Ayılar ve armutlar
“Ben rekabet edememekten değil, rekabet edebilmenin bizzat kendisinden korkuyorum.” Jerome David Salinger
Seni kimin övdüğüne dikkat edeceksin: Ayının armuttan övgüyle bahsetmesi bir meziyet değildir.
Ayının övgüsüne mazhar olmuşsan bil ki birazdan yen(il)eceksin.
Sende yen(il)meye müsait bir yön bulmasa, ayının iştahı dile gelir mi sanıyorsun…
Flaş, flaş, flaş! Evet, sıcak gündem: Öz, hakiki, has bir kök, yeni bir şafakta gıcırtısı duran, durdurulan yağsız bir menteşeye övgüler düzmeyi, onu yağlayıp yıkamayı murat etti.
Ondan daha önce med vaktinde âh çeken, hürriyet zindanında kendini ulu hakan sanan bir zat, eski mahallesine her zamanki esrik kabadayı edasıyla celallendi, naralandı.
Ortalık bir anda aydınlandı, mahallenin sakinleri her zaman olduğu gibi tukaka edildi, ‘bunlar hep böyledir, bu gettonun sakinleri sanattan, yazardan, şiirden, dehadan, zekadan, ironiden, gezideki idealizm dolu gençlerden anlamazlar' sakızı şişirilip şişirilip arsızca patlatıldı…
(Bana Woody Allen zekasından bahsetme, senin o aklın ve erdemin ötesinde zeka diye tapındığın şeyi biz tuvalet kağıdı olarak kullanıyoruz efendi… Zeka dediğin aklın kaçamağını, fikrin her yeri fingirdek yosmasını koynumuza almaya tenezzül etmedik, etmeyiz.)
Anılmaya değmezken anılır olduğun, adam yerine konmazken adam olduğun, elin yüzün şekilsizken sana gönlünü açan insanlara nasıl da sırtını bir hamlede dönebiliyorsun, onları bir tramplen gibi kullanma haysiyetsizliğine hemencecik yaslanabiliyorsun.
Yemek yediği çanağa işeyen, gördüğü ilk işmarda kuyruğunu sallaya sallaya giden bir sokak köpeğine nasıl da dönüşebiliyorsun.
Neymiş tarafsızmışsın, gezi olaylarında idealist gençleri kollamışsın, kestiği tırnak kadar bile işler yapmadığın başbakana fena ayar vermişsin, onu ‘yedirmeyeceğini' söyleyenleri nasıl da hizaya getirmişsin. Afili delikanlıymışsın.
Senin tarafsızlık dediğin, kucağına oturduğun kişinin yüzüne bakmama tarafsızlığıdır.
Yağlı ilmeği boynuna geçirmeye azmeden celladın kukuletasından yüzünü görmemeyi, hançerden keskin gülüşünün sinsi hınzırlığını fark etmemeyi tarafsızlık sanıyorsun.
Yönünü kaybetmeyi tarafsızlık sandığında düşüşün başlamış demektir: dibe düşüşün…
Ardan arınmış armalarını Ayşelerin yüzüne fırlatmayı meslek edinmiş geçkin ablanın koltuğunun dibine yuvarlak güneş gözlüklerinle oturduğunda, tecime elverişli yetenekli yeni tetikçinin bulunduğunun ilanını vermiş oldun.
‘For sale' flamalı kalemini mitralyöz olarak kullanabileceğinin işaret fişeği amiral gemisinin semalarında parladı.
Ve sen rahatladın, yıllardır kendini kurcalarken yaşayamadığın rehaveti tattın. İlgi odağı oldun, yıllardır kasım kasım kasılıyordun, kendini bulunduğun yere ait hissetmiyordun, mahallenin mütevazı bünyeleriyle kurduğun simbiyotik ilişkiyi bitirmeye hep teşneydin. Ne ki diğer bayındır bünyeye eklemlenemiyordun.
Ah o elitist edalı huzursuzluk ne de tiksinçtir, kibirli bungunluk ne de iğrenç durur insanın üstünde.
Sürekli yazar ve kitap alıntılarıyla konuşmanın gizli şehveti ne de bayağıdır. Karşısındakine zeka fışkırtmanın derin hazzı, ‘entel abi'nin kesik raksı nasıl da arsızcadır.
Ey mahalle ahalisi! Seni araçsallaştıran, kullanan, mecburen ve kerhen seninle duran, yanındayken her yere göz kırpan, orası burası oynayan zevata haddinden fazla değer vermen de neyin nesi? Yoksa siz de içinizde yerini yadırgayan ama bulunduğu yeri kullanan kompleksli birini mi yaşatıyorsunuz?
Derim ki, biz intellect'in pençesinde tutuklu (hani bir zamanlar şiirce konuşan fakat şimdilerde kahraman ırkına yeşil kurdelalı istiklal marşları söyleyen ağabeyimizin dediğince), dile dil için, edebiyata edebiyat için, kendine kendi için tutunan dil zamparası olmayı değil, ilme ve irfana yüreğini koyan âlimi ve ârifi kılavuz belleyelim.
Kırık duruşumuzu hımbıllık, sessizliğimizi cehalet, karşı durmayışımızı ödleklik, mukabele etmememizi kifayetsizlik, serin duruşumuzu biganelik sananlara sözümüzü esirgemeyelim.
Rahibenin iffeti değil bizimkisi, üç gömleğin efendisi Yûsuf'un iffeti…
DAYAN ÇAPULCUM, DİREN HAMİLEM…
Ah benim bir inanç er'i olmayı, çağın erlerinden olmayı yol belleyen, her iki ön isminden de celal parlayan muhterem hocam.
Bilmez misiniz ki içinde bulunduğumuz şu modern zamanlara cinsiyetini sormuşlar, ‘Kendimi kadın gibi hissediyorum' demiş.
Siz yol eri olmayı, erce durmayı, erce konuşmayı manevi meslek edinmiş Hz. Mevlana'nın meşrebince ‘aklın da erkek ve dişisi olduğunu' en iyi bilenlerdensiniz.
Dişil aklın her şeyin üstüne bir sis bulutu gibi çöktüğü, ‘kadıncılık' faşizminin bulaşıcı bir hastalık gibi her bünyeyi sardığı, kadının erkek sıfatlarını erkeğin kadın sıfatlarını taşıdığı bu helaket zamanında edilecek lakırdı mıydı ettiğiniz?
Bir İstanbul beyefendisi olarak yetiştiğiniz zamanların ve artık yerinde yeller esen muhitinizin diliyle, hassasiyetleriyle, edep telakkisiyle, kadının başkaca konumlandığı mecraların algısıyla konuşuyorsunuz.
Edebin, Mısır ehramlarından müzelere konulmuş bir mumya olduğunu zanneden ham ervahlara konuştuğunuzu unutuyorsunuz. Has dairede yarana konuşur gibi konuşuyorsunuz, fakat malumdur ki genele hitap edilen bir mecrada hikmete riayet lazımdır.
Algı ve ilgi dünyası ‘dayan çapulcum, diren hamilem'den öteye geçmeyen öfke kumkuması veya bu efemine çağın zihniyle ağulanmış yabancı dimağların hışmına uğradınız. Tasavvufçu, tasavvuf düşünürü vb. olmadık sıfatla sıfatlandınız, hızını alamayan bazı bıçkın yazar ablalar size tasavvuf dersi bile vermeye kalkıştı. Kimi muhafazakar hanımlar, -diğerlerinden pek farkları olmaksızın- aynı kakofonik koroya tiz perdeden katılıp, ince ayara giriştiler…
Bu görünen toz dumanın, gıll u gış'ın arkasında, perdenin ardında ne vardır acep? Bize gelen ikaz nedir acaba? "İnsanlar zulmetse de kader adalet eder" kavlince kaderin bu hükmü hakkımızda vermesi hangi hikmete mebnidir hocam?
Ve şerhini lutfedin bize, Hazret'in şu beyitleri nereye düşer:
1.Âkil evvel bined âhirra bedil
Ender âhir bined ezdaniş mukil
2.Hamuşi bahrest ü güften hemçu cû
Bahır micuyed tura cura mecû
Evvel âhir Hû…
Yusuf Özkan Özburun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder