Çanakkale'de eşsiz kahramanlıklar sergileyen dervişlerin başında İstanbul İsmet Efendi Tekkesi ve şeyhi Ahıskalı Ali Haydar Efendi'nin dervişleri gelmiştir. Beraberinde pek çok müridi olduğu halde savaşa katılan Ali Haydar Efendi¸ uzun süre cephede görev yapmış¸ askerlerin moral ve maneviyatının yükselmesinde büyük katkıları olmuştur. Hatta savaşın ‘manevî komutanı' olarak nitelendirilecek ölçüde emsalsiz bir vazife üstlenmiştir. Buna dair; kabri Afyon'a bağlı Başmakçı İlçesi'nde bulunan merhum Kadiri Şeyhi Hacı İbrahim Efendi'nin naklettiği şu hatıra mühimdir
Çanakkale Savaşı esnasında aziz vatanımızın hemen her bölgesindeki şeyhler¸ müderrisler¸ âlimler de tekke¸ zaviye ve medreselerini kapatıp cepheye koşmuşlardır. Ulema sınıfının temsilcisi seçkin din adamları¸ dersi ve tedrisatı yarıda kesip dervişleriyle birlikte fiilî mücadeleye atılmışlar ve pek çok muharebede ateş hattında büyük bir mücahede ortaya koymuşlardır.
Manevî Komutan: Ahıskalı Ali Haydar Efendi
Çanakkale'de eşsiz kahramanlıklar sergileyen dervişlerin başında İstanbul İsmet Efendi Tekkesi ve şeyhi Ahıskalı Ali Haydar Efendi'nin dervişleri gelmiştir. Beraberinde pek çok müridi olduğu halde savaşa katılan Ali Haydar Efendi¸ uzun süre cephede görev yapmış¸ askerlerin moral ve maneviyatının yükselmesinde büyük katkıları olmuştur. Hatta savaşın ‘manevî komutanı' olarak nitelendirilecek ölçüde emsalsiz bir vazife üstlenmiştir. Buna dair; kabri Afyon'a bağlı Başmakçı İlçesi'nde bulunan merhum Kadiri Şeyhi Hacı İbrahim Efendi'nin naklettiği şu hatıra mühimdir:
"Harbin en şiddetli günlerinden biriydi. Böyle bir günün sonrasında siperde zikirle meşgulüm. Allah'ın (c.c.) güzel isimlerinden ‘Hayy' esmasındayım. Hayy esması¸ Hayy Hayy Allah diye çekilir. Kalbime birden geldi ki¸ ‘Bu ordunun komutanı belli¸ ama manevî mücahitlerin¸ şühedanın komutanı kim?' diye düşündüm. Tüm zikir süresince bu hal devam etti. İşte¸ bu merak ve hayret içerisinde ben de¸ bu mücahitlerin serdarını merak edip duruyordum. Bir gece¸ mana âleminde¸ muazzam bir ordu gördüm. Ordunun komutanı bir beyaz atın üzerindeydi. Komutanda öyle bir heybet vardı ki¸ gözlerinden çıkan ışıklar ile gözlerim kamaşmıştı. O sırada şeyhimi gördüm. Efendi Hazretleri atın üzerindeki ordu komutanını göstererek şöyle buyurdu: ‘İşte¸ merak ettiğin Çanakkale'nin manevî mücahitleri¸ işte bu da Çanakkale'nin manevî komutanı!' Birden sıçradım¸ baktım ki siperdeyim. Aynı yerimdeyim¸ anladım ki bir mana yaşamışım. Halime şükrettim ve o simayı beynime kazıdım. Ama nerede olduğunu ve kim olduğunu bilmiyordum.
Çanakkale Harbi bitti. İstanbul'a döndüm. Fatih Camii'ne gittim. Namazımı kılarken bir taraftan da kendime hoca bakacaktım. Caminin içerisi adeta sarık deryası gibiydi. Namazdan sonra Sultan Fatih'in ve Yavuz Sultan Selim Hazretlerinin türbelerini ziyaret ettik. Ziyaretten dönerken¸ yüksek kapılı bir tekkeden birisinin çıktığını gördüm. Elinde asası¸ başında beyaz sarığı vardı. Muazzam bir heybete sahipti. Birden göz göze geldik. Kendimden geçtim¸ hemen ellerine sarıldım. ‘Aman efendim¸ siz manevi komutansınız.' dememe ramak kalmıştı ki; ‘Evlat¸ sus!' buyurdu. Ben¸ şaşkınlıktan bakakaldım. Oradaki bir dervişe sordum: ‘Bu zat kimdir?' ‘Mustafa İsmet Efendi Tekkesi Şeyhi¸ Ahıska göçmenlerinden Ali Haydar Efendi.' Meğer Çanakkale Harbi'ne manevî komutan olarak tayin edilen zat¸ Ali Haydar Efendi Hazretleri imiş."
Derviş Ahmet Efendi ve Sırlı Rüyası
Ali Haydar Efendi'nin naklettiği¸ Çanakkale'nin manevî cephesine dair bir başka sırlı olay da şöyledir: "Çanakkale Savaşı'nın en çetin çarpışmalarının yaşandığı günlerden biriydi. Haydar Efendi'nin şeyhliğinde bulunan İsmet Efendi Dergâhı dervişlerinden Mülâzım-ı evvel (Yedek Subay) Ahmed Efendi'nin birliğinde cephane bitmişti. Gerideki birliklerle irtibat kopmuş¸ yardım ümidi tamamen tükenmiş ve de askere dağıtılmak üzere nefer başına on yedi mermi kalmıştı. Şehitlikten ya da teslim olup esir düşmekten başka yol görünmüyordu. Ahmed Efendi¸ geceyi gözyaşları içinde ibadet ve dua ile geçirir. Bütün gün savaşmanın verdiği yorgunlukla bir ara kendinden geçer. Rüyasında karşı tepeden iki pir¸ Ahmed Rufaî Hazretleri ile Abdülkadir-i Geylânî Hazretleri kol kola girmiş¸ kendilerine doğru gelmektedirler. Gelirken de sürekli şu cümleyi tekrarlamaktadırlar: ‘İzâ kaale'l abdü Ya Rab¸ kaal'allâhü lebbeyk ya abd.' (Kul Ya Rab dediği zaman¸ Allah der ki¸ buyur ey kulum.)
Ahmed Efendi¸ komuta kademesindeki arkadaşlarına ve erata¸ sabah olur olmaz gördüğü rüyayı anlatır. Kendisinin teslim olmayıp savaşacağını söyler ve onların da bu husustaki fikirlerini sorar: ‘Evlatlar¸ ben teslim olmam¸ ama siz ne dersiniz¸ burada hepimizin akıbeti mevzubahis?' Birlikteki erler¸ rüyayı ağlayarak dinledikten sonra¸ hep bir ağızdan tereddütsüz cevap verirler: ‘İsterseniz kalan on yedişer mermiyi de dağıtmayın¸ biz süngülerimizle düşmana hücum ederiz!"
O gün 150 er ve üç subay¸ mermileri kalmadığı için süngüleri¸ kanları ve canları ile bulundukları mevkii kahramanca müdafaa ederler. Bu sayede¸ Türk mevzileri arasında bir koridor açıp ilerlemek isteyen düşmanın oyunu bozulur. 5. Topçu Alayı¸ 2. Top Bataryası'nın 5 Haziran 1915 günü¸ Çanakkale Harbi'nin dönüm noktalarından olan bu mücadelesinin hatırası¸ Gelibolu'nun Soğanlıdere mevkiinde Son Ok Şehitliği'nde yaşamaktadır.
Şeyh Şamil'in Torunu Abdullah Dağıstanî Efendi
Abdullah Dağıstanî¸ 1891'de Dağıstan'da dünyaya gelmiştir. Nakşibendî tarikatının mürşitlerinden olan dayısı Şerafeddin Dağıstanî Hazretleri tarafından küçüklüğünden beri özel bir itina ile yetiştirilmiş ve ruhî-manevî eğitimini tamamlamıştır. Abdullah Efendi¸ yirmi iki yaşına ayak bastığında Birinci Dünya Savaşı patlak vermiş ve o da diğer mürşit¸ mürit ve dervişler gibi cephenin yolunu tutmuştur. Şeyh Şamil'in torunlarından birisi olarak İmam Şamil'in destansı cihadını Çanakkale Cephesi'ne taşıyacak ve onun temsilcisi sıfatıyla harikalar sergileyecektir. Dilerseniz bundan sonrasını¸ yaralanmasını ve cephede başına gelen olağanüstü bir hali bizzat Abdullah Dağıstanî Efendi'nin ağzından dinleyelim:
"Beni asker olarak Çanakkale Savaşı'na götürdüler. Düşmanlar tarafından yoğun bir taarruz başlatılmıştı. Takriben yüz kadarımız bir siperi savunmak için ateş hattında kalmıştık. Ben¸ uzak bir mesafeden¸ bir ipliği bile vurabilecek kadar mükemmel bir nişancıydım. Sayıca¸ bulunduğumuz mevkii savunmaya muktedir değildik ve şiddetli saldırı altındaydık. Bir merminin kalbime saplandığını hissettim ve ölümcül bir şekilde yaralanarak yere düştüm. Ölüm hali denecek bir şekilde yerde uzanırken Peygamber (s.a.v.)'in bana doğru geldiğini gördüm. O an ruhumun vücudumdan nasıl ayrıldığını gösteren bir hal yaşadım. Ruhumun parmaklarımdan başlayarak tek tek her hücremden nasıl çıktığını gördüm. Hayat geri çekilirken vücudumda ne kadar hücre olduğunu¸ her hücrenin fonksiyonunu¸ her hücredeki her hastalığın nasıl iyileşeceğini görebildim. Her hücrenin nasıl zikrettiğini işittim. Ruhum bedenimden uzaklaşırken¸ bir insanın ölürken neler hissedeceğini bizzat görerek öğrendim. Ölümün çeşitli durumları gözümün önüne getirildi. Bu ölüm ahvalini seyirden hoşlanıyordum. Bu haller benim¸ şu Kur'an ayetinin sırrını anlamamı sağladı: "Kendilerine bir musibet geldiğinde ‘Biz Allah'a aidiz ve elbette ona döneceğiz.' derler." (2/Bakara¸ 156)
Ruhum bedenimden ayrılırken¸ son nefesimi verinceye kadar o görünümün devam ettiğini gördüm. Bununla beraber o deneyimi yaşarken ruh olarak canlıydım ve bu tecrübe beni¸ ölüm halinin sırrını anlamaya muktedir kıldı. Manevî hallere ait görünümler kaybolduğu zaman¸ savaş alanındaki ölü gibi halimi ve yaralı olanlara bakan doktorları fark ettim. Sonra onlardan biri beni işaret ederek şöyle dedi: ‘Şu yaşıyor¸ şu yaşıyor!' Konuşacak veya hareket edecek gücüm yoktu ve vücudumun yedi gündür orada bulunduğunu idrak ettim. Beni askerî hastaneye götürdüler¸ sağlığım yerine gelinceye ve tam olarak iyileşinceye kadar tedavi ettiler. Sonra beni terhis ederek tekrar köyümüze gönderdiler."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder