11 Temmuz 2011 Pazartesi

61) BOŞ İNANÇLAR !.. (1.BÖLÜM)

   Pedro, "Vıaje" adlı kitabında ; camilerin önündeki büyük meydanlarda bakla falı bakan kadınlardan söz eder. Hem Rumların, hem Türklerin fala ve kehanete çok inandıklarını belirtir. Lubenau'nun söylediğine göre Bayezid Camii yakınında bulunan Tahtakale'deki meydan yakınlarında çok sayıda falcı vardı. Bunlar, küçük kağıt parçacıklarının iliştirildiği madeni tekerlekler kullanıyorlardı. Tekerlek dönerken, döndürenin özelliklerini gösterdiği söyleniyordu. Kimi kahinler zar kullanırlardı. Kimisi de Arap astrologlardı. Bunlara akıl danışıldığında olayın gününü saat saat, dakika dakika araştırırlar ve ortaya çıkan şekilleri astronomik gereçlerle ölçer ve bir horoskop haritası çizerlerdi. Örneğin, soyulmuş biri ve savaşa giden bir adam kahine gelerek başına ne geleceğini ya da seferde şanslı olup olmayacağını sorardı. Kahinin dediği gibi hareket etmeye niyetli olsa bile sonuçta hep bildiğini okurdu. Çünkü her şeyin Tanrı yazgısı olduğuna inanılırdı..
   Örneğin, 3. Murad, uğursuzluğa inandığı için çevresinde birçok müneccim, remmal, okuyucu ve şeyh vardı.  Gördüğü rüyaları Halveti şeyhi Şüca'ya anlatarak ya da yazıp göndererek yorumlatırdı. Sarayındaki sultanların ve cariyelerin padişah iradesi üzerindeki etkileri falcı Raziye kadar olamıyordu.. Padişah, Raziye'yi saray falcılığına getirmişti. Bu kadının desteklediği bir bahçıvan da padişahın gözüne girmeyi başarmış, saray vaizliğine kadar yükselmişti. Bu sahtekar adam gökten İstanbul'daki bütün kiliselerin cami yapılması hakkında bir vahiy aldığını söyleyecek kadar ileri gitmişti. Etki altında kalan 3. Murad, kentte Müslümanların sayısının arttığını, ibadet edilecek yerlerin artık adam almayacak duruma geldiğini bahane ederek kiliseleri camiye çevirtmeye başlamıştı. Fakat Avrupa elçilerinin yalvarmaları, Rumlar ile Katoliklerin döktükleri paralar, bu kararın durdurulmasında etkili olmuştu...
   4. Mehmed döneminde, 1649 yılında, iktidara ortak olma hevesinde ilginç bir tip vardı : Müneccimbaşı Hüseyin Efendi !... Kendisini "Vekil-i Kainat" gören, ahalinin, "vezirlerin müsteşarı, halkın maslahatgüzarı" saydığı bu zat, yıldız bilimine göre ve "tarik-i ta'miye" dediği yöntemle her şeye, örneğin İstanbul'a gelen elçilerle ilişkilere, patrik atanmasına dahi karışmak istiyordu. Kara Murad Paşa'nın vezir-i azam olmasında da etkin olmuştu. Şeyhülislamlıkta, kazaskerlikte gözü olanlar bile ona başvuruyordu.. İktidara getirdiği Kara Murad Paşa, akıl hastası bir kadının, "geceleri, içerisinde mumlar yandığını " söylediği Çukurbostan' ın duvarlarını bin bir güçlükle yıktırıp define aratacak kadar safdildi ama sonunda Hüseyin Efendi'nin, Kösem Sultan'ın, ulemanın, ocak ağalarının baskısına daha fazla dayanamadı ve "bir memlekette dört vezir-i azam olmaz" diyerek 5 Ağustos 1650'de istifa etti. Melek Ahmed Paşa'nın bir yıl süren vezir-i azamlığında, Hüseyin Efendi, İstinye'de saklandığı yalıdan kaçarken yakalanıp boğuldu...

   Dernschwam'a göre Türkler masal ve hurafelerden çok hoşlanırlar. Avrat Pazarı'yla ilgili bir hurafe de şöyle : Bir zamanlar burada büyük bir kule vardır. Bir gün kimse bir şey yapmadığı halde, bu kuleden bir sürü dev yılan denize doğru fırlar ; arkalarında koskocaman dev bulutlar bırakarak hızla kaybolurlar. Üstelik bunları gören binlerce kişi çıkar !..
   Betzek, Yılanlı Sütun üzerine bir söylence anlatıyor. Buna göre bu sütun bir başka yere yerleştirilmiş, yılan sürüleri belirmiş, sütun eski yerine konunca yılanlar yok olmuş...
   Çemberlitaş yakınındaki Atik Ali Paşa Camii yanında, altı tane sepet vardı. Bunlar, St. John'un kitabında sözü edilen bir mucize olarak beş somun ekmekle dolan altı sepetin aynısıydı...
   3. Murad döneminde İran'ın başında olan hükümdarlardan biri olan Şah Abbas'ın çok gelişmiş dehası bile
onu, çevresindeki hurafelerden ve batıl inançlardan korumaya yetmiyordu. Bir eliyle Özbek Türklerini, öteki eliyle Osmanlıları oyalarken ve açılan talihi İran'a en unutulmaz bir dönemi müjdelerken, yıldızların hareketini yorumlayan müneccimlerin sözleri, halk arasında İran'ın üzerinden felaketlerin kalkacağı, ama Şah'ın kaçınılmaz bir uğursuzluğa uğrayacağı inancını doğurdu. Belki batıl inançtan, belki de politika gereği olarak yazgısını değiştirmek amacıyla tahttan feragat etti ve kısa bir süre tahtı idama mahkum bir suçluya bıraktı. Bu zavallı kukla Şah üç gün süreyle kralların şatafatına, eğlencesine ve onuruna nail oldu. Dördüncü gün cellada teslim edildi. Böyle bir hile ile savuşturulan kehanet, milletin taht üzerindeki kötü inancını kökünden sarsıp yok ederken, asıl Şah'ın yerini sağlamlaştırıyordu !...
 
   Gerlach, Türklerin kağıtlara Kur'an'dan sözler ve ayetler yazarak muskalar yaptıklarını yazıyor. Böylesi kağıtları boyunlarında taşırlarsa yüksek ateş, böcek ısırma ve sokmalarından korunacaklarına inanıyorlarmış. Ayrıca, Kur'an'dan belirli bir parça okununca onun bir ay içinde öleceğine de inanılırmış. Sultan bu tür etkinlikler için yüzün üzerinde adam kullanırmış...
   Benzer bir biçimde, Türkler sahibi oldukları kölelerin ufak bir giysisini saklarlardı. Köle kaçarsa büyüyle onu geri getireceklerine inanırlardı. Kaçak köleyi geri getirmenin başka bir yolu da bir mektup yazıp onu eve asmaktı. Köle kaçmayı planladığında mektup sallanacak ve köle geri gelene kadar sallanmaya devam edecekti. Ya da köle sahibi iki ya da üç imamı çağırır, uzun bir ipe düğüm attırır ve her bir düğüm için dua okuturdu. Bu ipi dama koyarak esiri geri döndüreceklerine inanırlardı..
   Gerlach başka batıl itikatlardan da söz ediyor. Kadınlar, Hıristiyan birini görmenin şans ve mutluluk getireceğine inanırlarmış.
   Gelinin evlendiği gün kişniş, sütten yapılmış yiyecekler, yeşil ve ham elma, sirke ve gebe kalmayı önleyen şeyler yemesi yasaktı. Damat gelini zifaf odasına götürdüğünde gelin damadın ayaklarını yıkar, sonra evin dört bir köşesine Tanrı'nın rahmeti için su serperdi. Damat gelini yatağa götürdüğünde Kur'an'dan bir sure okumalıydı. Karısına her dokunuşundan önce Tanrı'ya dua etmeliydi.
   Postel'e göre, Müslümanlar arasında evliliğe dair birçok batıl inanış vardı. Eğer erkek bir kadınla yatarken bir başkasını arzularsa doğacak çocuk sakat olurdu. Meyveli bir ağaç altında ana rahmine düşen çocuğun tepkileri zayıf olurdu. Koca, karısına isteği dışında sahip olursa doğacak çocuk huysuz olurdu. Ayın ilk gecesinde ya da on beşinde veya son gecesinde ana rahmine düşen çocuğunsa şeytanca eğilimleri olurdu...
   Her sabah Türkler fal kitaplarını açarlar ve orada yazılanlara göre işlerini yürütürlerdi. Kötü bir şey yazılıysa ne kadar önemli olursa olsun işlerini ertelerlerdi. Gerlach'ın yazdığı diğer bir konu ise ; birçok Türk'ün, mart ayının ilk gününde cinlerin çocuk görünümüne girdiklerine inanmasıydı. Bunlar, doğmadan ölmüş çocukların ya da doğumdan hemen sonra günah işlemeden ölmüş çocukların hayaletleriydi. Bu nedenle yardımseverlerdi. Zarar vermezlerdi. Gerlach, iki bilgin üzerine duyduğu bir öyküyü aktarıyor.. Bunlardan biri cinlere inanırmış, öteki inanmazmış. İkisi de düşüncelerini kitaba döküyormuş. Birbirlerine kitaplarını gösterdiklerinde inanmayan şaşırmış, çünkü ikisinin kitaplarının içeriği neredeyse aynıymış. İnanan, her akşam cinlerin ötekinin gündüz yazdıklarını kendisine bildirdiklerini, böylece de doğaüstü varlıkların varoluşunun kanıtlandığını söylemiş..
   İstanbul'da pek çok ayazma vardı. Bu ayazmalar birçok yarayı iyileştirirdi. İnsanlar minnettarlıklarını göstermek için ya oluğuna ya da civardaki ağaçlara bezler asardı. Gerlach, Galata'da içinde canlı balıklar olan kutsal bir çeşmeden bahseder. Bu tanım, İstanbul yakınındaki "Balıklı" diye anılan ayazmaya uyuyor. Türkler, Rumlar ve Ermeniler, bunun suyundan içen ya da suyuyla yıkanan yüksek ateşli herkesin iyileşeceğine inanırlardı. İbrahim adında bir yeniçeri Gerlach'a bu sudan içerek üç yıl boyunca çektiği yüksek ateşten kurtulduğunu, bir kadın da kızının iyileştiğini söylemiş. Pınarın başında bir Türk nöbetçi vardı. Su çekmek için iki akça alıyordu. Gerlach, balıkları görmemiş. Kendisine iki yanda bulunan kubbelerin altında oldukları ve bir oltayla tutulabilecekleri söylenmiş. Efsaneye göre İmparator Konstantin bu pınar başında yemek yemek ve dinlenmek için durmuş ve pınara kızarmış bir balık attığında balık canlanmış. Hem Türkler, hem de Hıristiyanlar arasında burayı 17 Nisan'da ziyaret etmek alışkanlık olmuştu. Eskiden burada şarap ikram edilirdi. Ancak bu, daha sonra tedirgin edici olaylara yol açtığı için yasaklandı.... (1. BÖLÜM SONU)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder