2 Temmuz 2011 Cumartesi

56) AŞK OLSUN !.. GEÇ OLMASIN !..

   Bu yaşta, sen kalk tarihin tozlu sayfalarından çık, aşk üzerine yaz !.. Annem bana sekiz aylık hamileyken üç saatten fazla uzunluğu olan "Rüzgar Gibi Geçti" filmini izlemiş !.. Hem de 1953 yılının klimasız sinema ortamında !. Ben daha anne karnında gün sayarken bunun eğitimini almışım !.. Hem yaşla ne ilgisi var ? Gençken yaşadığını yaşlandığında yazarsın, bu kadar basit !..
   Kalıtım, bizi biçimlendiren ortam ve ait olduğumuz sosyal sınıf... Bunlar, oyun başlamadan önce karıştırılıp dağıtılan kartlara benzer. Bu konuda hiçbir özgürlük yoktur. Dünya verir, sen de seçme hakkın olmadan verileni alırsın. Sorun, herkesin, eline geçen kağıtlarla ne yaptığıdır. Bazıları zayıf kağıtlarla harika oynarlar, bazıları da tam tersini yapar, ellerinde harika kağıtlar bile olsa her şeyi çarçur edip kaybederler.
   Bizim özgürlüğümüz de işte bununla, elimize gelen kağıtlarla nasıl oynadığımızla sınırlıdır. Ancak, iyi ya da kötü oynama özgürlüğü bile, kaderin bir cilvesi olarak, herkesin şansına, sabrına, zekasına, sezgilerine ve maceracılığına bağlıdır. Sonuç olarak tabii ki bunlar da oyun başlamadan bize dağıtılan ya da dağıtılmayan kartlardan ibarettir. Eğer öyleyse, o halde seçme özgürlüğümüzden geriye ne kalır ? ... Pek fazla bir şey değil.. Sonuçta belki de elimizde kalan yalnızca durumumuza gülme ya da hayıflanma oyunu oynama ya da vazgeçme, neyin ne olduğunu az çok anlamaya çalışmama özgürlüğüdür. Kısacası bu hayatı uyanık halde veya bir tür trans halinde yaşamak arasında bir tercih yapılabilir...
   Bu oyunda elimize dağıtılan kartlardan biri de "Sevgi" kartıdır...
   İnsanların büyük çoğunluğu sevme sorununu, "sevmek"ten, kişinin kendi sevme becerisinden çok, "sevilme sorunu" olarak görür. Bu yüzden onlar için önemli olan nasıl sevilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir. Bu amaca ulaşmak için çeşitli yollara başvururlar. Özellikle erkeklerin tercih ettiği yollardan biri, başarılı olmak, yaşadığı toplum içinde büyük ölçüde güç ve para elde etmektir..
   Kadınlar söylenmemiş sözler söyleyen, kurulmamış cümleler kuran erkekleri severler. Erkekler ise birlikte olmak için hayatlarına farklı şeyler katacak kadınları seçer..
   Erkek, düşlerinde yarattığı kadına rastladığında hazırlıksız yakalanırsa mahvolur. Ona layık olmak için, o daha ortalarda yokken, çalışmaya başlar. Hayat karmaşası içinde donanımlarının gerçek nedenini bilinç altının derinliklerinde yitiren erkek, daha çok kazanma, daha fazla güç sahibi olma hırsıyla dolar. Bu çabasının nedeni zamanla silinir, unutulur. Erkek, asıl amacını artık unutmuştur !.. Yarışın en güçlüsü, en yakışıklısı, en beğenileni, en zengini, en ünlüsü olarak ahmakça bir keyif çatma duygusuyla döner evine.. "O" kadını aradığını, dolayısı ile ne aradığını unutmuş olmanın verdiği sersemlik içinde uyur.. Bu, doğal olarak kadınlar için de öteki uçta başlayan bir yarıştır.. Beyaz atlı prense rastladıklarında tek seçenek olma yarışı, güzellik ve beğenilme arzusu.. Onlar da uyur...
   Ertesi sabah, yeni bir yarış başlar. En uygun olanı bulma amacı içgüdüsel olarak sürdürülebilen, rayından sapmış, günahkar bir yarış...
   Aristotales, "Kim başka insanlara ihtiyaç duymuyorsa ; ya bir ilah ya da hayvan olmalı !" demiş..
   Biz aslında yarım yaratıklarız . Aşk isteği ise tamamlanmaya duyduğumuz dinmez susuzluk... Aşk için ; kişinin kendini tamamlayabilme umudu da denebilir. Aşk ; hem bir rastlantı  hem bir seçimdir. Ötekinde kendimizi bulmak isteriz...
   Günümüzde ne yazık ki aşık olma duygusu, kişilerin birbirlerine verebilecekleri şeylere bağlı olarak gelişiyor. İki kişi, böylece kendi satın alma güçlerine göre pazardaki en iyi nesneyi bulduklarına inandıkları an, birbirlerine aşık oluyorlar !..
   Birbirlerine aslında yabancı olan iki kişinin aralarındaki duvar birden yıkılır, birbirlerine karşı yakınlık duyar, bir olurlarsa ; bu birleşme anı yaşamın en baş döndürücü, en heyecan dolu anlarından biri olur. Bu inanılması güç yakınlaşma cinsel birleşmeyle daha da kolaylaşır. Ünlü Hindli ozan Rabindranath Tagore'un dizelerinde bahsettiği gibi ;
 "Biz nasıl da yabancıydık düşlerimizde
  Uyandık
  Tanış olduk..."

   İki kişi birbirini daha iyi tanıdıkça, yakınlıkları  inanılmazlığını gitgide yitirir. Sonunda umut kırıklığı, birbirinden bıkma duygusu başlangıçtaki coşkudan arta kalan her şeyi alır götürür. Oysa başlangıçta bütün bunlar hiç bilinmez ; aslında o coşkun tutku, birbiri için "deli olma", sevginin büyüklüğüne kanıt sanılır ; bu olsa olsa o kişilerin daha önce içinde bulundukları yalnızlık duygusunun büyüklüğüne kanıttır.
   Yine Tagore'dan birkaç dize ;

   "Karanlıktayım ; utanıyorum, görmezlikten gel beni
    Görmezlikten gel beni n'olur, utanıyorum
    Sana evime gel demiyorum,
    Benim uçsuz bucaksız yalnızlığıma gel..."

   İnsan benim gibi ellili yıllarında iken ; içinden inanmadığı halde çevresindekilerin kendisine yakıştırdığı davranışların rolüne bürünüyor önce.. Daha bir ağırbaşlı durmak rolü, daha bir gençlerin dünyasının dışında kalmış görünmek rolü, daha bir olur olmaz şeylere gülmemek  ve daha bir kadınlara kızlara fazla bakmamak rolü...
   Başlangıçta ister istemez girdiğin bu rol, sonra yavaş yavaş gerçek kişiliğin olup çıkıveriyor. Ve orta yaş rolünden çıkıp orta yaşın kendisine geçiveriyorsun. "Oğlum, evladım", "artık bizden geçiyor" , "biz bu saçları değirmende ağartmadık" türünden sözler sıklaşmaya başlıyor konuşmalarında... Ama azıcık da bekliyorsun hani : "Daha dur bakalım canım !" desinler diye.. Bazen diyorlar da ; ama hissediyorsun ki seyrekleşen ve kuru bir nezaket olmaya başlayan bir itiraz bu... Gönül otuz beşin penceresinden baksa da dışarıya, sen gönlünün bakışını çaktırmamak için verilen rolü yükleniyorsun efendice !..
   Sonra da ; ya altmış yedi yaşında aşık olan Aziz Nesin gibi ;

"Ya zamanından çok önce gelirim
  Dünyaya geldiğim gibi
  Ya zamanından çok geç
  Seni bu yaşta sevdiğim gibi

  Mutluluğa hep geç kalırım
  Hep erken giderim mutsuzluğa
  Ya her şey bitmiştir çoktan
  Ya hiçbir şey başlamamış

   Öyle bir zamanına geldim ki yaşamın
   Ölüme erken aşka geç
   Yine gecikmişim bağışla sevgilim
   Aşka on kala, ölüme beş..."

 ya da ;

"Söz verdiğimiz yerde buluştuk
 Söz verdiğimiz zamanda değil
 Ben yirmi yedi yıl erken bekledim
 Sen geldin yirmi yıl geç
 Ben seni beklemekten yaşlıyım
 Sense beklettiğin için genç.."

 şiirlerini yazar ya da Can Yücel gibi de karşılayabilirsin yaşlılığı ;

"Ölüm bir sarmaşık
 Gövdemi sarmalıyor
 Üst dallara tırmanıyor usum
 Uslan ey dil, uslan artık
 İhtiyar olmaktasın
 Şarkısını mırıldanarak
 Usul
 Usul.."
 
   Önce, bir an gelir, son bir resim çektirirsin sanki.. Sonra, yaşadığın günler, o resmin sayısız kopyasından farksız olur..Veda anı yaklaştıkça giderek daha hızlı hareket eder zaman, bilinen kıpırtıları yetmez de koşmaya başlar sanki.. Ama aynaya baktığında ve gençliğini geri dönüşü olmayan bir yolculuğa uğurlamış yapışkan kırışıklıkların arasında, herhangi bir pişmanlığın gölgesinden ziyade "özlem" görebiliyorsan, daha yaşanacak çok şeylerin var demektir !

Yine Tagore'dan bir sevdiğim dize daha ;
"Ey güzellik !
 Aşkta gör kendini
 Aynanın övgüsünü bırak !.."

Aşkınız bol olsun !...

                                                                                     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder