırlatmış. Fransız şaraplarını özenle seçmiş...
Yeni elçi, sofrada, biraz da görgüsüzce iddiasını sergilemekte gecikmemiş.. Beyaz şarabı koklamış, bir yudum almış, ağzında dolaştırıp tartmış, değerlendirmiş ve hemen şarabın adını ve yılını, zevk ve beğeniyle açıklamış.. Cevat Bey hayret içinde kalmış !.. Sofradaki diğer elçiler de yeni meslektaşlarını hayranlıkla izliyorlar...Yeni elçi hava basmaya devam ediyor ; kırmızı şarabı da koklayıp yudumluyor ve tam doğru olarak tanımlıyor. Hayret !.. Şampanya için de aynı şey... Cevat Bey şaşırmış ve buna bir mim koymuş.. Bunun altında kalmayacak elbet...
Birkaç zaman sonra yeni elçi, Türk meslektaşına karşılık bir yemek verecek.. Eski Osmanlı Elçisi Cevat Bey kaçın kurasıdır, altta kalır mı hiç ? Bu gösteriş düşkünü aristokrat elçiyi en iddialı olduğu yerinden vurup mat etmek için bir kurnazlık düşünür..
Baş sofracısını çağırır ve ona gizli bir görev verir. Bir süre önce çalıştığı elçiliğe gidecek, orada, ertesi gece verilecek yemekte çıkarılacak şarapların ve şampanyanın markalarını, yıllarını el altından öğrenecek. Baş sofracı istenen bilgileri kolaylıkla sağlayıp elçimize getirir...
Ertesi akşam yeni elçinin sofrasında gösteri başlar... Şeref konuğu olan Cevat Bey, beyaz şarabı alır, burnuna götürür, şöyle bir koklar, bir yudum alır, ağzında sağa sola yuvarlar, bilgiç bir tavırla dudaklarını hafifçe şapırdatır ve şıp diye (!) teşhisini koyar : "En bon connaısseur Chassagne- Montra Chet.. Şu nefis balıklar için yerinde ve pek mükemmel...
Ev sahibinin gözleri fal taşı gibi açılır. Hayret ki ne hayret !... Türk Elçisi nasıl da tam olarak bildi ? ..
Arkadan foie gras geliyor. Cevat Bey, gelen şaraba, neşeyle hemen, "Chateu d'Yquem" diyor ve yine hedefi tam on ikiden vuruyor !..
Ev sahibi büsbütün şaşırıyor..
Sırada av eti ile, " ünlü Burgonya şarabı Savıgny" ... Yine tam isabet !.. İnanılır gibi değil. Ev sahibinin neredeyse dili tutulacak !.. Adeta beklenmedik bir tokat yemiş gibi şaşkın... Ne diyeceğini bilemiyor.. Yutkunuyor, gözlerini kırpıştırıyor.. Pür dikkat Türk meslektaşına bakıyor...
Derken, nihayet şampanya geliyor. Cevat Bey son darbesini indiriyor ve hiç tereddütsüz, "Taittinger" diyor..
Ev sahibi olan yeni elçi, artık dayanamıyor.. Görüyor ki, el elden üstün.. Bükemediği bileceği öpecektir. Türk Elçisi önünde saygıyla eğilmekten başka yapacak bir şey kalmamıştır. Hiç değilse mertlik bende kalsın demek ister gibi, şampanya kadehini eline alıyor, diplomatça ayağa kalkıyor ve sofradaki davetlileri, "dünyanın en büyük içki connaisseur'ü" Cevat Bey şerefine kadeh kaldırmaya çağırıyor : "Ben kendimi içkiden anlar sanırdım. Şimdi hocamı buldum" diyor...
Atina'da bulunduğu sırada, büyük devletlerden birinin oradaki elçisi değişmiş. Giden elçinin yerine zengin, iddialı ve aristokrat bir elçi atanmış. Yeni elçi gelirken, aşçısını, baş sofracısını da (maitre d'hotel) yanında getirmiş. Onun elçiliğinden çıkarılıp serbest kalan yetenekli eski baş sofracısını da Cevat Bey kendi hizmetine almış...
Yeni elçi güven mektubunu sunmuş, Türk Elçisine de nezaket ziyaretinde bulunmuş.Cevat Bey, usulden olduğu için, yeni gelen meslektaşı onuruna bir akşam yemeği düzenlemiş. Daha doğrusu bir ziyafet.. Kusursuz bir sofra hazırlatmış. Fransız şaraplarını özenle seçmiş...
Yeni elçi, sofrada, biraz da görgüsüzce iddiasını sergilemekte gecikmemiş.. Beyaz şarabı koklamış, bir yudum almış, ağzında dolaştırıp tartmış, değerlendirmiş ve hemen şarabın adını ve yılını, zevk ve beğeniyle açıklamış.. Cevat Bey hayret içinde kalmış !.. Sofradaki diğer elçiler de yeni meslektaşlarını hayranlıkla izliyorlar...Yeni elçi hava basmaya devam ediyor ; kırmızı şarabı da koklayıp yudumluyor ve tam doğru olarak tanımlıyor. Hayret !.. Şampanya için de aynı şey... Cevat Bey şaşırmış ve buna bir mim koymuş.. Bunun altında kalmayacak elbet...
Birkaç zaman sonra yeni elçi, Türk meslektaşına karşılık bir yemek verecek.. Eski Osmanlı Elçisi Cevat Bey kaçın kurasıdır, altta kalır mı hiç ? Bu gösteriş düşkünü aristokrat elçiyi en iddialı olduğu yerinden vurup mat etmek için bir kurnazlık düşünür..
Baş sofracısını çağırır ve ona gizli bir görev verir. Bir süre önce çalıştığı elçiliğe gidecek, orada, ertesi gece verilecek yemekte çıkarılacak şarapların ve şampanyanın markalarını, yıllarını el altından öğrenecek. Baş sofracı istenen bilgileri kolaylıkla sağlayıp elçimize getirir...
Ertesi akşam yeni elçinin sofrasında gösteri başlar... Şeref konuğu olan Cevat Bey, beyaz şarabı alır, burnuna götürür, şöyle bir koklar, bir yudum alır, ağzında sağa sola yuvarlar, bilgiç bir tavırla dudaklarını hafifçe şapırdatır ve şıp diye (!) teşhisini koyar : "En bon connaısseur Chassagne- Montra Chet.. Şu nefis balıklar için yerinde ve pek mükemmel...
Ev sahibinin gözleri fal taşı gibi açılır. Hayret ki ne hayret !... Türk Elçisi nasıl da tam olarak bildi ? ..
Arkadan foie gras geliyor. Cevat Bey, gelen şaraba, neşeyle hemen, "Chateu d'Yquem" diyor ve yine hedefi tam on ikiden vuruyor !..
Ev sahibi büsbütün şaşırıyor..
Sırada av eti ile, " ünlü Burgonya şarabı Savıgny" ... Yine tam isabet !.. İnanılır gibi değil. Ev sahibinin neredeyse dili tutulacak !.. Adeta beklenmedik bir tokat yemiş gibi şaşkın... Ne diyeceğini bilemiyor.. Yutkunuyor, gözlerini kırpıştırıyor.. Pür dikkat Türk meslektaşına bakıyor...
Derken, nihayet şampanya geliyor. Cevat Bey son darbesini indiriyor ve hiç tereddütsüz, "Taittinger" diyor..
Ev sahibi olan yeni elçi, artık dayanamıyor.. Görüyor ki, el elden üstün.. Bükemediği bileceği öpecektir. Türk Elçisi önünde saygıyla eğilmekten başka yapacak bir şey kalmamıştır. Hiç değilse mertlik bende kalsın demek ister gibi, şampanya kadehini eline alıyor, diplomatça ayağa kalkıyor ve sofradaki davetlileri, "dünyanın en büyük içki connaisseur'ü" Cevat Bey şerefine kadeh kaldırmaya çağırıyor : "Ben kendimi içkiden anlar sanırdım. Şimdi hocamı buldum" diyor...
21 Temmuz 2011 Perşembe
67) MUSTAFA KEMAL'İN DİPLOMATLARI.. (4.BÖLÜM)
Tarih 29 Ekim 1932, Cumhuriyet Bayramı..Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, kutlamaları kabul ediyor. Ankara'daki yabancı misyon şefleri sırayla Gazi'nin elini sıkıyorlar. Bu arada Mısır Elçisi Abdülmelik Hamza Bey fesli olarak törene gidiyor ve cumhurbaşkanını kutluyor. Fes, Türkiye'de, yedi yıldır yasak.. Mısır Elçisi aldırmıyor. İki yıl önce Türkiye'ye geldiğinden beri, Ankara'da hep fesle dolaşıyor. Türk yetkililer elçinin bu tutumunda biraz kışkırtma niyeti de sezinliyorlar ama ses çıkarmıyorlar. Ve Hamza Bey şimdi Atatürk'ün huzuruna da fesle çıkıyor.
Kutlamalardan sonra, geçit töreni izleniyor. Mısır Elçisi, geçit törenini de fesli olarak izliyor. Akşam, Atatürk, Ankara Palas'ta, iki yüz kişilik bir resmi yemek veriyor. Asker, sivil ileri gelen Türklerin yanı sıra Ankara'daki yabancı elçiler de davetli. Mısır Elçisi, akşamki yemeğe de fesli olarak gelmiş ve yemek boyunca masada fesle oturmuş.. Yemekten sonra da baloya geçilmiş..
Ne olmuşsa işte o zaman, yemekten sonra baloya geçerken olmuş. Yemekte hazır bulunan İngiliz Büyükelçisi Sir George Clerk'e göre, Atatürk Mısır Elçisinin yanından geçerken, "Kralınıza söyleyiniz, ben, Mustafa Kemal, size bu akşam fesinizi çıkarmanız talimatını verdim" demiş ve bir garson çağırmış. Elçi, uysallıkla fesini çıkarıp garsona vermiş. Garson, kalabalık davetlilerin şaşkın bakışları arasında, bir gümüş tepsi üzerinde fesi salonun öbür ucuna doğru götürüp gözden kaybolmuş. Mısır Elçisi, üzüntüyle hemen oradan çekilmiş..
Olay, o günlük orada kalmış, basına sızmamış. Derken, Daily Herald adlı İngiliz gazetesi, 11 Kasım günü ilk bombayı patlatıyor : "Bir fes diplomatik fırtına koparacak" diye başlık atıyor ve olayı iyice çarpıtıyor. Aynı gün öğleden sonra, Evening Standard adlı bir başka Londra gazetesi, kışkırtıcı bir dille olayın üstüne gidiyor : "Bir fes yüzünden Türkiye ile Mısır arasında kavga çıkıyor.. İnsan şaşırıyor.. Ama Mustafa Kemal, fesi görünce, kırmızı paçavra görmüş bir boğa gibi oluyor.." İngiliz Reuter ajansı, haberi hemen Kahire'ye telliyor. Mısır gazeteleri, telgrafı görür görmez, kolları sıvıyor. Hükümet yanlısı El-Ahram, Gazi'nin elçiden özür dilemiş olduğunu ileri sürüyor. Aklı sıra muhalefeti yatıştıracak..Ama olmuyor. Muhalefet organı El-Belag gazetesi hükumete veryansın ediyor : "Fes, Mısır'ın ulusal başlığıdır. Fesi çıkartmak, Mısır'a hakarettir. Gazi'nin Hamza Bey'den özür dilemesi, bu hakareti temizlemeye yetmez. Kaldı ki, bu özürü kabul etmeye elçinin yetkisi de yoktur. Bu işi hükumet temizlemelidir. Hükumet bu konuda ne yapıyordu ?.." Dışişleri Bakanı 20 Kasım günü Türkiye İşgüderi Şevki Alhan'a bir protesto notası veriyor. "Yabancı ülkelerdeki Mısır temsilcileri, resmi törenlerde ulusal başlığı giymek zorunda olduklarından, Haşmetli Kral Hazretlerinin Dışişleri Bakanlığı... böyle bir olayın ilerde tekrarlanmayacağı konusunda güvence almaktan mutlu olacaktır." Olay bu defa Türk basınına da sıçrıyor ve iyice büyüyor... 18 Aralık'ta biz cevabi bir nota veriyoruz . Sonra İngilizlerin araya girmesiyle daha yumuşak ifadeli bir ikinci nota daha veriyor Mısırlılar ve Türkiye bu notayı olumlu karşılıyor,iki ay süren fes krizi biter gibi oluyor..
Birkaç gün sonra, Ankara'da, Kızılay'ın yılbaşı balosu yapılır. Baloya Mısır Elçisi Hamza Bey'in fessiz geldiği dikkati çeker. O akşam Mustafa Kemal de baloyu onurlandırır. İngiliz İşgüderi J, Morgan'ın raporuna göre, baloda, Gazi ile Hamza Bey arasında şöyle bir konuşma geçmiş :
- Gazi (pek alaycı) : "Niçin fesinizi giymediniz ?"
- Hamza Bey (şaşırır) : ? ? ?
-Gazi : "Beni niçin hükumetinize şikayet ettiniz ?"
-Hamza Bey (aptallaşır) : ? ? ?
-Gazi : "Gelecek 29 Ekim yemeğinde fesinizi giymezseniz sizi ben hükumetinize rapor ederim !"
-Hamza Bey ( büsbütün ezilir) : ? ? ?
İngiliz İşgüderi, "Bu canlı hazırcevaplık karşısında gayrete gelen Gazi, Hamza Bey'e ve Kral Fuad'a beslediği sevgiyi uzun uzun anlatmaya koyuldu" diyor ve ekliyor : "Fes olayına artık kapanmış gözüyle bakıldığı kesindir."...
Kutlamalardan sonra, geçit töreni izleniyor. Mısır Elçisi, geçit törenini de fesli olarak izliyor. Akşam, Atatürk, Ankara Palas'ta, iki yüz kişilik bir resmi yemek veriyor. Asker, sivil ileri gelen Türklerin yanı sıra Ankara'daki yabancı elçiler de davetli. Mısır Elçisi, akşamki yemeğe de fesli olarak gelmiş ve yemek boyunca masada fesle oturmuş.. Yemekten sonra da baloya geçilmiş..
Ne olmuşsa işte o zaman, yemekten sonra baloya geçerken olmuş. Yemekte hazır bulunan İngiliz Büyükelçisi Sir George Clerk'e göre, Atatürk Mısır Elçisinin yanından geçerken, "Kralınıza söyleyiniz, ben, Mustafa Kemal, size bu akşam fesinizi çıkarmanız talimatını verdim" demiş ve bir garson çağırmış. Elçi, uysallıkla fesini çıkarıp garsona vermiş. Garson, kalabalık davetlilerin şaşkın bakışları arasında, bir gümüş tepsi üzerinde fesi salonun öbür ucuna doğru götürüp gözden kaybolmuş. Mısır Elçisi, üzüntüyle hemen oradan çekilmiş..
Olay, o günlük orada kalmış, basına sızmamış. Derken, Daily Herald adlı İngiliz gazetesi, 11 Kasım günü ilk bombayı patlatıyor : "Bir fes diplomatik fırtına koparacak" diye başlık atıyor ve olayı iyice çarpıtıyor. Aynı gün öğleden sonra, Evening Standard adlı bir başka Londra gazetesi, kışkırtıcı bir dille olayın üstüne gidiyor : "Bir fes yüzünden Türkiye ile Mısır arasında kavga çıkıyor.. İnsan şaşırıyor.. Ama Mustafa Kemal, fesi görünce, kırmızı paçavra görmüş bir boğa gibi oluyor.." İngiliz Reuter ajansı, haberi hemen Kahire'ye telliyor. Mısır gazeteleri, telgrafı görür görmez, kolları sıvıyor. Hükümet yanlısı El-Ahram, Gazi'nin elçiden özür dilemiş olduğunu ileri sürüyor. Aklı sıra muhalefeti yatıştıracak..Ama olmuyor. Muhalefet organı El-Belag gazetesi hükumete veryansın ediyor : "Fes, Mısır'ın ulusal başlığıdır. Fesi çıkartmak, Mısır'a hakarettir. Gazi'nin Hamza Bey'den özür dilemesi, bu hakareti temizlemeye yetmez. Kaldı ki, bu özürü kabul etmeye elçinin yetkisi de yoktur. Bu işi hükumet temizlemelidir. Hükumet bu konuda ne yapıyordu ?.." Dışişleri Bakanı 20 Kasım günü Türkiye İşgüderi Şevki Alhan'a bir protesto notası veriyor. "Yabancı ülkelerdeki Mısır temsilcileri, resmi törenlerde ulusal başlığı giymek zorunda olduklarından, Haşmetli Kral Hazretlerinin Dışişleri Bakanlığı... böyle bir olayın ilerde tekrarlanmayacağı konusunda güvence almaktan mutlu olacaktır." Olay bu defa Türk basınına da sıçrıyor ve iyice büyüyor... 18 Aralık'ta biz cevabi bir nota veriyoruz . Sonra İngilizlerin araya girmesiyle daha yumuşak ifadeli bir ikinci nota daha veriyor Mısırlılar ve Türkiye bu notayı olumlu karşılıyor,iki ay süren fes krizi biter gibi oluyor..
Birkaç gün sonra, Ankara'da, Kızılay'ın yılbaşı balosu yapılır. Baloya Mısır Elçisi Hamza Bey'in fessiz geldiği dikkati çeker. O akşam Mustafa Kemal de baloyu onurlandırır. İngiliz İşgüderi J, Morgan'ın raporuna göre, baloda, Gazi ile Hamza Bey arasında şöyle bir konuşma geçmiş :
- Gazi (pek alaycı) : "Niçin fesinizi giymediniz ?"
- Hamza Bey (şaşırır) : ? ? ?
-Gazi : "Beni niçin hükumetinize şikayet ettiniz ?"
-Hamza Bey (aptallaşır) : ? ? ?
-Gazi : "Gelecek 29 Ekim yemeğinde fesinizi giymezseniz sizi ben hükumetinize rapor ederim !"
-Hamza Bey ( büsbütün ezilir) : ? ? ?
İngiliz İşgüderi, "Bu canlı hazırcevaplık karşısında gayrete gelen Gazi, Hamza Bey'e ve Kral Fuad'a beslediği sevgiyi uzun uzun anlatmaya koyuldu" diyor ve ekliyor : "Fes olayına artık kapanmış gözüyle bakıldığı kesindir."...
19 Temmuz 2011 Salı
66) MUSTAFA KEMAL'İN DİPLOMATLARI.. (3.BÖLÜM)
Türkiye'de Cumhuriyet ilan edildikten sonra Mustafa Kemal, İran'da da cumhuriyet kurulmasını arzu ediyordu. Yakında devrilmesi beklenen Kaçar Hanedanının yerine geçeceği düşünülen Rıza Han'a da bu görüş mektupla bildirildi. Bu beklenti içindeyken, 1925 yılı Mayıs sonunda Memduh Şevket (Esendal) Bey yeni Tahran Büyükelçisi olarak göreve başladı. Yeni Büyükelçi itimat mektubunu sunamadan Kaçar Hanedanının sonuncu hükümdarı Ahmet Şah devrildi. Rıza Han da geçici devlet başkanlığına getirildi. Ankara hala İran'da cumhuriyet ilan edileceğini umuyordu. Ama yeni meclis toplanarak 15 Aralık'ta Rıza Han Pehlevi'yi şah olarak seçti. Yeni şah 27 Aralık 1925'de Memduh Şevket Bey'i kabul ederek neden cumhuriyet ilan edemediğini anlattı. Fakat bu arada zaman geçiyordu ve büyükelçimiz hala itimat mektubunu sunamamıştı. 19 Ağustos 1925 tarihli güven mektubu Ahmet Şah'a hitaben yazılmıştı. Yeni mektup 5 Ocak 1926 tarihli olarak hazırlandı ama İran'a ulaştırmak zaman alacağından Atatürk 26 Ocak'ta Rıza Şah'a bir telgraf çekerek Memduh Şevket Bey'i güven mektubu sunuluncaya kadar büyükelçi olarak tanımasını rica etti. Bu telgraf üzerine Rıza Şah hemen bir tören düzenletti. Memduh Şevket Bey'i Türkiye Büyükelçisi olarak kabul etti. Güven mektubu sunmadan, sanki sunuyormuş gibi törenle yüksek huzura kabul edilen ve resmen büyükelçi olarak tanınan belki de ilk diplomattı...
Büyük Önder Atatürk'ün o dönemde bilhassa komşu ülke liderleri üzerinde yarattığı saygı ve hayranlık duygularına dikkatinizi çekerim...
Mayıs 1928'de Afganistan Kralı Amanullah Han, eşi Kraliçe Süreyya ile birlikte Türkiye'ye resmi bir ziyaret yapacak ve Atatürk'ün konuğu olacaktır. Ankara bu ziyarete çok önem veriyor. Çünkü başkent olduğundan beri ilk defa bir yabancı devlet başkanı ağırlayacaktır. O zamana kadar bırakın kral veya devlet başkanını, batılı büyükelçiler bile henüz Ankara'ya gelmiyor, İstanbul'da oturuyor ve belki başkent yeniden İstanbul'a taşınır diye orada bekleşiyorlardı.
Amanullah Han'ı ağırlamak için Ankara seferber oluyor. Yeni yeni açılan başkent yolları hızla ağaçlandırılıyor. Koca koca ağaçlar bir yerlerden sökülüp getiriliyor, caddelere, sokaklara dikiliyor ve Ankara neredeyse bir gecede yeşillendiriliyor !... Ankara Palas Oteli yapımı hızlandırılıyor ve otel şaşılacak bir hızla bitiriliyor, dayanıp döşeniyor ve krala yetiştiriliyor.. O zaman için Ankara'nın tek modern otelidir ve ilk konukları da kral ve heyeti oluyor.
Bu ziyaret sırasında, Amanullah Han ve Atatürk arasındaki dostluk doruk noktasına ulaşıyor. 22 Mayıs 1928 günü, Türkiye-Afganistan Dostluk ve İşbirliği Antlaşması imzalanıyor. Bu hava içinde, elçiliklerini karşılıklı olarak büyükelçilik düzeyine yükseltmeye karar veriyorlar. Atatürk, jest olsun diye, genel sekreteri Yusuf Hikmet Bey'i Kabil'e büyükelçi olarak gönderiyor.
Türkiye'nin Kabil'e büyükelçi atadığını gören Sovyet Rusya da Kabil'deki elçiliğini büyükelçilik düzeyine çıkarıyor ve oradaki Rus Elçisi, Türk Büyükelçisi gelmeden önce büyükelçi olarak güven mektubunu sunmak için girişimde bulunuyor. Amaç, Türk Büyükelçisinin önüne geçmek ve Kabil'de duayen olmaktır. Afganistan' da bir Türk-Rus yarışı söz konusudur. Ruslar iddialıdır, ama Türkiye de geri kalmak niyetinde değildir.
Afganlar, Türkiye'den yana tavır koyarlar. Rus Büyükelçisini bekletiyorlar. Sonunda Yusuf Hikmet Bey Kabil'e varıyor, hiç bekletilmeden huzura kabul ediliyor ve güven mektubunu sunuyor. Rus Büyükelçisi ise Hikmet Bey'den bir saat sonra mektubunu sunabiliyor. Böylece Yusuf Hikmet Bey Kabil'deki kordiplomatik duayenliğini de kazanmış oluyor.
Sovyet Büyükelçisi, daha önce başvurduğu için bir itiraz notası veriyor ama Kral'ın daha Ankara'da olduğu sırada elçiyi kabul ettiğini söylüyorlar ve durum değişmiyor...
Aynı yıl içinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Washington Büyükelçisini ve heyetini götüren Leviathan gemisi, 28 Kasım 1928 günü, Amerikan karasularına girer. Bütün Türk düşmanları büyükelçinin üzerine çullanmaya hazırlanmıştır.. Karaya ayak basar basmaz hemen üstüne yürüyecekler, kendisini oracıkta linç edeceklerdir.. Ahmet Muhtar Bey, Newyork limanında demir atmış gemide karaya çıkmak için beklerken, Amerikan gazetelerine şöyle bir göz atınca gerçek havayı işte o zaman anlar.. Az sonra gelen Amerikalı görevliler Büyükelçiyi, tepeden tırnağa silahlı korumalarla alıp zırhlı bir araca bindirdikleri gibi dört tarafını mitralyözlü motosikletler ve otomobillerle çevirip son hızla trene yetiştirirler.
Yani kısacası, Büyükelçimiz Newyork'ta adeta bir devlet başkanı gibi karşılanmış !.. Tren garına giderken bindiği zırhlı otomobile daha önce İngiliz veliahtı binmiş, aynı şöför kullanmış..
Washington'daki İngiliz Büyükelçisi Howard, Ahmet Muhtar Bey'e karşı " bir suikast korkusu" ndan söz eder. Türkiye'deki Amerikan Büyükelçisi Grew de benzer kaygılar içindedir ve kendi can derdine düşmüştür. 29 Kasım 1928 günü defterine şunları yazmıştır : "Amerika'daki Ermeniler yaşlı Muhtar'ı haklarlarsa, benim cesedimi de buradan aldırmak için hükumet hemen bir savaş gemisi gönderebilir, çünkü öldürülmem pek uzun sürmez.."
17 Temmuz 2011 Pazar
65) MUSTAFA KEMAL'İN DİPLOMATLARI.. (2. BÖLÜM)
Ankara Hükumetinin ilk Dışişleri Bakanı, 3 Mayıs 1920 günü göreve başlayan Bekir Sami (Kunduh) Bey'dir.
Hükumetin dışişleriyle ilgili ilk kararı Moskova'ya bir heyet göndermek olur. Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet 11 Mayıs 1920 günü Ankara'dan yola çıkar ve 19 Temmuz'da (!) Moskova istasyonuna ulaşır... Garda bir saat kadar bekledikten sonra, trende tanıştıkları birinin telefon etmesiyle, bir otomobil gelip heyetimizi alır ve çok soğuk bir karşılamayla Sovyet Dışişleri Komiserliği Misafirler Dairesine götürür. Beş gün bekletildikten sonra, 24 Temmuz'da, Sovyet Dışişleri Komiseri Çiçerin ve Ermeni asıllı müsteşarı Karahan ile kısa bir görüşme yapabilirler. Rusların Ermenilerle anlaştığı, Ankara Hükumetinden, Van'dan, Bitlis'ten toprak istedikleri de belli olmuştur.
30 Ağustos'ta durumu Ankara'ya bildirir Bekir Sami Bey. Bu arada Ruslar, heyetimizi Moskova'da adeta aç bırakırlar.. Sabah saat 10'da çay, tereyağı, gravyere benzeyen bir peynir, biraz kara ekmek ; saat 16'da sade suya bir çorba, küçücük, ne eti olduğu bilinmeyen ve yenilemeyen bir et, birazcık darı pilavı.. Ticaret yasak, her yer kapalı, lokanta yok..
Sonra Moskova İslam Cemiyeti Başkanı Zahit Bey durumu görüp elinde saplı bir tencereyle çıkagelir. İçinde mükemmel bir kavurmalı pilav !.. Sonraki günlerde de Moskova Tatarları haftada iki gün yemeğe çağırmaya başlıyorlar..
Ankara Hükumetinin ilk Moskova Büyükelçisi Ali Fuat Paşa ve Sovyetlerle antlaşma imzalayacak olan Yusuf Kemal Beyi ve heyetini götüren tren Bakü'den Moskova'ya on bir günde gidebilmiş. Sovyet Hükumeti, Rusya içinde güvenliği henüz tam olarak sağlayamadığından, rejime karşı silahlı direnişler yer yer devam ediyormuş. Trende Yüzbaşı İdris Çora komutasında sekiz Türk askeri ve bir de Sovyet makinalı tüfek takımı varmış.
Bir süredir, Harkov civarında Marusia adında bir kadının başında olduğu bir çete etrafa dehşet saçıyormuş. Rıza Nur, şöyle anlatır : "Bu Rus kadının çetesi, Harkov civarında trenleri basarmış. Erkeklerin tenasül uzuvlarını kontrol eder, sünnetli bulduğunu Yahudi diye kesermiş. Bizden önce giden bir treni basmış ve biz maazallah ucuz kurtulmuşuz. Karı bizi de muayene edecek, sünnetli bulunca da kıtır kıtır kesecek !.. Müslümanız desek dinlemeyecek. Yahudiler sünnette 'Lecan' denilen, alttaki zar gibi deriyi de keserler. Müslümanlar ise kesmez. Ama bunu da herkes bilmez. Hatta bazı hekimler bile.. Çeteci karı nereden bilecek ? Ne ise, verilmiş sadakamız varmış.."
16 Mart 1921'de Türk-Sovyet Dostluk Antlaşması imzalanır. Sovyet Rusya'dan her yıl 10 milyon altın ruble kredi alınacaktır ve Rusya, o yıl vereceği paranın yarısı olan 5 milyonu hemen teslim etmiştir. Bunun 1 milyonu Almanya'dan uçak vs. almak üzere, Moskova Büyükelçimiz Ali Fuat Paşa'ya verilir. Dört milyonu da Yusuf Kemal Bey'in bindiği trene yüklenir. Tren 1 Nisan akşamı Moskova'dan Bakü'ye hareket eder. Önce Tiflis'e gelir. Şimdi trenin Ermenistan'dan geçmesi gerekiyordur ve Ermenilerin de bu paranın Türkiye'ye götürülmesini engelleyecekleri söylenmektedir.
Yusuf Kemal Bey 25 Nisan gecesi, Tiflis'te, tekrar altın trenine biner. Yalnızdır. Yanında biri Gürcistan, öbürü Azerbaycan Hükumetlerince görevlendirilmiş iki mihmandar vardır. Ertesi gün öğleye doğru tren Gümrü'ye yaklaşırken, Gürcü mihmandar gelerek bu trenin Gümrü'den ileri gitmeyeceğini söyler. Kafkasya Demiryolları Birliği İdaresi Genel Müdürü Yardımcısı Ermeni Voskanyan, "treni bırakmayacağım" diyerek yol vermez. Tam o sırada bizim oradaki irtibat subayımız trene geliyor. Yusuf Kemal Bey onun yanında beş askeri olduğunu öğrenince, askerleri vagonun etrafına dikmesini, kimseyi trene yaklaştırmamasını ve Kazım Karabekir Paşa'ya haber verilmesini söyler. Sonra Gürcü mihmandarı çağırıp Gürcistan Devlet Başkanına bir ültimatom telgrafı çektirir. İki saat içinde trene izin verilmezse Kazım Karabekir Paşa'dan asker istemek zorunda kalacağını söyler. Tiflis istasyonunda on üç saat bekletildikten sonra tren, gece saat bir buçuğa doğru hareket eder. Nihayet sabah on birde Kars'a gelir ve oradaki tümenimiz altınları teslim alır.
Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey, İktisat Bakanı olarak gittiği Moskova'dan dönünce Dışişleri Bakanı olur...
16 Temmuz 2011 Cumartesi
Çift cinsiyetli kelebek
Londra'nın Doğal Tarih Müzesi'nde yarı erkek yarı dişi bir kelebek dünyaya geldi.
Kelebeğin vücudunun ortasından geçen bir çizgi hayvanın erkek kısmı ve daha renkli olan dişi kısmı arasındaki bölünmeyi oluşturuyor.
Ender yaşanan bu durumun, döllenme döneminde kelebeğin cinsiyetini belirleyen kromozomların ayrılmamasından kaynaklandığı düşünülüyor. Jinandromorfizm adı verilen bu durum, doğan kelebeklerin yalnızca yüzde 0.01'inde görülüyor.
Müze görevlisi Luke Brown, ilk kelebek evini 7 yaşındayken inşa etmiş ve bugüne dek 300 bin kelebeğin dünyaya gelmesine tanıklık etmiş. Bu Brown'un gördüğü üçüncü jinandromorfizm vakası olmuş.
Brown, durumdan yalnızca kelebeğin kanatlarının etkilenmediğini anlatıyor. Hayvanın vücudu ikiye bölünmüş durumda, hem kadın hem de erkek cinsel organlarına sahip ve hatta antenlerinin uzunluğu bile birbirinden farklı.
Üç buçuk haftalık kelebeği hayattayken görmek için çok zaman kalmadı. Kelebek, bir aylık ömrünün sonuna geldiğinde, müzenin koleksiyonunun bir parçası olacak.
Jinandromorfi ender görülmekle birlikte, kelebeklere özgü bir durum değil ve daha önce çift cinsiyetli yengeç, istakoz, örümcek ve tavuklara rastlandı. Doğal hayatta daha fazla örneği olması muhtemel bu durum, erkek ve dişileri birbirine benzeyen hayvanlarda daha zor tespit ediliyor.
64) MUSTAFA KEMAL'İN DİPLOMATLARI .. (1. BÖLÜM)
Saltanattan Cumhuriyete geçişte Dışişlerinde yaşananlar aslında çok dramatiktir.. Kasım 1921'de Ankara Hükumetinin Paris temsilciliğine atanan Ahmet Ferit (Tek) Bey Paris'e geldiğinde karşısında padişahın gölgesini bulur !.. Çünkü Türkiye'de iki devlet, iki hükumet ve iki baş varken, Fransa'da tek Türk temsilciliği olur mu ?!.. Babıali daha önce davranmış ve Paris'te Osmanlı temsilciliğini açmıştır bile. Şöyle de bir kılıf bulunmuştur : Sévres antlaşmasını imzalayan Osmanlı delegasyonu sanki geri dönmemiş de Paris'te kalmıştır. Onun için İstanbul Hükumetinin Paris temsilciliğine, Osmanlı Murahhaslığı (yani delegeliği) adı verilmiştir. Sévres antlaşması yürürlüğe girmediği için, İstanbul Hükumeti de hukuken Fransa ile savaşta gibi görünüyordur ve Paris'te resmen elçilik veya büyükelçilik açamıyordur. Gerek İstanbul, gerekse Ankara Temsilciliği, fiilen elçilik görevi yapıyorlardır, ama başka adlar taşıyorlardır. Biri Murahhaslık, diğeri Mümessillik...
Ankara Temsilcisi Ferit Bey'in, aynı binada oturmak ve dış dünyaya karşı birlik içinde olduklarını gösterme teklifini İstanbul Temsilcisi Nabi Bey İstanbul'la görüştükten sonra reddeder. Ferit Bey de sadece iki yüz metre uzaklıkta, Vıctor Hugo caddesinde bir bina kiralar. Böylece İstanbul Temsilciliğini de göz hapsinde tutabilecektir. Bu yakınlığın bir başka faydası daha vardır . Yeni temsilcilik tam takır olduğu için, örneğin bir ziyafet verileceği zaman, Osmanlı Temsilciliğinin ay yıldızlı porselen yemek takımlarını gizlice yeni binaya taşıttırmakta ve ziyafetten sonra da iade etmektedir !.. Nabi Bey, bunlardan haberdar olmasına rağmen göz yumar.. Bu iki başlı temsil 1922 yılı boyunca sürer. Bu arada Kurtuluş Savaşı devam eder.. Büyük taarruzun hemen sonrası, 4 Eylül günü, Ferit Bey Fransa Dışişleri Bakanlığında Nabi Bey'e rastlar. Orada ne aradığını sorduğunda da Nabi Bey gizlemiyor ve her şeyi anlatıyor. İstanbul'dan aldığı talimat gereği, muzaffer Türk Ordusunun yürüyüşünü durdurmaları için gidip yabancılara yalvarmıştır !...
Daha sonra Ankara Hükumeti Lozan Konferansına çağrılınca, İstanbul Hükumeti de katılmak ister ama Ankara artık bu iki başlılığa izin vermez. 1 Kasım 1922 günü saltanat kaldırılır. Ferit Bey artık Paris'te Türkiye'nin tek diplomatik temsilcisidir ve haklı olarak şimdi Nabi Bey'in kaldığı sefaret binasına taşınır...
Zavallı Nabi Bey, birdenbire açıkta kalıvermiştir !.. Bunca devlet hizmetinden sonra şimdi gurbet ellerde, maaşsız, ödeneksiz, yolluksuz, yüzüstü bırakılıvermiştir. Geçen yıl aynı binada oturma isteğini reddettiği Ferit Bey'e gelir ve süngüsü düşmüş bir halde, işlerini toparlayana kadar on on beş gün sefarette kalıp kalamayacağını sorar. Ferit Bey izin verir...
Saltanat kaldırıldığında Osmanlı Devletinin dış teşkilatı ne oldu ? Osmanlı elçilikleri, konsoloslukları, oralarda çalışan son Osmanlı hariciyecileri ne oldu ?..
İşte bu duruma el atan, 26 Ekim 1922'de Dışişleri Bakanı olan İsmet İnönü'dür.. 5 Kasım'da Lozan Baş Delegesi sıfatıyla yola çıkan İnönü, İsviçre'de konferansın bir hafta ertelendiğini öğrenir. Fransa da onu davet etmiş olduğundan, 15-16 Kasım günleri Paris'i ziyaret eder. Bu arada, pratik bir kararla, Avrupa ve Amerika'da ne kadar Osmanlı elçiliği ve konsolosluğu kalmışsa, hepsini geçici olarak, Paris Mümessili Ferit Bey'e bağlar. Bu, Ankara Hükumetinin, Paris Mümessilliği aracılığıyla, Osmanlı dış teşkilatını teslim alıp adeta yutması demektir. Bir bakıma da ihtilaldir, silahsız ve kansız bir sivil darbedir.. Refet Paşa İstanbul'da Osmanlı merkez teşkilatını, Ferit Bey de yurt dışı teşkilatını teslim almış olur...
İki hafta içinde tamamlanan bu devir teslimden sonra Paris Mümessilliği, kendisine bağlanan tüm birimlerden bilgiler toplar, Dışişlerine rapor eder. Eski memurlar süzgeçten geçirilir. Bir bölümü ayıklanıp açığa çıkarılır. Ayıklayıp eleyerek bazı kişilere yeniden görev vermeye, o zamanlar, "cevaz-ı istihdam" denilir..Bu, Dışişlerindeki reformun birinci aşamasıdır. İkinci aşama, yeni cumhuriyetin Dışişleri teşkilatının kurulmasıdır. Bu da, Lozan antlaşmasının yürürlüğe girdiği 1924-1925 yıllarına kadar sarkar...
Bu teşkilatın kurulmasında emeği olan başlıca birkaç kişi şunlardır : Yusuf Hikmet (Baydur) Bey, Ahmet Muhtar (Mollaoğlu) Bey ve Suat (Davaz) Bey...
Yusuf Hikmet Bey 1920-23 yıllarında Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Müdürü, sonra genel müdürüdür. "Üç dört kişiyle işe başladık" der.. Keçiören taraflarındaki bağ evlerinden Ulus'taki bakanlık binasına atla gelip giderlermiş. Bir zaman sonra, hiç değilse, bakan beyefendiye makam taşıtı olarak, bir at arabası veya bir fayton verilmesi düşünülmüş ; ama Büyük Millet Meclisi ayağa kalkmış : "Bu ne israf !.."
15 Temmuz 2011 Cuma
63) BOŞ İNANÇLAR !..(3. BÖLÜM)
28 Ağustos 1533'de Sultan Süleyman'ın İran seferine çıkışının ertesi gününe rastlayan 29 Ağustos'ta Dernschwam, sürülerle akbabanın sabahtan akşama kadar akın akın sultanın gittiği yöne doğru uçtuğunu görür. Bütün yıl boyunca kentin her yanı akbabalarla dolar. 11 Temmuz 1554'de önünden geçtiği bir caminin avlusunda yüzlerce akbabanın kendileri için havalara atılan etleri kapıp uçuştuklarından söz eder. Kendisine bunun Tanrı aşkına, kutsal bir görev olarak yapıldığı, bir süre önce ölen ve Sultan Selim adına yaptırılan caminin avlusuna gömülen varlıklı bir Türk'ün ruhunun huzur içinde olması dileğiyle etlerin kuşlara atıldığı söylenir. Elçiliğin çevresinde bile koyun ciğeri, işkembesi ve diğer iç organları her gün atılırdı...
Pedro, Türklerin çok yardımsever kişiler olup hem insanların, hem de hayvanların konaklaması için yol üzerinde kervansaraylar yaptırdıklarını, öldükten sonra da iyi anılmak için yardım kurumları, çeşmeler, sebiller bıraktıklarını yazar. Pedro'ya göre, İstanbul kıyılarında balıkları beslemek için denize yiyecek atan, kentte kuşlara yem veren kimselere çok sık rastlanır.
Hayvanları öldürmek günah sayıldığından sultanın sarayı çevresinde bile yüzlerce sahipsiz, üstelik çoğu da uyuz, kedi köpek vardır. Bunlar hayırsever kimselerce beslenir, bakılır ; bu yüzden de hızla ürerler. Türkler yakın çevrelerinden birisi hastalandığında ya da önemli bir hastalıktan kalktığında, inançları gereği kedi ve köpeklere yiyecek verirler, kafesteki kuşları salarlar..
Gerlach, Türklerin üzerlerine giydikleri giysilerin kollarının çok geniş olduğunu ve ancak dirseklerine ulaştığını gördü. Bunun nedeni Muhammed'e olan saygılarındandı. Çünkü bir defasında Muhammed uyurken bir kedi gelmiş giysisinin uzun koluna yatmış. Peygamber uyandığında uyuyan kediyi rahatsız etmek istememiş ve elbisenin kolunu dirseğinden kesmiş. Aynı nedenden ötürü, kedi ve köpeklere saygı gösterir, onları pişmiş etle besler, sık sık bir akçe değerinde et alıp bunun bir kısmını sokaklara, kalanı da kuşlar için damlara bırakırlardı.
Gerlach, yirmi otuz atlının, Allah'ı hoşnut etmek için, kentte dolaşıp sokak ortalarında yatan köpekleri topladığını, kuşları azat ettiğini, balıkları suya attığını yazıyor...
Ev ev gezip para dilenen çok sayıda kör ya da yarı kör vardı. Arkalarında sıra halinde kümes hayvanları olurdu. Kimse bunları geri çevirmezdi. Çünkü bunların Mekke'ye, hacca gittiklerine ; daha sonra, bu dünyanın boş şeylerini görmemek için gözlerini dağlayıp üzerine özel bir toz dökerek gözün tamamen eriyip kaybolmasını sağladıklarına inanılıyordu. Bu kimseler onlara Muhammed'in sevgisini kazandırıyor ve başkalarının ruhları için de aracı oluyorlardı.
Türklerce hayırseverlik kabul edilen ve Tanrı'nın rahmetini sağlayacağına inanılan bir başka hareket de su dağıtmaktı. Kent içinde erkekler muslukları olan deri torbalar içinde taze memba suyu taşırlar, isteyenlere teneke kaplarda verirlerdi. Su içmek isteyen kim olursa olsun (Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi), sadece istemesi yeterliydi. Pek çok kimse su taşıyanları isteklendirmek için bağışlarda bulunuyordu.
Yüzlerce saka sabahtan akşama kadar, paşa konaklarından küçük evlere kadar kentin her yanına su dağıtırdı. Su, atın iki yanına asılan özel olarak yapılmış çok büyük deri tulumlarda taşınırdı. Çok miktarda su alan bu tulumların ikisini bile bir beygir zor çekerdi. Tulumun ağzı suyun rahatça doldurulabilmesi için oldukça geniş tutulurdu. Diğer yanıysa biraz daha dar ve uzun, baca biçimindeydi. Sakalar, bu kapların yanında bir de küçük kap bulundurur, evlerin önünde beygirlerini durdurur, beygirin eyerine bağlı olan büyük tulumu, yerinden çıkarmadan küçük kabı altına tutarak musluktan doldurur gibi küçük kaba su doldurur, evden getirilen kaba boşaltırlardı. Sakaların taşıdıkları tertemiz berrak su yetkililerce sürekli olarak denetlenirdi. Yoldan geçenlerden su isteyen olursa sakalar hemen verir ; bunun için de yanlarında ayrı bir kap taşırlardı. Sakalar, çoğunlukla yetkililerden belirli bir ücret alırlar, dağıttıkları suyun karşılığında kesinlikle kimseden para almazlardı. Bazıları bu işi Tanrı aşkına yapardı.
Çok sayıda su taşıyıcısı kent sokaklarında ve varoşlarında gün boyunca memba veya sarnıç sularını işlemeli örtülerle örtülü deri tulumlarda taşırdı. Bir ellerinde iyi altın yaldızlı Şam işi madeni bir maşrapa bulunurdu. Su daha güzel görünsün diye maşrapanın dibine yeşim veya mercan benzeri taşlar koyarlardı. Öbür ellerinde bir ayna taşırlar, su içmeye gelenlere aynayı tutarlar ve kendisine aynada bakmasını ve ölümü düşünmesini söylerlerdi. Su için para istemezlerdi, ama verildiğinde de hoşnutlukla kabul ederlerdi. Hoşnutluklarını parayı verenin yüzüne ve sakalına kuşaklarından sallanan küçük şişeden kokulu su serperek belirtirlerdi. Bu sakaların çoğu hacıydı. Bu işi iyilik olsun diye yapıyorlardı. Diğerleri ise vakıflardan veya hayırsever birinden belli bir para alırlardı. Aynı yardımseverlikle birçok evin dışında büyük mermer çeşmelerde su bulunduruluyordu. Bunlar kilit altında tutulurdu. Ancak, altta, bakır bir musluk ve demir bir zincire bağlı bir maşrapa olurdu. Dolayısı ile yoldan geçenler su içebilir veya ellerini yıkayabilirlerdi. Bunun gibi önünde çeşmesi olmayan dükkan sayısı çok azdı.
Bir kez Nıcholay elli saka görmüş. Hepsi de su taşıyorlar ve kentte yeni yıl armağanları isteyerek dolaşıyorlarmış. Hepsi, onuruna o günü kutladıkları aziz için bir araya gelmişler. İnsanları gönüllendirmek amacıyla orada duranlardan birine elma, bir ötekine portakal, bir başkasına kokulu su veriyorlarmış...
Pedro, Türklerin çok yardımsever kişiler olup hem insanların, hem de hayvanların konaklaması için yol üzerinde kervansaraylar yaptırdıklarını, öldükten sonra da iyi anılmak için yardım kurumları, çeşmeler, sebiller bıraktıklarını yazar. Pedro'ya göre, İstanbul kıyılarında balıkları beslemek için denize yiyecek atan, kentte kuşlara yem veren kimselere çok sık rastlanır.
Hayvanları öldürmek günah sayıldığından sultanın sarayı çevresinde bile yüzlerce sahipsiz, üstelik çoğu da uyuz, kedi köpek vardır. Bunlar hayırsever kimselerce beslenir, bakılır ; bu yüzden de hızla ürerler. Türkler yakın çevrelerinden birisi hastalandığında ya da önemli bir hastalıktan kalktığında, inançları gereği kedi ve köpeklere yiyecek verirler, kafesteki kuşları salarlar..
Gerlach, Türklerin üzerlerine giydikleri giysilerin kollarının çok geniş olduğunu ve ancak dirseklerine ulaştığını gördü. Bunun nedeni Muhammed'e olan saygılarındandı. Çünkü bir defasında Muhammed uyurken bir kedi gelmiş giysisinin uzun koluna yatmış. Peygamber uyandığında uyuyan kediyi rahatsız etmek istememiş ve elbisenin kolunu dirseğinden kesmiş. Aynı nedenden ötürü, kedi ve köpeklere saygı gösterir, onları pişmiş etle besler, sık sık bir akçe değerinde et alıp bunun bir kısmını sokaklara, kalanı da kuşlar için damlara bırakırlardı.
Gerlach, yirmi otuz atlının, Allah'ı hoşnut etmek için, kentte dolaşıp sokak ortalarında yatan köpekleri topladığını, kuşları azat ettiğini, balıkları suya attığını yazıyor...
Ev ev gezip para dilenen çok sayıda kör ya da yarı kör vardı. Arkalarında sıra halinde kümes hayvanları olurdu. Kimse bunları geri çevirmezdi. Çünkü bunların Mekke'ye, hacca gittiklerine ; daha sonra, bu dünyanın boş şeylerini görmemek için gözlerini dağlayıp üzerine özel bir toz dökerek gözün tamamen eriyip kaybolmasını sağladıklarına inanılıyordu. Bu kimseler onlara Muhammed'in sevgisini kazandırıyor ve başkalarının ruhları için de aracı oluyorlardı.
Türklerce hayırseverlik kabul edilen ve Tanrı'nın rahmetini sağlayacağına inanılan bir başka hareket de su dağıtmaktı. Kent içinde erkekler muslukları olan deri torbalar içinde taze memba suyu taşırlar, isteyenlere teneke kaplarda verirlerdi. Su içmek isteyen kim olursa olsun (Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi), sadece istemesi yeterliydi. Pek çok kimse su taşıyanları isteklendirmek için bağışlarda bulunuyordu.
Yüzlerce saka sabahtan akşama kadar, paşa konaklarından küçük evlere kadar kentin her yanına su dağıtırdı. Su, atın iki yanına asılan özel olarak yapılmış çok büyük deri tulumlarda taşınırdı. Çok miktarda su alan bu tulumların ikisini bile bir beygir zor çekerdi. Tulumun ağzı suyun rahatça doldurulabilmesi için oldukça geniş tutulurdu. Diğer yanıysa biraz daha dar ve uzun, baca biçimindeydi. Sakalar, bu kapların yanında bir de küçük kap bulundurur, evlerin önünde beygirlerini durdurur, beygirin eyerine bağlı olan büyük tulumu, yerinden çıkarmadan küçük kabı altına tutarak musluktan doldurur gibi küçük kaba su doldurur, evden getirilen kaba boşaltırlardı. Sakaların taşıdıkları tertemiz berrak su yetkililerce sürekli olarak denetlenirdi. Yoldan geçenlerden su isteyen olursa sakalar hemen verir ; bunun için de yanlarında ayrı bir kap taşırlardı. Sakalar, çoğunlukla yetkililerden belirli bir ücret alırlar, dağıttıkları suyun karşılığında kesinlikle kimseden para almazlardı. Bazıları bu işi Tanrı aşkına yapardı.
Çok sayıda su taşıyıcısı kent sokaklarında ve varoşlarında gün boyunca memba veya sarnıç sularını işlemeli örtülerle örtülü deri tulumlarda taşırdı. Bir ellerinde iyi altın yaldızlı Şam işi madeni bir maşrapa bulunurdu. Su daha güzel görünsün diye maşrapanın dibine yeşim veya mercan benzeri taşlar koyarlardı. Öbür ellerinde bir ayna taşırlar, su içmeye gelenlere aynayı tutarlar ve kendisine aynada bakmasını ve ölümü düşünmesini söylerlerdi. Su için para istemezlerdi, ama verildiğinde de hoşnutlukla kabul ederlerdi. Hoşnutluklarını parayı verenin yüzüne ve sakalına kuşaklarından sallanan küçük şişeden kokulu su serperek belirtirlerdi. Bu sakaların çoğu hacıydı. Bu işi iyilik olsun diye yapıyorlardı. Diğerleri ise vakıflardan veya hayırsever birinden belli bir para alırlardı. Aynı yardımseverlikle birçok evin dışında büyük mermer çeşmelerde su bulunduruluyordu. Bunlar kilit altında tutulurdu. Ancak, altta, bakır bir musluk ve demir bir zincire bağlı bir maşrapa olurdu. Dolayısı ile yoldan geçenler su içebilir veya ellerini yıkayabilirlerdi. Bunun gibi önünde çeşmesi olmayan dükkan sayısı çok azdı.
Bir kez Nıcholay elli saka görmüş. Hepsi de su taşıyorlar ve kentte yeni yıl armağanları isteyerek dolaşıyorlarmış. Hepsi, onuruna o günü kutladıkları aziz için bir araya gelmişler. İnsanları gönüllendirmek amacıyla orada duranlardan birine elma, bir ötekine portakal, bir başkasına kokulu su veriyorlarmış...
12 Temmuz 2011 Salı
62)BOŞ İNANÇLAR !..(2.BÖLÜM)
"Viaje"nin yazarı Pedro, Sinan Paşa'nın sarayında doktorken, Sinan Paşa hastalanır. Ne Pedro ne de başka doktorlar Sinan Paşa'yı iyileştiremezler. Paşa gittikçe kötüleşir. Üfürükçüler, büyücüler ortaya çıkarlar ve hasta adamı dua ve kurbanlarla birkaç gün içinde iyileştirebileceklerini ileri sürerler. Paşanın hastalığı su toplamasıydı. Durumu değişiyordu. Bazen iyiye gidiyordu, bazen kötüye..Pedro'nun artık diğer doktorlarla arası düzelmişti. Ancak bu kez de paşanın hastalığını birkaç gün içinde dua ve adaklarla, kurbanlarla iyileştirebileceklerini iddia eden üfürükçüler çıkmıştı ortaya. Bu şarlatanlar paşaya 7.000 duka altınına mal olmuşlardı !..
Bahçede çadırlar kurdular. Kimileri bütün gece ağlıyor, kimileri aşık kemikleri atıyor, kimileri büyülü işaretler ve muska yazıyor, kimileri de su dolu bir tasa kağıt parçacıkları koyup paşanın içmesini istiyordu. Bunların eşyaları arasında bir Yahudi tabutundan çiviler, bir Müslüman tabutunun tutamağı, bir Hıristiyan tabutundan bir odun parçası ve ufak tefek ıvır zıvır vardı. Bu sahte hekimler arasında bir de çok tanınmış bir kadın üfürükçü bulunuyordu. Bu kadın, paşanın önce siyah bir keçiye bakmasını,daha sonra kimi sözler söyleyerek ve kimi işaretler yaparak dişi bir eşeğin altından geçmesini tavsiye etti. İri yarı olduğu için zor da olsa paşa denilenleri yaptı. Daha sonra, kadın, paşaya, insanın bağırsaklarını da sökecek kadar kuvvetli bir müshil verdi. Sonra, dört koyun ve bir pala getirilmesini istedi. Gözlerini gökyüzüne çevirip bazı dualar okudu. Daha sonra kasaba dönüp koyunların başlarını pala ile kesmesini istedi. Koyunların başsız bedenlerini dışarıda beklemekte olan kızına yolladı. Kadın, en son olarak da kurbanların kanının aktığı yerde, bir ekmek fırını yapılmasını emretti. Bir gün bir gece içinde istediği yerine getirildi. Kadın, paşaya, dokuz gün boyunca siyah keçiye bakmakla başlayan ve bu fırından ekmek yemekle son bulan bu ritüeli gerçekleştirdiğinde iyileşeceğini anlattı. Ancak bu arada paşanın kisti büyüdü, acısı arttı ve yüzünün rengi sarardı...
Dernschwam'a göre ; Türklerde başta su, sonra da kağıt, neredeyse kutsal sayılırdı. Kutsal kitapları kağıda yazıldığından, kağıdın onların gözünde ayrı bir saygınlığı vardı. Bu yüzden yerde atılmış boş, ya da yazılı bir kağıt görürlerse hemen kaldırır, temiz bir yere koyarlardı...
Busbecq, sık sık taş duvarlardaki çatlaklar arasında sıkıştırılmış kağıt parçacıklarına rastladığını yazıyor. Merakından bu kağıtlardan kimisine bakmış ve tercüme ettirmiş. Ancak ne yazılanlar saklamaya değermiş ne de Türkler açıklamaya kalkışmışlar. Yine de daha sonra öğrenmiş ki, Türklerin küçücük bir kağıt parçasına bile, üzerinde Allah'ın adı yazılı olabilir diye, saygısı varmış.. Bu yüzden yerde bir kağıt parçası bulduklarında üzerine basılmasın diye hemen bir çatlağa sokuverirlermiş !.. İnançlarına göre, Kıyamet Gününde Muhammed, müminleri günahlarından dolayı cezalandırıldıkları Araf'tan Cennete çağırdığında, sonsuz mutluluğa ulaşmak için yalınayak korlaşmış ateşin üzerinden geçmek zorundaydılar. İşte o zaman üzerine basılmayı önlemiş oldukları tüm kağıtlar ayaklarının altına yapışacak ve cennet yolundayken acılarını hafifletecektir. Kağıda gösterilen bu saygı Busbecq'in rehberlerinin, hizmetkarlarını ağır suçlamalarına yol açmış. Çünkü rehberler onları kağıdı pis bir işte kullanırken görmüşler !..
Busbecq'e göre Türkler, genellikle, hayvanlara iyi davranıyorlardı. Özellikle de yararlı kuşlara. Örneğin, çöpleri yiyerek kentlerin temizliğine katılan çaylaklara.. Bu nedenle, çaylaklar insandan korkmazdı. Bunlara evcil bile denebilirdi. Islık çalındığında alçalır, kendilerine atılan yiyecek parçalarını kaparlardı. Bu nedenle Busbecq, koyun kestirdiğinde çaylakları hayvanın iç organlarını yemeye çağırırdı. Birkaç dakika içinde büyük bir kuş sürüsü evin üzerinde daireler çizmeye başlar, sonra da bahçeye inerlerdi. Galeriyi ayakta tutan sütunlardan birisinin arkasına saklanan Busbecq, kimi kez birkaç kuş avlamayı becerirdi. Ancak Busbecq bu sporla yalnızca kapılar sıkıca kapandığında uğraşırdı. Yoksa bu, Türkleri kızdırabilirdi...
Türklerin kızmasının nedenini, hayvan ya da kuş eti yememeleri olarak açıklamıyor Busbecq. Türkler hayvanlara acı çektirmeye karşılarmış. Öyle ki kimi zaman ötücü kuşları bile, özgürlüklerini ellerinden almaya hakları olmadığına inanarak, kafese bile koymazlardı. Ancak, pek çok Türk de kafeste bülbül beslerdi. Busbecq, saka kuşlarının sokaktaki evlerden birinin penceresinden gösterilen madeni bir parayı almak için uzun mesafeler uçmaya eğitildiğine tanık olduğunu yazıyor. Parayı tutan bunu kuşa vermezse, kuş onun elinin üzerine tüner, eğer pencereden çekilirse kuş parayı almak için uğraşırdı. Kuş, ödülünü gagasına alır almaz kendisine zil çalan sahibine geri uçarmış. Parayı veren kuşa, ödül olarak biraz kenevir tohumu verilirmiş..
Elçinin ikametgahı yakınlarında bol yapraklı bir çınar ağacı varmış. Kimi kuş avcıları, kuş satıcıları ellerinde küçük kuşlar için yapılmış kafeslerle dururmuş. Yoldan geçenlerse biraz para vererek bu kuşları serbest bıraktırırlarmış. Kuşlarsa hemen çınar ağacının dallarına çıkar, tüylerini temizlemeye koyulurlarmış. Kendilerini kurtaranlar onların cıvıldamalarını duyduğunda birbirlerine dönüp, "kuşu dinle, bana iyi talihi için teşekkürlerini sunuyor" dermiş...
Wratıslaw, Türklerin hayvanlara karşı tutumları karşısında hayrete düşmüş. Türkler hayvanlara karşı çok iyi davranıyorlardı. İnanışlarına göre tüm canlı varlıkları beslemekle Tanrı'nın koruyuculuğunu kazanacaklardı. Wratıslaw, bunun alay edilmesi gereken barbarca bir boş inanç olduğuna inanıyor. Bir keresinde bir Rum sokak satıcısından küçük kuşlar satın alan bir Türk'e rastlamış. Adam kuşları teker teker serbest bırakmış. Bu arada da Tanrı ve Muhammed adına serbest bıraktığını belirten dualar okuyormuş. Bu dünyada ve öte dünyada bu eylemi için ödüllendirileceğine inanıyormuş...
"Köpeğe et !", "Kediye et !" diye bağıran adamlara rastlamak mümkündü. Kadın ya da erkek, zengin ya da fakir, herkes bunlardan yiyecek satın alıp sokaklarda gezen sayısız hayvanı besliyordu. Hayvanlar yemek saatlerini hiç kaçırmazlar ; köpekler yol üzerinde, kediler uygun bir duvar üzerinde, sabah ve akşamları belli noktalarda toplanırdı. Kimi Türk kadınlarının şiş ucunda et getirdikleri bile olurdu. Böylelikle kediler oturdukları yerden rahatça yemeklerini yiyebilirlerdi. İnsanlar kent üzerinde duran çaylaklar için de et getirirlerdi. Bunlar da yere inip yiyeceklerini kapıp götürürlerdi. Çaylaklar kutsal sayıldığından kimse bunları öldüremez ya da yaralayamazdı. Yaygın inanışa göre Muhammed, Mekke'nin merkezinde bir tapınak yapmaya başladığında inşaat malzemesi bulamamış, çaylaklar ona çok uzaklardan kum, taş ve kireç getirmişler ve tapınak bitene kadar peygambere sadakatle hizmet etmişler.... (2. BÖLÜMÜN SONU)
Bahçede çadırlar kurdular. Kimileri bütün gece ağlıyor, kimileri aşık kemikleri atıyor, kimileri büyülü işaretler ve muska yazıyor, kimileri de su dolu bir tasa kağıt parçacıkları koyup paşanın içmesini istiyordu. Bunların eşyaları arasında bir Yahudi tabutundan çiviler, bir Müslüman tabutunun tutamağı, bir Hıristiyan tabutundan bir odun parçası ve ufak tefek ıvır zıvır vardı. Bu sahte hekimler arasında bir de çok tanınmış bir kadın üfürükçü bulunuyordu. Bu kadın, paşanın önce siyah bir keçiye bakmasını,daha sonra kimi sözler söyleyerek ve kimi işaretler yaparak dişi bir eşeğin altından geçmesini tavsiye etti. İri yarı olduğu için zor da olsa paşa denilenleri yaptı. Daha sonra, kadın, paşaya, insanın bağırsaklarını da sökecek kadar kuvvetli bir müshil verdi. Sonra, dört koyun ve bir pala getirilmesini istedi. Gözlerini gökyüzüne çevirip bazı dualar okudu. Daha sonra kasaba dönüp koyunların başlarını pala ile kesmesini istedi. Koyunların başsız bedenlerini dışarıda beklemekte olan kızına yolladı. Kadın, en son olarak da kurbanların kanının aktığı yerde, bir ekmek fırını yapılmasını emretti. Bir gün bir gece içinde istediği yerine getirildi. Kadın, paşaya, dokuz gün boyunca siyah keçiye bakmakla başlayan ve bu fırından ekmek yemekle son bulan bu ritüeli gerçekleştirdiğinde iyileşeceğini anlattı. Ancak bu arada paşanın kisti büyüdü, acısı arttı ve yüzünün rengi sarardı...
Dernschwam'a göre ; Türklerde başta su, sonra da kağıt, neredeyse kutsal sayılırdı. Kutsal kitapları kağıda yazıldığından, kağıdın onların gözünde ayrı bir saygınlığı vardı. Bu yüzden yerde atılmış boş, ya da yazılı bir kağıt görürlerse hemen kaldırır, temiz bir yere koyarlardı...
Busbecq, sık sık taş duvarlardaki çatlaklar arasında sıkıştırılmış kağıt parçacıklarına rastladığını yazıyor. Merakından bu kağıtlardan kimisine bakmış ve tercüme ettirmiş. Ancak ne yazılanlar saklamaya değermiş ne de Türkler açıklamaya kalkışmışlar. Yine de daha sonra öğrenmiş ki, Türklerin küçücük bir kağıt parçasına bile, üzerinde Allah'ın adı yazılı olabilir diye, saygısı varmış.. Bu yüzden yerde bir kağıt parçası bulduklarında üzerine basılmasın diye hemen bir çatlağa sokuverirlermiş !.. İnançlarına göre, Kıyamet Gününde Muhammed, müminleri günahlarından dolayı cezalandırıldıkları Araf'tan Cennete çağırdığında, sonsuz mutluluğa ulaşmak için yalınayak korlaşmış ateşin üzerinden geçmek zorundaydılar. İşte o zaman üzerine basılmayı önlemiş oldukları tüm kağıtlar ayaklarının altına yapışacak ve cennet yolundayken acılarını hafifletecektir. Kağıda gösterilen bu saygı Busbecq'in rehberlerinin, hizmetkarlarını ağır suçlamalarına yol açmış. Çünkü rehberler onları kağıdı pis bir işte kullanırken görmüşler !..
Busbecq'e göre Türkler, genellikle, hayvanlara iyi davranıyorlardı. Özellikle de yararlı kuşlara. Örneğin, çöpleri yiyerek kentlerin temizliğine katılan çaylaklara.. Bu nedenle, çaylaklar insandan korkmazdı. Bunlara evcil bile denebilirdi. Islık çalındığında alçalır, kendilerine atılan yiyecek parçalarını kaparlardı. Bu nedenle Busbecq, koyun kestirdiğinde çaylakları hayvanın iç organlarını yemeye çağırırdı. Birkaç dakika içinde büyük bir kuş sürüsü evin üzerinde daireler çizmeye başlar, sonra da bahçeye inerlerdi. Galeriyi ayakta tutan sütunlardan birisinin arkasına saklanan Busbecq, kimi kez birkaç kuş avlamayı becerirdi. Ancak Busbecq bu sporla yalnızca kapılar sıkıca kapandığında uğraşırdı. Yoksa bu, Türkleri kızdırabilirdi...
Türklerin kızmasının nedenini, hayvan ya da kuş eti yememeleri olarak açıklamıyor Busbecq. Türkler hayvanlara acı çektirmeye karşılarmış. Öyle ki kimi zaman ötücü kuşları bile, özgürlüklerini ellerinden almaya hakları olmadığına inanarak, kafese bile koymazlardı. Ancak, pek çok Türk de kafeste bülbül beslerdi. Busbecq, saka kuşlarının sokaktaki evlerden birinin penceresinden gösterilen madeni bir parayı almak için uzun mesafeler uçmaya eğitildiğine tanık olduğunu yazıyor. Parayı tutan bunu kuşa vermezse, kuş onun elinin üzerine tüner, eğer pencereden çekilirse kuş parayı almak için uğraşırdı. Kuş, ödülünü gagasına alır almaz kendisine zil çalan sahibine geri uçarmış. Parayı veren kuşa, ödül olarak biraz kenevir tohumu verilirmiş..
Elçinin ikametgahı yakınlarında bol yapraklı bir çınar ağacı varmış. Kimi kuş avcıları, kuş satıcıları ellerinde küçük kuşlar için yapılmış kafeslerle dururmuş. Yoldan geçenlerse biraz para vererek bu kuşları serbest bıraktırırlarmış. Kuşlarsa hemen çınar ağacının dallarına çıkar, tüylerini temizlemeye koyulurlarmış. Kendilerini kurtaranlar onların cıvıldamalarını duyduğunda birbirlerine dönüp, "kuşu dinle, bana iyi talihi için teşekkürlerini sunuyor" dermiş...
Wratıslaw, Türklerin hayvanlara karşı tutumları karşısında hayrete düşmüş. Türkler hayvanlara karşı çok iyi davranıyorlardı. İnanışlarına göre tüm canlı varlıkları beslemekle Tanrı'nın koruyuculuğunu kazanacaklardı. Wratıslaw, bunun alay edilmesi gereken barbarca bir boş inanç olduğuna inanıyor. Bir keresinde bir Rum sokak satıcısından küçük kuşlar satın alan bir Türk'e rastlamış. Adam kuşları teker teker serbest bırakmış. Bu arada da Tanrı ve Muhammed adına serbest bıraktığını belirten dualar okuyormuş. Bu dünyada ve öte dünyada bu eylemi için ödüllendirileceğine inanıyormuş...
"Köpeğe et !", "Kediye et !" diye bağıran adamlara rastlamak mümkündü. Kadın ya da erkek, zengin ya da fakir, herkes bunlardan yiyecek satın alıp sokaklarda gezen sayısız hayvanı besliyordu. Hayvanlar yemek saatlerini hiç kaçırmazlar ; köpekler yol üzerinde, kediler uygun bir duvar üzerinde, sabah ve akşamları belli noktalarda toplanırdı. Kimi Türk kadınlarının şiş ucunda et getirdikleri bile olurdu. Böylelikle kediler oturdukları yerden rahatça yemeklerini yiyebilirlerdi. İnsanlar kent üzerinde duran çaylaklar için de et getirirlerdi. Bunlar da yere inip yiyeceklerini kapıp götürürlerdi. Çaylaklar kutsal sayıldığından kimse bunları öldüremez ya da yaralayamazdı. Yaygın inanışa göre Muhammed, Mekke'nin merkezinde bir tapınak yapmaya başladığında inşaat malzemesi bulamamış, çaylaklar ona çok uzaklardan kum, taş ve kireç getirmişler ve tapınak bitene kadar peygambere sadakatle hizmet etmişler.... (2. BÖLÜMÜN SONU)
KPSS'DE HATALI OLAN 7 SORU
2011 KPSS 'de şimdide hatalı soru iddiaları başladı. İşte hatalı olduğu iddia edilen o sorular
İşte 7 Hatalı olduğu iddia edilen o sorular:
1- Türkçe nin 17. sorusunda 2 tane doğru yanıt var. Sorunun cevabı:”Düşüncelerini neden bizimle paylaşmıyorsun?”
"senin" ve "onun" olmak üzere iki şekilde bir anlam var ki bu yanlıştır. Kimin düşüncesi kendi düşüncelerini mi, onun düşüncelerini mi? Kimin düşüncesi belli olmayan bir cümlede anlatım bozukluğu vardır. Bu soru iptal edilmelidir.
2- Genel kültür tarih 17. soru: İstiklal Marşı sorusu. Bu sorunun cevabı olarak Milli Eğitim Bakanlığı verilmiş. Oysaki MEB 1923 yılında kurulmuş bir bakanlıktır. İstiklal Marşının yarışması olduğu zaman Maarif Vekâleti vardı. Her ne kadar bu bakanlıklar aynı görünse de akademik ölçütlere göre o günkü bakanlığın adı verilmeliydi. Böyle düşünerek yanlış yapan birçok aday vardır.
Bu soruya karşı çıkanlara şöyle derim o zaman neden “muhtesip” sorusunu soruyorsun. Senin mantığına göre “zabıta” olması lazımdı. Hâlbuki diğer sorulara da baktığımızda (sanayi-i nefise mektebi gibi) o dönemin adıyla yazılmış sorular var.
Bir testin kendi içinde tutarlı olması lazım. Ölçme ve değerlendirmeden oluşan bilirkişi heyeti bu soruyu iptal eder.
3- Genel kültür tarih 20. soru: Soruyu nerden tutarsanız tutun iptallik bir sorudur. Hem akademik olarak yanlış hem de Türk inkılâbına göre yanlış.
Soruda Türk inkılâbının Rus inkılâbından farkı soruluyor ve cevap olarak 1. öncül “belli bir ideolojiye bağlı olarak ortaya çıkma” deniliyor. (bununla Rusya’daki komünizm kastedilip Türk inkılâbının bir ideolojiye bağlı olmadığı kabul ediliyorsa o zaman 3. öncül olan “tek kişinin egemenliğine dayalı ülke idaresini değiştirme” Rusya ile ortak oluyor ki bu Türk inkılâbıyla tamamen çelişir. Soruyu diğer türlü anlasak o zaman Türk inkılâbı bir ideolojiye bağlıdır ve 2. öncüldeki başka uluslara örnek olmamıştır gibi bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu Türk inkılâbıyla çelişir.) Bu soru kesinlikle iptal edilmedir
4- Genel kültür tarih 27. soru: Bu soru da genel kültür 17. sorudaki nedenden dolayı iptal edilmelidir. Genelkurmay Başkanlığı 1955 yılında kurulmuştur.(kaynak Wikipedia) Hâlbuki İsmet İnönü zamanında bu isimle bir unvan yoktur. Bunun yerine “Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği” olmalıdır.
5- Genel kültür coğrafya 45.soru: Cevap olarak “dış satımda madenlerin ve endüstri ürünlerin payı artmıştır” deniliyor. Hâlbuki bu iki sektör dışında hizmet, orman vb. vardır. Yukarıdaki bilgilerden bu çıkarılamaz. Cevap e şıkkı olmalıdır. (ulusal gelir yükselmiştir.)
6-Eğitim Bilimleri 15. soru: Sorunun iki cevabı vardır. “Öğrencilerden ergen sorunlarıyla ilgili makaleler yazmaları istenir” ifadesi verilen metinle çelişir. Çünkü makale bireysel de yazılabilir. Burada bir organizasyon yoktur.
7- Eğitim Bilimleri 45. soru: Sorunun cevabı eşit aralıklı olmalıdır. Alkol düzeyi doğrudan değil bir göstergeyle (yedi adım testi) belirleniyor. Aynen zeka puanının bir testle ölçülmesi gibi.
Kentli insanın beyni farklı çalışıyor
Yeni bir araştırma, kentlerde yaşayanların beyninin kırsal yerlerde yaşayanlara göre farklı işlediğini gösterdi.
kaynak
Bilim adamlarının yaptıkları beyin taramalarına göre, beyinde duygu ve kaygıyı düzenleyen, tehlikeyi algılayan iki bölge, stres altındaki kentli insanda aşırı faal hale geliyor. Uzmanlar, bu farklılıkların ruh sağlığı bozukluklarının kentlerde daha sık görülmesini de açıklayabileceği görüşünde.
Önceki araştırmalar, kentlerde yaşayanlarda kaygı bozukluğu riskinin yüzde 21, duygu durum bozukluğu riskinin ise yüzde 39 oranında arttığını gösteriyordu. Buna ek olarak şizofreni vakalarının, kentlilerde ya da kentlerde büyümüş insanlarda ikiye katlandığı biliniyor.
Almanya'daki Heidelberg üniversitesinde yürütülen yeni araştırmaya kentler ve kırsal kesimlerden 50'yi aşkın sağlıklı denek katıldı. Deneyler, katılımcıların performansları konusunda kaygılanmaları üzerine tasarlandı.
Araştırmanın sonuçları, Nature dergisinde yayımlandı. Buna göre kentliler stres altındayken beynin ilgili bölgesi aşırı faaldi. Doktorlar, bunun beynin tehlikeyi algılayan bölümü olduğunu, bunun da anksiyete ve depresyonla doğrudan ilişkili olduğunu belirtiyor.
Guardian gazetesi, 2050 yılına gelindiğinde insanların yüzde 70'inin kentlerde yaşıyor olacağı yolunda tahminlere de yer veriyor.
kaynak
11 Temmuz 2011 Pazartesi
'Süper patates' 10 yıl sonra sofrada
Patatesin gen haritası çıkarıldı. En çok üretilen dördüncü gıda ürününün gen dizilimi de tamamlanınca 'süper patates'ler üretilebilecek.
Temel besin kaynaklarından patatesin genetik haritasının tamamının çıkarıldığı bildirildi.
Uluslararası ekibin çalışmasına katkıda bulunan James Hutton Enstitüsü araştırmacıları, genetik haritanın çıkarılmasının artık patatesin daha gelişmiş türlerinin üretilmesine imkan vereceğini belirtti.
Enstitünün başkanı Prof. Iain Gordon, patatesin genetik şifresinin çözülmesinin daha verimli, hastalıklara ve böceklere daha dirençli türlerin yetiştirilmesine imkan sağlayacağını söyledi.
Ancak araştırmanın henüz tamamlanmış sayılmayacağı, bitkinin genetik dizilimini analiz etmenin yıllar alacağı belirtildi. Araştırmacılar, sözkonusu özellikleri taşıyan bir türün yetiştirilmesinin 10 yıl alabileceğini belirtti. Patates dünyanın en çok üretilen dördüncü gıda ürünü.
61) BOŞ İNANÇLAR !.. (1.BÖLÜM)
Pedro, "Vıaje" adlı kitabında ; camilerin önündeki büyük meydanlarda bakla falı bakan kadınlardan söz eder. Hem Rumların, hem Türklerin fala ve kehanete çok inandıklarını belirtir. Lubenau'nun söylediğine göre Bayezid Camii yakınında bulunan Tahtakale'deki meydan yakınlarında çok sayıda falcı vardı. Bunlar, küçük kağıt parçacıklarının iliştirildiği madeni tekerlekler kullanıyorlardı. Tekerlek dönerken, döndürenin özelliklerini gösterdiği söyleniyordu. Kimi kahinler zar kullanırlardı. Kimisi de Arap astrologlardı. Bunlara akıl danışıldığında olayın gününü saat saat, dakika dakika araştırırlar ve ortaya çıkan şekilleri astronomik gereçlerle ölçer ve bir horoskop haritası çizerlerdi. Örneğin, soyulmuş biri ve savaşa giden bir adam kahine gelerek başına ne geleceğini ya da seferde şanslı olup olmayacağını sorardı. Kahinin dediği gibi hareket etmeye niyetli olsa bile sonuçta hep bildiğini okurdu. Çünkü her şeyin Tanrı yazgısı olduğuna inanılırdı..
Örneğin, 3. Murad, uğursuzluğa inandığı için çevresinde birçok müneccim, remmal, okuyucu ve şeyh vardı. Gördüğü rüyaları Halveti şeyhi Şüca'ya anlatarak ya da yazıp göndererek yorumlatırdı. Sarayındaki sultanların ve cariyelerin padişah iradesi üzerindeki etkileri falcı Raziye kadar olamıyordu.. Padişah, Raziye'yi saray falcılığına getirmişti. Bu kadının desteklediği bir bahçıvan da padişahın gözüne girmeyi başarmış, saray vaizliğine kadar yükselmişti. Bu sahtekar adam gökten İstanbul'daki bütün kiliselerin cami yapılması hakkında bir vahiy aldığını söyleyecek kadar ileri gitmişti. Etki altında kalan 3. Murad, kentte Müslümanların sayısının arttığını, ibadet edilecek yerlerin artık adam almayacak duruma geldiğini bahane ederek kiliseleri camiye çevirtmeye başlamıştı. Fakat Avrupa elçilerinin yalvarmaları, Rumlar ile Katoliklerin döktükleri paralar, bu kararın durdurulmasında etkili olmuştu...
4. Mehmed döneminde, 1649 yılında, iktidara ortak olma hevesinde ilginç bir tip vardı : Müneccimbaşı Hüseyin Efendi !... Kendisini "Vekil-i Kainat" gören, ahalinin, "vezirlerin müsteşarı, halkın maslahatgüzarı" saydığı bu zat, yıldız bilimine göre ve "tarik-i ta'miye" dediği yöntemle her şeye, örneğin İstanbul'a gelen elçilerle ilişkilere, patrik atanmasına dahi karışmak istiyordu. Kara Murad Paşa'nın vezir-i azam olmasında da etkin olmuştu. Şeyhülislamlıkta, kazaskerlikte gözü olanlar bile ona başvuruyordu.. İktidara getirdiği Kara Murad Paşa, akıl hastası bir kadının, "geceleri, içerisinde mumlar yandığını " söylediği Çukurbostan' ın duvarlarını bin bir güçlükle yıktırıp define aratacak kadar safdildi ama sonunda Hüseyin Efendi'nin, Kösem Sultan'ın, ulemanın, ocak ağalarının baskısına daha fazla dayanamadı ve "bir memlekette dört vezir-i azam olmaz" diyerek 5 Ağustos 1650'de istifa etti. Melek Ahmed Paşa'nın bir yıl süren vezir-i azamlığında, Hüseyin Efendi, İstinye'de saklandığı yalıdan kaçarken yakalanıp boğuldu...
Dernschwam'a göre Türkler masal ve hurafelerden çok hoşlanırlar. Avrat Pazarı'yla ilgili bir hurafe de şöyle : Bir zamanlar burada büyük bir kule vardır. Bir gün kimse bir şey yapmadığı halde, bu kuleden bir sürü dev yılan denize doğru fırlar ; arkalarında koskocaman dev bulutlar bırakarak hızla kaybolurlar. Üstelik bunları gören binlerce kişi çıkar !..
Betzek, Yılanlı Sütun üzerine bir söylence anlatıyor. Buna göre bu sütun bir başka yere yerleştirilmiş, yılan sürüleri belirmiş, sütun eski yerine konunca yılanlar yok olmuş...
Çemberlitaş yakınındaki Atik Ali Paşa Camii yanında, altı tane sepet vardı. Bunlar, St. John'un kitabında sözü edilen bir mucize olarak beş somun ekmekle dolan altı sepetin aynısıydı...
3. Murad döneminde İran'ın başında olan hükümdarlardan biri olan Şah Abbas'ın çok gelişmiş dehası bile
onu, çevresindeki hurafelerden ve batıl inançlardan korumaya yetmiyordu. Bir eliyle Özbek Türklerini, öteki eliyle Osmanlıları oyalarken ve açılan talihi İran'a en unutulmaz bir dönemi müjdelerken, yıldızların hareketini yorumlayan müneccimlerin sözleri, halk arasında İran'ın üzerinden felaketlerin kalkacağı, ama Şah'ın kaçınılmaz bir uğursuzluğa uğrayacağı inancını doğurdu. Belki batıl inançtan, belki de politika gereği olarak yazgısını değiştirmek amacıyla tahttan feragat etti ve kısa bir süre tahtı idama mahkum bir suçluya bıraktı. Bu zavallı kukla Şah üç gün süreyle kralların şatafatına, eğlencesine ve onuruna nail oldu. Dördüncü gün cellada teslim edildi. Böyle bir hile ile savuşturulan kehanet, milletin taht üzerindeki kötü inancını kökünden sarsıp yok ederken, asıl Şah'ın yerini sağlamlaştırıyordu !...
Gerlach, Türklerin kağıtlara Kur'an'dan sözler ve ayetler yazarak muskalar yaptıklarını yazıyor. Böylesi kağıtları boyunlarında taşırlarsa yüksek ateş, böcek ısırma ve sokmalarından korunacaklarına inanıyorlarmış. Ayrıca, Kur'an'dan belirli bir parça okununca onun bir ay içinde öleceğine de inanılırmış. Sultan bu tür etkinlikler için yüzün üzerinde adam kullanırmış...
Benzer bir biçimde, Türkler sahibi oldukları kölelerin ufak bir giysisini saklarlardı. Köle kaçarsa büyüyle onu geri getireceklerine inanırlardı. Kaçak köleyi geri getirmenin başka bir yolu da bir mektup yazıp onu eve asmaktı. Köle kaçmayı planladığında mektup sallanacak ve köle geri gelene kadar sallanmaya devam edecekti. Ya da köle sahibi iki ya da üç imamı çağırır, uzun bir ipe düğüm attırır ve her bir düğüm için dua okuturdu. Bu ipi dama koyarak esiri geri döndüreceklerine inanırlardı..
Gerlach başka batıl itikatlardan da söz ediyor. Kadınlar, Hıristiyan birini görmenin şans ve mutluluk getireceğine inanırlarmış.
Gelinin evlendiği gün kişniş, sütten yapılmış yiyecekler, yeşil ve ham elma, sirke ve gebe kalmayı önleyen şeyler yemesi yasaktı. Damat gelini zifaf odasına götürdüğünde gelin damadın ayaklarını yıkar, sonra evin dört bir köşesine Tanrı'nın rahmeti için su serperdi. Damat gelini yatağa götürdüğünde Kur'an'dan bir sure okumalıydı. Karısına her dokunuşundan önce Tanrı'ya dua etmeliydi.
Postel'e göre, Müslümanlar arasında evliliğe dair birçok batıl inanış vardı. Eğer erkek bir kadınla yatarken bir başkasını arzularsa doğacak çocuk sakat olurdu. Meyveli bir ağaç altında ana rahmine düşen çocuğun tepkileri zayıf olurdu. Koca, karısına isteği dışında sahip olursa doğacak çocuk huysuz olurdu. Ayın ilk gecesinde ya da on beşinde veya son gecesinde ana rahmine düşen çocuğunsa şeytanca eğilimleri olurdu...
Her sabah Türkler fal kitaplarını açarlar ve orada yazılanlara göre işlerini yürütürlerdi. Kötü bir şey yazılıysa ne kadar önemli olursa olsun işlerini ertelerlerdi. Gerlach'ın yazdığı diğer bir konu ise ; birçok Türk'ün, mart ayının ilk gününde cinlerin çocuk görünümüne girdiklerine inanmasıydı. Bunlar, doğmadan ölmüş çocukların ya da doğumdan hemen sonra günah işlemeden ölmüş çocukların hayaletleriydi. Bu nedenle yardımseverlerdi. Zarar vermezlerdi. Gerlach, iki bilgin üzerine duyduğu bir öyküyü aktarıyor.. Bunlardan biri cinlere inanırmış, öteki inanmazmış. İkisi de düşüncelerini kitaba döküyormuş. Birbirlerine kitaplarını gösterdiklerinde inanmayan şaşırmış, çünkü ikisinin kitaplarının içeriği neredeyse aynıymış. İnanan, her akşam cinlerin ötekinin gündüz yazdıklarını kendisine bildirdiklerini, böylece de doğaüstü varlıkların varoluşunun kanıtlandığını söylemiş..
İstanbul'da pek çok ayazma vardı. Bu ayazmalar birçok yarayı iyileştirirdi. İnsanlar minnettarlıklarını göstermek için ya oluğuna ya da civardaki ağaçlara bezler asardı. Gerlach, Galata'da içinde canlı balıklar olan kutsal bir çeşmeden bahseder. Bu tanım, İstanbul yakınındaki "Balıklı" diye anılan ayazmaya uyuyor. Türkler, Rumlar ve Ermeniler, bunun suyundan içen ya da suyuyla yıkanan yüksek ateşli herkesin iyileşeceğine inanırlardı. İbrahim adında bir yeniçeri Gerlach'a bu sudan içerek üç yıl boyunca çektiği yüksek ateşten kurtulduğunu, bir kadın da kızının iyileştiğini söylemiş. Pınarın başında bir Türk nöbetçi vardı. Su çekmek için iki akça alıyordu. Gerlach, balıkları görmemiş. Kendisine iki yanda bulunan kubbelerin altında oldukları ve bir oltayla tutulabilecekleri söylenmiş. Efsaneye göre İmparator Konstantin bu pınar başında yemek yemek ve dinlenmek için durmuş ve pınara kızarmış bir balık attığında balık canlanmış. Hem Türkler, hem de Hıristiyanlar arasında burayı 17 Nisan'da ziyaret etmek alışkanlık olmuştu. Eskiden burada şarap ikram edilirdi. Ancak bu, daha sonra tedirgin edici olaylara yol açtığı için yasaklandı.... (1. BÖLÜM SONU)
Örneğin, 3. Murad, uğursuzluğa inandığı için çevresinde birçok müneccim, remmal, okuyucu ve şeyh vardı. Gördüğü rüyaları Halveti şeyhi Şüca'ya anlatarak ya da yazıp göndererek yorumlatırdı. Sarayındaki sultanların ve cariyelerin padişah iradesi üzerindeki etkileri falcı Raziye kadar olamıyordu.. Padişah, Raziye'yi saray falcılığına getirmişti. Bu kadının desteklediği bir bahçıvan da padişahın gözüne girmeyi başarmış, saray vaizliğine kadar yükselmişti. Bu sahtekar adam gökten İstanbul'daki bütün kiliselerin cami yapılması hakkında bir vahiy aldığını söyleyecek kadar ileri gitmişti. Etki altında kalan 3. Murad, kentte Müslümanların sayısının arttığını, ibadet edilecek yerlerin artık adam almayacak duruma geldiğini bahane ederek kiliseleri camiye çevirtmeye başlamıştı. Fakat Avrupa elçilerinin yalvarmaları, Rumlar ile Katoliklerin döktükleri paralar, bu kararın durdurulmasında etkili olmuştu...
4. Mehmed döneminde, 1649 yılında, iktidara ortak olma hevesinde ilginç bir tip vardı : Müneccimbaşı Hüseyin Efendi !... Kendisini "Vekil-i Kainat" gören, ahalinin, "vezirlerin müsteşarı, halkın maslahatgüzarı" saydığı bu zat, yıldız bilimine göre ve "tarik-i ta'miye" dediği yöntemle her şeye, örneğin İstanbul'a gelen elçilerle ilişkilere, patrik atanmasına dahi karışmak istiyordu. Kara Murad Paşa'nın vezir-i azam olmasında da etkin olmuştu. Şeyhülislamlıkta, kazaskerlikte gözü olanlar bile ona başvuruyordu.. İktidara getirdiği Kara Murad Paşa, akıl hastası bir kadının, "geceleri, içerisinde mumlar yandığını " söylediği Çukurbostan' ın duvarlarını bin bir güçlükle yıktırıp define aratacak kadar safdildi ama sonunda Hüseyin Efendi'nin, Kösem Sultan'ın, ulemanın, ocak ağalarının baskısına daha fazla dayanamadı ve "bir memlekette dört vezir-i azam olmaz" diyerek 5 Ağustos 1650'de istifa etti. Melek Ahmed Paşa'nın bir yıl süren vezir-i azamlığında, Hüseyin Efendi, İstinye'de saklandığı yalıdan kaçarken yakalanıp boğuldu...
Dernschwam'a göre Türkler masal ve hurafelerden çok hoşlanırlar. Avrat Pazarı'yla ilgili bir hurafe de şöyle : Bir zamanlar burada büyük bir kule vardır. Bir gün kimse bir şey yapmadığı halde, bu kuleden bir sürü dev yılan denize doğru fırlar ; arkalarında koskocaman dev bulutlar bırakarak hızla kaybolurlar. Üstelik bunları gören binlerce kişi çıkar !..
Betzek, Yılanlı Sütun üzerine bir söylence anlatıyor. Buna göre bu sütun bir başka yere yerleştirilmiş, yılan sürüleri belirmiş, sütun eski yerine konunca yılanlar yok olmuş...
Çemberlitaş yakınındaki Atik Ali Paşa Camii yanında, altı tane sepet vardı. Bunlar, St. John'un kitabında sözü edilen bir mucize olarak beş somun ekmekle dolan altı sepetin aynısıydı...
3. Murad döneminde İran'ın başında olan hükümdarlardan biri olan Şah Abbas'ın çok gelişmiş dehası bile
onu, çevresindeki hurafelerden ve batıl inançlardan korumaya yetmiyordu. Bir eliyle Özbek Türklerini, öteki eliyle Osmanlıları oyalarken ve açılan talihi İran'a en unutulmaz bir dönemi müjdelerken, yıldızların hareketini yorumlayan müneccimlerin sözleri, halk arasında İran'ın üzerinden felaketlerin kalkacağı, ama Şah'ın kaçınılmaz bir uğursuzluğa uğrayacağı inancını doğurdu. Belki batıl inançtan, belki de politika gereği olarak yazgısını değiştirmek amacıyla tahttan feragat etti ve kısa bir süre tahtı idama mahkum bir suçluya bıraktı. Bu zavallı kukla Şah üç gün süreyle kralların şatafatına, eğlencesine ve onuruna nail oldu. Dördüncü gün cellada teslim edildi. Böyle bir hile ile savuşturulan kehanet, milletin taht üzerindeki kötü inancını kökünden sarsıp yok ederken, asıl Şah'ın yerini sağlamlaştırıyordu !...
Gerlach, Türklerin kağıtlara Kur'an'dan sözler ve ayetler yazarak muskalar yaptıklarını yazıyor. Böylesi kağıtları boyunlarında taşırlarsa yüksek ateş, böcek ısırma ve sokmalarından korunacaklarına inanıyorlarmış. Ayrıca, Kur'an'dan belirli bir parça okununca onun bir ay içinde öleceğine de inanılırmış. Sultan bu tür etkinlikler için yüzün üzerinde adam kullanırmış...
Benzer bir biçimde, Türkler sahibi oldukları kölelerin ufak bir giysisini saklarlardı. Köle kaçarsa büyüyle onu geri getireceklerine inanırlardı. Kaçak köleyi geri getirmenin başka bir yolu da bir mektup yazıp onu eve asmaktı. Köle kaçmayı planladığında mektup sallanacak ve köle geri gelene kadar sallanmaya devam edecekti. Ya da köle sahibi iki ya da üç imamı çağırır, uzun bir ipe düğüm attırır ve her bir düğüm için dua okuturdu. Bu ipi dama koyarak esiri geri döndüreceklerine inanırlardı..
Gerlach başka batıl itikatlardan da söz ediyor. Kadınlar, Hıristiyan birini görmenin şans ve mutluluk getireceğine inanırlarmış.
Gelinin evlendiği gün kişniş, sütten yapılmış yiyecekler, yeşil ve ham elma, sirke ve gebe kalmayı önleyen şeyler yemesi yasaktı. Damat gelini zifaf odasına götürdüğünde gelin damadın ayaklarını yıkar, sonra evin dört bir köşesine Tanrı'nın rahmeti için su serperdi. Damat gelini yatağa götürdüğünde Kur'an'dan bir sure okumalıydı. Karısına her dokunuşundan önce Tanrı'ya dua etmeliydi.
Postel'e göre, Müslümanlar arasında evliliğe dair birçok batıl inanış vardı. Eğer erkek bir kadınla yatarken bir başkasını arzularsa doğacak çocuk sakat olurdu. Meyveli bir ağaç altında ana rahmine düşen çocuğun tepkileri zayıf olurdu. Koca, karısına isteği dışında sahip olursa doğacak çocuk huysuz olurdu. Ayın ilk gecesinde ya da on beşinde veya son gecesinde ana rahmine düşen çocuğunsa şeytanca eğilimleri olurdu...
Her sabah Türkler fal kitaplarını açarlar ve orada yazılanlara göre işlerini yürütürlerdi. Kötü bir şey yazılıysa ne kadar önemli olursa olsun işlerini ertelerlerdi. Gerlach'ın yazdığı diğer bir konu ise ; birçok Türk'ün, mart ayının ilk gününde cinlerin çocuk görünümüne girdiklerine inanmasıydı. Bunlar, doğmadan ölmüş çocukların ya da doğumdan hemen sonra günah işlemeden ölmüş çocukların hayaletleriydi. Bu nedenle yardımseverlerdi. Zarar vermezlerdi. Gerlach, iki bilgin üzerine duyduğu bir öyküyü aktarıyor.. Bunlardan biri cinlere inanırmış, öteki inanmazmış. İkisi de düşüncelerini kitaba döküyormuş. Birbirlerine kitaplarını gösterdiklerinde inanmayan şaşırmış, çünkü ikisinin kitaplarının içeriği neredeyse aynıymış. İnanan, her akşam cinlerin ötekinin gündüz yazdıklarını kendisine bildirdiklerini, böylece de doğaüstü varlıkların varoluşunun kanıtlandığını söylemiş..
İstanbul'da pek çok ayazma vardı. Bu ayazmalar birçok yarayı iyileştirirdi. İnsanlar minnettarlıklarını göstermek için ya oluğuna ya da civardaki ağaçlara bezler asardı. Gerlach, Galata'da içinde canlı balıklar olan kutsal bir çeşmeden bahseder. Bu tanım, İstanbul yakınındaki "Balıklı" diye anılan ayazmaya uyuyor. Türkler, Rumlar ve Ermeniler, bunun suyundan içen ya da suyuyla yıkanan yüksek ateşli herkesin iyileşeceğine inanırlardı. İbrahim adında bir yeniçeri Gerlach'a bu sudan içerek üç yıl boyunca çektiği yüksek ateşten kurtulduğunu, bir kadın da kızının iyileştiğini söylemiş. Pınarın başında bir Türk nöbetçi vardı. Su çekmek için iki akça alıyordu. Gerlach, balıkları görmemiş. Kendisine iki yanda bulunan kubbelerin altında oldukları ve bir oltayla tutulabilecekleri söylenmiş. Efsaneye göre İmparator Konstantin bu pınar başında yemek yemek ve dinlenmek için durmuş ve pınara kızarmış bir balık attığında balık canlanmış. Hem Türkler, hem de Hıristiyanlar arasında burayı 17 Nisan'da ziyaret etmek alışkanlık olmuştu. Eskiden burada şarap ikram edilirdi. Ancak bu, daha sonra tedirgin edici olaylara yol açtığı için yasaklandı.... (1. BÖLÜM SONU)
Serinleyeyim derken zatürre olmayın
Akdeniz Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Mehtap Türkay, bilinçsiz klima kullanımının başta zatürre olmak üzere pek çok solunum yolu hastalığına neden olabileceğini bildirdi.
Yrd. Doç. Dr. Mehtap Türkay, yaptığı açıklamada, yaz aylarında klima kullanımındaki artışa dikkati çekerek, vatandaşları, klima konusunda tedbirli davranmaları için uyardı.
Türkay, ortamın havasız, klimanın bakımsız olması ve düşük ısılarda klima kullanımının, beraberinde bir çok hastalık getireceğini belirterek, klimanın neden olduğu solunum yolu enfeksiyonlarında belirtilerin ilk 12 saat içinde kendini gösterdiğini kaydetti.
Belirtiler arasında baş ağrısı, burun tıkanıklığı, kulak tıkanıklığı ve gözlerde yanma olduğunu anlatan Türkay, “Eğer klimayı bütün gün kullanıyorsak, en azından 1-2 saate bir odayı havalandırmak gereklidir. Çünkü klimalar, ortamda bulunan havayı sirküle ederek çalıştığı için, kirli havayı iç ünitenin içinden geçirerek tekrar bulunduğu ortama bırakır. Bu da ortamın sağlıksız olmasına neden olur” dedi.
Türkay, klimaların yıllık bakım ve temizliğinin yapılmasının önemine işaret ederek, şöyle konuştu:
“Klimalarda bakteri filtresi kullanılmalıdır. 25 derece civarı sıcaklık, en uygun ısı derecesidir. Ortamın aşırı soğutulmamasına dikkat edilmelidir. Klimaların üflediği havaya direkt maruz kalmamaya özen gösterilmelidir. Klimaları oldukça sık kullanmaya başladığımız şu günlerde, ateş, öksürük, halsizlik şikayeti olan kişiler, bu bulguların basit bir gribal enfeksiyon olmayıp, zatürre başlangıcı olabileceğini akıllarında bulundurmalı ve bir göğüs hastalıkları uzmanına başvurmalıdır.”
Yrd. Doç. Dr. Türkay, klimanın çok düşük ısılara ayarlanmasının yüz felcine bile neden olabileceğini kaydetti.
KLİMA SEÇİMİ VE PERİYODİK BAKIMI DA ÖNEMLİ
Makine Mühendisleri Odası (MMO) Antalya Şubesi Başkanı Hüseyin Barut da, yaptığı açıklamada, klimaların bakımı kadar hangi klimanın seçildiğinin de önemli olduğunu vurguladı.
Klimaların kurulacağı yerin mutlaka bir uzman tarafından tespit edilmesi gerektiğini kaydeden Barut, vatandaşlara, oda büyüklüklerine göre klima seçmelerini önerdi.
Özellikle enerji tasarrufu sağlayan A sınıfı cihazları seçmeleri tavsiyesinde bulunan Hüseyin Barut, “Cihazların enerji verimliklikleri sınıflarından anlaşılabilir. Düşük ses seviyesindeki cihazlar tercih edilmelidir. Filtreler, kolay çıkarılabilir özellikte olmalıdır” dedi
Klimanın bakımının önemine de işaret eden Barut, şöyle konuştu:
“Klimalar havayı sirküle ederek çalıştığı için, havayı iç üniteden geçirerek bulunduğu ortama geri verir. Böylelikle iç ünitelerde zamanla kirlilik oluşur. Filtrelerin yılda 2 defa, kış ve yaz mevsimi başlangıcında temizliğinin
yapılması gerekir. Ayrıca bu iklimlendirme sisteminin uygunluğu için, partikül
testi, mikroorganizma ölçümü, hava değişim sayıları, sıcak nem ayar ölçümü, gürültü ölçümü ve kanal sızdırma testi de yapılmalıdır.”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)