23 Ekim 2013 Çarşamba
417 ) ÇERKESLER ÜZERİNE !...
Eski devirlerde "Çerkesler", kabileleri belirlemeye yarayan adlar olarak bilinmezdi ; Abazalar, Şapsığlar, Natuhaylar, Bjeduğlar veya Kabartaylar ve "Adige" dilini konuşanların hepsine "ADİGELER" denirdi.
Çerkesler, etnograflar tarafından iki gruba ayrılırlar :
1. Kafkasya Savaşının sonuna kadar sıradağların kuzey eteklerinde, Terek'in doğusunda oturan güçlü bir kabile olan Kabartaylar ;
2. Hepsi aynı adı konuşan birçok kabilenin oluşturduğu Adigeler..
Türkçesi "Çerkes" olan "adige" terimi, bazı yazarlara göre, Tatarca'da "yol kesenler" demek olan iki sözcükten geliyordu. Ama bu sözcüğün, Çerkeslerin Abhazlar ile birlikte Karadeniz kıyısında oturan en eski halklar arasında bulunan atalarına verilen Yunanca "Kerketay" adından gelmesi daha olasıdır..
Çerkes kökenli tarihçi Nogmov'a göre Adigeler, Hazar Denizine dökülen Kuma nehrine uzanan ovalarda, Karadeniz kıyılarında, Azak Denizi kıyılarında yaşayan bir halktı ve güçlü bir Yunan etkisi altında kalmışlardı.
Bazı Çerkes ailelerinin Sarmatlardan geldiğini, bazılarının 3. Yüzyılda İskandinavya'dan inen Gotlar tarafından etkilendiğini, bazılarının da Hunlarla karışmış olduğunu iddia eden Nogmov'a göre ; bazı Çerkes aileleri de Mısırlıların soyundan gelmektedir. Gerçekten de bir zamanlar Karadeniz'in doğu kıyısında Arap ve Kopt kolonilerinin kurulduğunu ve bunların bölgedeki Çerkesler ile karıştığını öne süren bir tez de vardır..
İlk kez 6. Yüzyılda, Justinyen döneminde Hristiyanlaştırıldıkları söylenen halklar, 11. ve 12. Yüzyılda ise Gürcistan Kraliçesi Tamara'nın etki alanı altında kalırlar. Bizans yıkılıp, bu topraklara piskopos gönderilmesi kesilince inançları zayıflayan bu topluluk tekrar eski inançlarına geri döndü..
16. Yüzyılda Kırım hanları Bizans döneminden kalan kiliseleri yıktı, egemenliklerini kabul ettirdi ve böylece Şapsığ kabilesi, İslamiyet'i benimseyen ilk Çerkes kabilesi oldu. Diğer kabileler daha uzun süre dayandılar..
1717'de Sultan Dördüncü Murad, tüm Kafkas kabilelerine "İslamiyet'i demir ve ateşle yayacağına" yemin etti. Kırım hanları, Şapsığların da yardımıyla bu dini Çerkeslere benimsetmeye giriştiler ama hiçbir zaman tamamen boyun eğdirmeyi başaramadılar..
Çerkes dili batı ve doğu dillerinden çok değişiktir. Ne Avrupa, ne Sami ne de Turan dillerinden değildir. Ancak ender de olsa Yunanca, Slavca, Latince ya da Tatarca kelimelere rastlanır. Hem gırtlaktan çıkan, hem keskin hem de hışırtılı özellikle şarkı söylenirken hüzünlü seslere sahiptir.
Türkiye ile Çerkes ilişkilerine ait yıllıklardan çıkarılan bir anekdot vardır :
Sultanlardan biri elçilerinden birini bu dili öğrenmesi için Çerkeslerin yanına gönderir. Bu temsilci birkaç zaman sonra görevini başaramamış olarak geri dönüp efendisinin huzuruna çıktığında, elindeki çakıl taşı dolu torbayı sallar ve bu halkın konuştuğu dilin bu torbanın çıkardığı sesten daha iyi taklit edilemeyeceğini söyler !...
Bir Çerkesin lüksü sahip olduğu silahların sayısı ve güzelliğiyle ölçülürdü. Kalkar kalkmaz onları temizler, sonra da evinin en önemli odasının duvarına, simetrik olarak asarlardı.
Çerkeslerde en pahalı silah Kincal / Kancar idi. Bu, yanlarından hiç ayırmadıkları, adeta kutsal bir silahtı. İki tarafı keskin ve çeliğine çok iyi su verilmiş 4 cm. genişliğinde, 45 cm. uzunluğunda, kurbanın kanının akmasını sağlamak için her iki tarafında birer oluk bulunan bir hançerdi.. Dar kabzası işlenmiş gümüşten çiviler veya şeritlerle süslü olurdu. Şefler onu siyah kakmaları olan savatlanmış gümüş bir kına koyarlardı. Kıncal, gümüşle süslü deri bir kemerin ortasına takılırdı. Büyük bir beceriyle kullandıkları bu hançere su verirken, ölümcül yaralar açması için, zehirli bir madde kattıkları da söylenir..
Çerkesler kemerlerinde "kıncal" dışında, işlenmiş kabzalı ve kırmızı maroken bir kılıfa yerleştirilmiş "şaşka" adı verilen bir kılıç taşırlardı. Bu donanım bir çift tabanca, bir kamçı ve uzun iple tamamlanırdı. Bu iple hayvanları veya baskınlarda kaçırdıkları kişileri bağlarlardı..
Giysilerinden biri koyun, kurt veya tilki kürkünden, göz hizasına kadar inen ve papak denilen bir kalpaktı. Gümüş şeritle süslü siyah kumaştan bir pantolon, gri veya siyah ince kumaştan dik yakalı, düz, dizlere kadar inen bir tunik giyerlerdi. Bu tuniğin üstünde, göğsün her iki tarafında, çifte fişeklik bulunurdu. Ayaklarına sivri uçlu, pençesiz, eldiven kadar yumuşak çizmeler giyerlerdi. Şefler yüksek topuklu, gümüş tellerle nakışlı, kırmızı veya siyah maroken potinler giyerlerdi..
"Köyümüzde sayısız güzel genç kız vardır. Geceleri gözlerinde yıldızlar parlar. Onları sevmek tatlıdır, çünkü aşk bizim yangımızın bir parçasıdır. Altının varsa dört kadın alabilirsin ama ateşli bir savaş atına değer biçilemez. Steplerde fırtınadan hızlı gider, her zaman sadıktır ve asla seni terk etmez.."
Çoğu zaman kadınlardan üstün tutulan atların güzelliği ve değeri Kafkasya şiirlerinde ve anılarında önemli bir yer tutar. Çerkesler mükemmel binicilerdi va başlıca tutkuları hem güzel, hem dik başlı, hem hızlı, hem de dayanıklı bir ata sahip olmaktı. Çok güzel at cinsleri ürettikleri birçok haraları vardı. Hemen hemen her prens ailesi özel bir cins yetiştirmekle övünürdü ve bir atın soyluluğu kalçasında bulunan gerçek bir arma biçimindeki özel dövmeden anlaşılırdı. Çerkesler bu işarete büyk bir güven duyarlardı ve üzerinde yapılacak her türlü hile ölümle cezalandırılırdı..
Çerkes atları çok tutulurdu. 1830'da yapılan tahminlere göre, Tiflis pazarında her yıl 20 bin adedi satılıyordu..
Çerkesler saklıya adı verilen küçük evlerde otururlardı. Evler bir duvarları dağa ya da başka bir "saklıya"nın duvarına dayanmak üzere, fazla sıkışık olmayan bir biçimde, kapak taşlarından inşa edilirdi..
Kafkas kabilelerinde bilinmeyen bir tarihten beri egemen olan adat yani geleneksel hukuk üç ilkeye dayanırdı :
1. Konukseverlik uygulaması,
2. Yaşlılara saygı,
3. İntikam hakkı..
Rus, İranlı, Türk veya Gürcü yöneticilerin çabalarına karşın "Kanlı" yasası yani, "Kana kan" veya "kısas" yasası hiçbir zaman kaldırılamayan bir töre olarak kaldı..
Akan kan, kan akıtılarak geri alınmayı gerektirir. Ana babalar kendi ana babalarının, ev sahibi ise konuğunun intikamını almak zorundadır. Bunu yapmamanın cezası ise korkaklıkla suçlanmaktır. Bu "görevini" yerine getirmeyen kişi eskiden kabileden kovulurdu..
Bu, intikam alma zorunluluğu kuşaktan kuşağa aktarılarak bir ailenin tüm bireylerinin ortak malı haline gelirdi. Suçlu bir başka nedenden ölse bile kan borcu ortadan kalkmazdı.Bu durumda kan borcunu ödemek ölenin en yakın akrabasına düşerdi..
İntikam, bu konuda acımasız olan prenslerin ve soyluların uzlaşmayı asla kabul etmeyecekleri asli bir görevdi. Kanı ancak kan geri alabilirdi. Bununla birlikte ve çok seyrek görülen istisnai durumlarda kan davası çok tuhaf bir gelenekle engellenebiliyordu : Örneğin katilin, öldürülenin ailesinden bir kızla evlenmesi bunu sağlayabilirdi. Aynı şekilde katil,kurbanın ailesinden genç bir erkek çocuğunu eğitmek üzere gizlice kaçırıp onun atalığı yani bir nevi üvey babası olursa, bu da onu düşmanın takibinden ve intikamından ömür boyu kurtarırdı. Çocuk büyüyünce kaçıran kişi ona bir at, güzel giysiler ve silahlar verir, belli bir törenden sonra ailesine teslim ederdi. O andan itibaren iki aile arasında sonsuza kadar barış yapılmış olurdu..
Savaş dönemlerinde tüm kan davaları geçici olarak durdurulurdu. Savaş sırasında bu kuralı çiğneyip öcünü almaya kalkışan kim olursa olsun, şefin onu öldürme yetkisi vardı..
ALEXANDRE GRIGORIANTZ' ın "Kafkasya Halkları" adlı kitabından derlenmiştir..
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder