Hangi Alevilik?
20 yıl kadar önce, Alevî halkın çoğunlukta olduğu bir köye gitmiştim. (Meşhur bir ses sanatçısı da o köydendir.) Köyde cami, dergah (Köydeki Alevî dedesi de “dergah” diyordu.) ve türbe yan yanaydı. Dede ile tarikat âdâbı ve terminolojisiyle konuştuk. Dede’nin gözleri yaşardı ve “Üniversitelerimizde bunları bilen hocalar varmış” dedi. Ben de hüzünlendim. O Dede’nin gözyaşlarında, yüzlerce yılın masumiyeti, terk edilmişliği ve kahrı vardı.
Şimdi unuttum; oğlu veya torunu Hukuk Fakültesinde okuyordu. Sohbetimize o da katılmış ve tarikat âdâbı çerçevesinde, arada söze karışıyordu.
Dede kahırlıydı, oğul veya torun ümitli...
Dedenin sözlerine “gözyaşı medeniyeti”nin tavrı refakat ediyordu ve gönül imbiğinden geçirdiği kelimelerle geçmiş ve an’ı dokuyordu. “Biz dergahta zikrimizi yapar, samahımızı icra eder, türbemizi ziyaret eder 5 vakit namazımızı da eda ederiz” diyordu.
O günlerde de Alevîlik konusu gündemde yoğun olarak tartışılıyordu ve zamanın Kültür Bakanı Ercan Karakaş, “Bu ülke, yüzde doksan dokuz Müslümandır, demek yanlıştır. Bu ülkede 20 milyon Alevî vardır” diyordu. Aynı günlerde, bir sokak röportajında bir kız “Ben kendimi Müslümanlıktan çok Hıristiyanlığa yakın buluyorum” diyordu. Televizyonlarda gazetelerde Alevîlik konusu yoğun bir şekilde tartışılıyor; Aleviliğin Müslümanlıktan apayrı bir kültür olduğu ve hatta Budizm’le ilgili olduğu söyleniyordu.
Medyada konuşulan Alevilik ile ziyaret ettiğim köydeki Dede aynı şeyleri söylemiyordu.
Usulünce sohbet ediyorduk.
Bir ara “Dedem, basında konuşulan Alevilikle ilgili ne düşünüyorsunuz?” dedim.
“Hz. Muhammed ve Hz. Ali yoksa, o Alevilik değildir” dedi.
“Peki, kamuoyuna siz yaşadığınız Aleviliği anlatsanız...” diyecek oldum.
“Hocam, işin içine basın girdi mi, şöhret girer... Şöhret âfettir... Şöhret fitne çıkarır... Biz kendimizden mes’ûlüz ve hâlimizden de memnunuz. Ne kimse bize karışsın, ne de biz kimseye karışalım” meâlinde sözler söyledi.
Bu Dede gibi dedelerin çok olduğunu biliyorum. Asılsız bilgi kirliliğine boğulmuş Alevilik tartışmasına hiç bulaşmayan; Aleviliği ateistlikle telif edip İslamiyet’ten uzaklaştıran çığırtkanlıklara hiç yüz vermeyen binlerce Alevî yaşıyor bu ülkede.
*
Bektaşilikle özdeşleşen Alevilik, mezhep veya din değil, bir tarikat zihniyetini yansıtır.
Tarihî dönemlerde zikirlerini ve samahlarını tekke ve dergahlarda icra eden bu gelenek, hiçbir zaman yeni moda bir adlandırma olan “Cem evi” kurmamıştır.
“Cem evi” 1990’ların ortasında yoğun bir şekilde dillendirilmeye başlanmış; bazı Cem evleri, Marxist-Leninist DHKP-C örgütü tarafından bir “örgüt evi” gibi görülmeye başlanınca, bunun yaygınlaştırılması için kamuoyu oluşturulma yoluna gidilmiştir.
Bu tür mekânlar, değil zikir ve samah icrası, “din”in, “d”sinin bile edilmediği yerlerdir.
Mevlevilik’te “sema’ (sonunda ayın harfi vardır)” olan ritüelin, aynı kelimenin kırsal kesimde “samah” şeklinde telaffuzundan başka bir şey olmadığını bile bilmeyen “Yeni Alevilik”, tarihî köklerinden uzaklaştırılmış, nevzuhur bir vâkıadır.
Alevî-Bektaşi geleneğinin tarihî kurumu tekke ve dergahtır; Cem evleri açılması, geleneksel Alevî-Bektaşi kurumlarının yanında, yeni bir kurum ihdas etmektir. Böyle bir kurumun ihdas edilmesi, Alevî-Bektaşi geleneğine mensup insanlar arasında yeni sorunların yaşanmasına yol açacaktır.
İktidar, Alevî- Bektaşi geleneğinin sorunlarını çözmek istiyorsa 677 sayılı “Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması” kanununu kaldırmalıdır.
Hem böylece yüzlerce yıldır halk irfanını besleyen tasavvuf kültürünün de önü açılmış olur.
Prof. Dr. Namık Açıkgöz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder