"Viaje"nin yazarı Pedro, Sinan Paşa'nın sarayında doktorken, Sinan Paşa hastalanır. Ne Pedro ne de başka doktorlar Sinan Paşa'yı iyileştiremezler. Paşa gittikçe kötüleşir. Üfürükçüler, büyücüler ortaya çıkarlar ve hasta adamı dua ve kurbanlarla birkaç gün içinde iyileştirebileceklerini ileri sürerler. Paşanın hastalığı su toplamasıydı. Durumu değişiyordu. Bazen iyiye gidiyordu, bazen kötüye..Pedro'nun artık diğer doktorlarla arası düzelmişti. Ancak bu kez de paşanın hastalığını birkaç gün içinde dua ve adaklarla, kurbanlarla iyileştirebileceklerini iddia eden üfürükçüler çıkmıştı ortaya. Bu şarlatanlar paşaya 7.000 duka altınına mal olmuşlardı !..
Bahçede çadırlar kurdular. Kimileri bütün gece ağlıyor, kimileri aşık kemikleri atıyor, kimileri büyülü işaretler ve muska yazıyor, kimileri de su dolu bir tasa kağıt parçacıkları koyup paşanın içmesini istiyordu. Bunların eşyaları arasında bir Yahudi tabutundan çiviler, bir Müslüman tabutunun tutamağı, bir Hıristiyan tabutundan bir odun parçası ve ufak tefek ıvır zıvır vardı. Bu sahte hekimler arasında bir de çok tanınmış bir kadın üfürükçü bulunuyordu. Bu kadın, paşanın önce siyah bir keçiye bakmasını,daha sonra kimi sözler söyleyerek ve kimi işaretler yaparak dişi bir eşeğin altından geçmesini tavsiye etti. İri yarı olduğu için zor da olsa paşa denilenleri yaptı. Daha sonra, kadın, paşaya, insanın bağırsaklarını da sökecek kadar kuvvetli bir müshil verdi. Sonra, dört koyun ve bir pala getirilmesini istedi. Gözlerini gökyüzüne çevirip bazı dualar okudu. Daha sonra kasaba dönüp koyunların başlarını pala ile kesmesini istedi. Koyunların başsız bedenlerini dışarıda beklemekte olan kızına yolladı. Kadın, en son olarak da kurbanların kanının aktığı yerde, bir ekmek fırını yapılmasını emretti. Bir gün bir gece içinde istediği yerine getirildi. Kadın, paşaya, dokuz gün boyunca siyah keçiye bakmakla başlayan ve bu fırından ekmek yemekle son bulan bu ritüeli gerçekleştirdiğinde iyileşeceğini anlattı. Ancak bu arada paşanın kisti büyüdü, acısı arttı ve yüzünün rengi sarardı...
Dernschwam'a göre ; Türklerde başta su, sonra da kağıt, neredeyse kutsal sayılırdı. Kutsal kitapları kağıda yazıldığından, kağıdın onların gözünde ayrı bir saygınlığı vardı. Bu yüzden yerde atılmış boş, ya da yazılı bir kağıt görürlerse hemen kaldırır, temiz bir yere koyarlardı...
Busbecq, sık sık taş duvarlardaki çatlaklar arasında sıkıştırılmış kağıt parçacıklarına rastladığını yazıyor. Merakından bu kağıtlardan kimisine bakmış ve tercüme ettirmiş. Ancak ne yazılanlar saklamaya değermiş ne de Türkler açıklamaya kalkışmışlar. Yine de daha sonra öğrenmiş ki, Türklerin küçücük bir kağıt parçasına bile, üzerinde Allah'ın adı yazılı olabilir diye, saygısı varmış.. Bu yüzden yerde bir kağıt parçası bulduklarında üzerine basılmasın diye hemen bir çatlağa sokuverirlermiş !.. İnançlarına göre, Kıyamet Gününde Muhammed, müminleri günahlarından dolayı cezalandırıldıkları Araf'tan Cennete çağırdığında, sonsuz mutluluğa ulaşmak için yalınayak korlaşmış ateşin üzerinden geçmek zorundaydılar. İşte o zaman üzerine basılmayı önlemiş oldukları tüm kağıtlar ayaklarının altına yapışacak ve cennet yolundayken acılarını hafifletecektir. Kağıda gösterilen bu saygı Busbecq'in rehberlerinin, hizmetkarlarını ağır suçlamalarına yol açmış. Çünkü rehberler onları kağıdı pis bir işte kullanırken görmüşler !..
Busbecq'e göre Türkler, genellikle, hayvanlara iyi davranıyorlardı. Özellikle de yararlı kuşlara. Örneğin, çöpleri yiyerek kentlerin temizliğine katılan çaylaklara.. Bu nedenle, çaylaklar insandan korkmazdı. Bunlara evcil bile denebilirdi. Islık çalındığında alçalır, kendilerine atılan yiyecek parçalarını kaparlardı. Bu nedenle Busbecq, koyun kestirdiğinde çaylakları hayvanın iç organlarını yemeye çağırırdı. Birkaç dakika içinde büyük bir kuş sürüsü evin üzerinde daireler çizmeye başlar, sonra da bahçeye inerlerdi. Galeriyi ayakta tutan sütunlardan birisinin arkasına saklanan Busbecq, kimi kez birkaç kuş avlamayı becerirdi. Ancak Busbecq bu sporla yalnızca kapılar sıkıca kapandığında uğraşırdı. Yoksa bu, Türkleri kızdırabilirdi...
Türklerin kızmasının nedenini, hayvan ya da kuş eti yememeleri olarak açıklamıyor Busbecq. Türkler hayvanlara acı çektirmeye karşılarmış. Öyle ki kimi zaman ötücü kuşları bile, özgürlüklerini ellerinden almaya hakları olmadığına inanarak, kafese bile koymazlardı. Ancak, pek çok Türk de kafeste bülbül beslerdi. Busbecq, saka kuşlarının sokaktaki evlerden birinin penceresinden gösterilen madeni bir parayı almak için uzun mesafeler uçmaya eğitildiğine tanık olduğunu yazıyor. Parayı tutan bunu kuşa vermezse, kuş onun elinin üzerine tüner, eğer pencereden çekilirse kuş parayı almak için uğraşırdı. Kuş, ödülünü gagasına alır almaz kendisine zil çalan sahibine geri uçarmış. Parayı veren kuşa, ödül olarak biraz kenevir tohumu verilirmiş..
Elçinin ikametgahı yakınlarında bol yapraklı bir çınar ağacı varmış. Kimi kuş avcıları, kuş satıcıları ellerinde küçük kuşlar için yapılmış kafeslerle dururmuş. Yoldan geçenlerse biraz para vererek bu kuşları serbest bıraktırırlarmış. Kuşlarsa hemen çınar ağacının dallarına çıkar, tüylerini temizlemeye koyulurlarmış. Kendilerini kurtaranlar onların cıvıldamalarını duyduğunda birbirlerine dönüp, "kuşu dinle, bana iyi talihi için teşekkürlerini sunuyor" dermiş...
Wratıslaw, Türklerin hayvanlara karşı tutumları karşısında hayrete düşmüş. Türkler hayvanlara karşı çok iyi davranıyorlardı. İnanışlarına göre tüm canlı varlıkları beslemekle Tanrı'nın koruyuculuğunu kazanacaklardı. Wratıslaw, bunun alay edilmesi gereken barbarca bir boş inanç olduğuna inanıyor. Bir keresinde bir Rum sokak satıcısından küçük kuşlar satın alan bir Türk'e rastlamış. Adam kuşları teker teker serbest bırakmış. Bu arada da Tanrı ve Muhammed adına serbest bıraktığını belirten dualar okuyormuş. Bu dünyada ve öte dünyada bu eylemi için ödüllendirileceğine inanıyormuş...
"Köpeğe et !", "Kediye et !" diye bağıran adamlara rastlamak mümkündü. Kadın ya da erkek, zengin ya da fakir, herkes bunlardan yiyecek satın alıp sokaklarda gezen sayısız hayvanı besliyordu. Hayvanlar yemek saatlerini hiç kaçırmazlar ; köpekler yol üzerinde, kediler uygun bir duvar üzerinde, sabah ve akşamları belli noktalarda toplanırdı. Kimi Türk kadınlarının şiş ucunda et getirdikleri bile olurdu. Böylelikle kediler oturdukları yerden rahatça yemeklerini yiyebilirlerdi. İnsanlar kent üzerinde duran çaylaklar için de et getirirlerdi. Bunlar da yere inip yiyeceklerini kapıp götürürlerdi. Çaylaklar kutsal sayıldığından kimse bunları öldüremez ya da yaralayamazdı. Yaygın inanışa göre Muhammed, Mekke'nin merkezinde bir tapınak yapmaya başladığında inşaat malzemesi bulamamış, çaylaklar ona çok uzaklardan kum, taş ve kireç getirmişler ve tapınak bitene kadar peygambere sadakatle hizmet etmişler.... (2. BÖLÜMÜN SONU)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder