31 Temmuz 2013 Çarşamba
388 ) SURİYE'DE BİR OSMANLI DİVANIHARBİ !..
Osmanlı tarihinin Suriye'den bahseden son siyasi bölümü, şüphesiz Aliye Divanıharbi olacaktır. Bu Divanıharbin kararıyla Şam ve Beyrut'da 40 kadar Arap milliyetçisi öldürülmüştür. Asılanlar arasında Abdülhamit Zöhravi gibi ayandan, Şefik-el-Müeyyet gibi milletvekili, Abdülgani Ariysi gibi birinci sınıf gazeteci ve Refik Rızık Sellum gibi şair olanlar da vardır. Birçoğu menfaat ve politika adamı, bir kısmı idealist idi.
Balkan Savaşı zamanlarında, Osmanlı İmparatorluğu'nun artık dağılacağına inanarak, Suriye için yeni bir talih arayanlar tarafından Paris'te bir kongre yapılmıştı. Araplık akımının, ondan sonra, başlıca ocağı Ellamerkeziye Cemiyeti idi. Aliye'de hapsedilmiş olanlar ise merkezi Kahire'de bulunan bu cemiyetin üyeleri idi.
Ellamerkeziye Cemiyeti'nin Birinci Dünya Savaşı başladığında, Suriye'de kalmış olanlarının bu girişimden haberleri var mıydı ? Çünkü arada bir, genel af olmuştur. Tutuklananları, sadece eskiden bu cemiyet içinde çalıştıkları için mahkum etmek doğru olmazdı. Divanıharp ise, tutukladığı kimselerin Büyük Savaştan sonra da cemiyetin emriyle hareket etmiş olduklarına inanmıştır. Bütün dava budur..
Suriye'de esaslı bir tedhiş politikasına neden gerek görüldüğünü, Tiflis sokaklarında öldürülen Cemal Paşa bir sır olarak kara toprağa götürmüştür.
Hazin talih : Eşrafını öldürmüş olduğu Suriye'de Cemal Paşa'yı seven ve arayan çoktur. Cemal Paşa, Bolşevikler hesabına on binlercesine kendi eli ile hayat vermiş olduğu Ermeniler tarafından öldürülmüştür !..
Cemal Paşa bir taraftan zor, bir taraftan imar ve ıslah siyasetleri kullanılarak, Araplık akımının durdurulabileceği fikrindeydi. Devletten en yüksek rütbe ve menfaatler koparıp, Osmanlı birliğini bozmaya çalışanları bir türlü affetmemiştir.
İstanbul'un bu işte Cemal Paşa ile zıt gittiği yanlıştır. Enver ve Talat Paşalar esasta, onunla birlik idiler. Hiçbiri vatan hıyanetinin cezasız bırakılmasını istememiştir. Fakat, örneğin Enver Paşa, Abdülhamid Zöhravi'nin ; Talat Paşa, Şefik-el-Müeyyed'in bırakılması için aracılık ettiler. İttihat ve Terakki'den başka birtakım şahsiyetlerin de iltimas ettiği kimseler vardı. İstanbul, sonuna kadar, Aliye davasının bir defa da Harbiye Nezaretinde incelenmesinde ısrar etti.
Büyük Savaş'ta çıkan kanunlardan biri ise, kumandanlara, eğer vatan savunması için gerekli görülürse, idam hükümlerini doğrudan doğruya yerine getirmek yetkisini vermiştir. Bu yetki, olsa olsa ateş hattında hemen şiddetli etki yaratılmasına gerek duyulan olaylar için çıkarılmıştır. Fakat hüküm mutlak olduğundan, Cemal Paşa, Divanıharp kararları için kanundan yararlandı. Çünkü dava dosyaları İstanbul'a giderse, işin altüst olacağından korkuyordu..
Ve bir sabah açık telgrafla, yedi kişinin Şam'da ve gerisinin Beyrut'da idam edilmiş olduklarını İstanbul'a bildirerek meseleyi kökünden halletti !..
Tutuklulardan hiçbiri öleceklerine inanmadılar. Falih Rıfkı (Atay), Abdülhamit Zöhravi'nin Şam'da Cemal Paşa'nın karşısına nasıl çıktığını "Zeytindağı" adlı kitabında anlatır :
Ayan üyesi olduğu için, bekleme salonunda birkaç dakika kalmak bile kibrine dokunmuştu. Dik başlı, gururlu bir adamdı. Kumandanın gösterdiği iskemleye kadar gururu devam etti. Fakat Cemal Paşa, savaştan önceki hesapları araştırdığını hissettiren bir belgeyi okuduğunda, sarardı, bir su istedi ve ilk yudum boğazına takılarak bunalır gibi oldu. Ancak, "Beni affediniz" diyebildi. Kudüs karargahına gelen Şefik-el-Müeyyed de öyle idi. Bir şeye üzülmüştüm : Acaba insanın öldüreceği kimseleri, önceden, sağ olarak, karşısında dizlerine kapatmaktan ve dik boyunlarını eğdirmekten aldığı zevk nedir ?
Beyrut'ta asılmış olanlar da genç milliyetçilerdi. Bunlar zindandan ipe kadar, Arap marşı okuyarak, cesur ve dikbaşlı gitmişlerdi.
Şu iki idam öyküsü kalbimi yırtmıştır. Şefik-el-Müeyyed'in sakalı beyaz ve uzundu. Asıldığı zaman görünüşünün acıklı olacağını düşünen bir Şamlı Jandarma subayı, elleri arkasına bağlı, beyaz gömleğiyle hükumet konağı merdivenlerini inen mahkumu birdenbire tutmuş, cebinden çıkardığı makasla sakalını kırpmıştı !.
Sinirli olan Cezayirli Ömer, idam iskemlesine çıkarken, bağırıp çağırıyordu. Aşağıdan biri "Sus, sorumlu olursun !" dedi. Ömer korkudan susmuş olduğu halde asılmıştı..
Bir Hristiyan olan Refik Rızık Sellum, gerçek bir idealist idi. Ölümü de güleryüzle karşılamıştı. En son o idam edilecekti. Altı kişi artık soğuk birer ceset olmuşlardı. Meydanın başına geldiğinde, boş sehpaya bakmış ve, "Galiba yerim orasıdır" demişti. Sonra ciddileşerek en öndeki cesede, Abdülhamit Zöhravi'ye gözünü dikmiş ve "Ey hürriyet babası, merhaba !" diye selam vermişti. Kinsiz ve kedersiz ölüme gitmek güçtür..
Beyrut'ta Cemal Paşa, evinin merdivenlerinden inerken, güzel ve siyahlar giymiş bir kadın, yanında çocuğu ile kendini karşılamıştı. Çocuk, elindeki çiçek demetini kumandanın ayağı altına atarak, "Babamı bağışlayınız," demişti. Falih Rıfkı, o gün, kumandanın gözlerinin yaşardığını ve titreyen çenesini güç tuttuğunu fark etmişti. Çünkü bu siyahlı kadın, evine dönerken, meydanın bir köşesinde, sevdiği kocasının soğumuş beyaz cesedini görecekti...
İdamlar gününden bir hafta sonra, Falih Rıfkı, o da Tiflis'te ölmüş olan Yaver Nusret'in odasında iki genç kadın görmüştü. Üstlerinde hemen göze çarpan bir uysallık ve kırıtganlık vardı. Kapıyı Kapadı ve odasına gitti. Kim bilir kimlerdi ?
Akşamüstü biraz şakalaştıklarında, Nusret gülerek Falih Rıfkı'ya o kadınların kimler olduğunu tahmin edip edemediğini sordu. Olumsuz yanıt alması üzerine, idam edilen bir Suriyelinin kızları olduğunu söyledi. Anneleriyle birlikte Bursa'ya sürülüyorlarmış, İstanbul'a gidemez miyiz diye neredeyse canlarını vereceklermiş !.. "Bursa gibi kapalı yerlerde nasıl yaşarız ?" diye sızlanırlarmış !..
Vay gidenin haline !.. Falih Rıfkı, "Zavallı yas !" diye yazmış..
Kerbela da Şehid Olan 72 Yüce Yiğit
Kerbela'da Şehid Olan 72 Yüce Yiğit
Kerbela'da şehid olan yiğitlerin isimleri;
İmam Hüseyin Kerbelaya varmadan önce
Müslim Akil ile Şehid olanlar :
1. Müslim bin Akil
2. Muhammed bin Müslim Akil
3. İbrahim bin Müslim Akil
4. Meşkur ( Akil oglularini zindandan kurtaran zindanci)
5. Hani ( Müslim bin Akil´i evinde saklayan)
6. Muhammet bin Kesiyr
7. Mahdum Bin Muhammet Kesiyr
8. Kays bin Arabi
9. Gülam Selam (Basra´da Şehit oldu)
Kerbelâda İmam Hüseyinle birlikte şehid olanlar :
1. Hür bin Riyah
2. Ali bin Hur
3. Urve bin Gulam Hur
4. Mis´ab bin Riyah Hur
5. Abdullah Arm bin Kelbi Ebu Talip
6. Berir bin Hasini Hamadani
7. Veheb bin Kelbi
8. Ömer bin Halil
9. Halil bin Ömer
10. Said bin Hanzala
11. Ömer Abdullah Muhyi
12. Vekkas bin Malik
13. Serih bin Ubeyd
14. Müslim bin Avsece
15. Mahdum bin Müslim
16. Hilal bin Raf´i
17. Abdurrahman bin Abdullah
18. Yahya bin Müslim Mazeni
19. Abdurrahman bin Ürve
20. Maik bin Enes
21. Ömer bin Muta
22. Hasim bin Utbe Vakkas
23. Fazl bin Ali Mürteza
24. Habib bin Mezahir
25. Hamza bin Harir
26. Zeyd bin Muhacir Cafi
27. Enes bin Ma´kel
28. Zehir bin Hassan
29. Cafer bin Müezzin
30. Yusuf bin Haris
31. Maik bin Utbe
32. Faris
33. Hanzala bin Sa´d
34. Zeyd bin Ziyad Saabi
35. Sa´d bin Abdullah
36. Cebave bin Haris
37. Ömer bin Cebave
38. Muhammed bin Mikdad
39. Abdullah bin Deccane
40. Saad bin Gulam Mevley-i
41. Kays bin Rebia
42. Sit bin Seyyid
43. Ömer bin Ferrat
44. Müslim bin Hammad
45 Abdullah bin Müslim
46. Cafer bin Akil
47. Abdurrahman bin Meczub Ilahi Sarib
48. Muhammed bin Abdullah Cafer
49. Muhammed bin Avf Abdullah
50. Avn bin Avf
51. Abdullah bin İmam Hasan
52. Muhammed bin Enes
53. Sa´d bin Deccane
54. Firuzan
55. Kasım bin İmam Hasan
56. Ebubekir bin İmam Hasan
57. Osman bin Ali
58. Avn bin İmam Ali
59. Abdullah bin İmam Ali
60. Abbas bin İmam Ali
61. Ali Ekber bin İmam Hüseyin
62. Ali Asgar bin İmam Hüseyin
63. İmam Hüseyin bin İmam Ali
Kerbela'da şehid olan yiğitlerin isimleri;
İmam Hüseyin Kerbelaya varmadan önce
Müslim Akil ile Şehid olanlar :
1. Müslim bin Akil
2. Muhammed bin Müslim Akil
3. İbrahim bin Müslim Akil
4. Meşkur ( Akil oglularini zindandan kurtaran zindanci)
5. Hani ( Müslim bin Akil´i evinde saklayan)
6. Muhammet bin Kesiyr
7. Mahdum Bin Muhammet Kesiyr
8. Kays bin Arabi
9. Gülam Selam (Basra´da Şehit oldu)
Kerbelâda İmam Hüseyinle birlikte şehid olanlar :
1. Hür bin Riyah
2. Ali bin Hur
3. Urve bin Gulam Hur
4. Mis´ab bin Riyah Hur
5. Abdullah Arm bin Kelbi Ebu Talip
6. Berir bin Hasini Hamadani
7. Veheb bin Kelbi
8. Ömer bin Halil
9. Halil bin Ömer
10. Said bin Hanzala
11. Ömer Abdullah Muhyi
12. Vekkas bin Malik
13. Serih bin Ubeyd
14. Müslim bin Avsece
15. Mahdum bin Müslim
16. Hilal bin Raf´i
17. Abdurrahman bin Abdullah
18. Yahya bin Müslim Mazeni
19. Abdurrahman bin Ürve
20. Maik bin Enes
21. Ömer bin Muta
22. Hasim bin Utbe Vakkas
23. Fazl bin Ali Mürteza
24. Habib bin Mezahir
25. Hamza bin Harir
26. Zeyd bin Muhacir Cafi
27. Enes bin Ma´kel
28. Zehir bin Hassan
29. Cafer bin Müezzin
30. Yusuf bin Haris
31. Maik bin Utbe
32. Faris
33. Hanzala bin Sa´d
34. Zeyd bin Ziyad Saabi
35. Sa´d bin Abdullah
36. Cebave bin Haris
37. Ömer bin Cebave
38. Muhammed bin Mikdad
39. Abdullah bin Deccane
40. Saad bin Gulam Mevley-i
41. Kays bin Rebia
42. Sit bin Seyyid
43. Ömer bin Ferrat
44. Müslim bin Hammad
45 Abdullah bin Müslim
46. Cafer bin Akil
47. Abdurrahman bin Meczub Ilahi Sarib
48. Muhammed bin Abdullah Cafer
49. Muhammed bin Avf Abdullah
50. Avn bin Avf
51. Abdullah bin İmam Hasan
52. Muhammed bin Enes
53. Sa´d bin Deccane
54. Firuzan
55. Kasım bin İmam Hasan
56. Ebubekir bin İmam Hasan
57. Osman bin Ali
58. Avn bin İmam Ali
59. Abdullah bin İmam Ali
60. Abbas bin İmam Ali
61. Ali Ekber bin İmam Hüseyin
62. Ali Asgar bin İmam Hüseyin
63. İmam Hüseyin bin İmam Ali
Kelime-i şehâdet Buyrun
Peygamber varisi Şehid İmam-ı Azam Ebu Hanife yi rahmetle anıyoruz.
Hanefiyim' Diyenler Hanefi Olsaydı'
Peygamber varisi Şehid İmam-ı Azam Ebu Hanife'yi rahmetle anıyoruz.
Doğumu Nesebi ve Künyesi
İmam-ı Azam Ebu Hanife, H. 80'de Kufe'de doğdu. Ebu Hanife künyesinin meşhur olmasının sebebi hakkında eski kaynaklarda yeterli bir açıklama yoktur. Ancak "Hanif" kelimesinin müennesi olan "Hanife" kelimesine nispetle bu künyenin, İslam'a tam gönül vermiş abid bir kimse olması veya Iraklılar arasında "Hanife" denilen bir divit veya yazı hokkasını devamlı yanında bulundurması sebebiyle verilmiş olduğu söylenmektedir. Hanife isminde bir kızı olduğundan bu künyeyle anıldığı söylenmişse de kabul görmemiştir.
İlmi Yetişmesi
Ebu Hanife Kufe'de yetişti. Gençliğinde kumaş ticaretiyle uğraştı. Bu ticaret onu ilimle uğraşmaktan alıkoymadı. Onu ilme teşvik edenin Şa'bi olduğu rivayet edilmektedir.
Ebu Hanife pek çok ilim halkasına katılmış ve değerli zatlardan ilim almış olmakla beraber, onun en uzun süre hocalığını Hammad ibnu Ebi Süleyman yapmıştır.
İmamı Azam Ebu Hanife'nin ilmi, hocası vasıtasıyla dört büyük sahabiye dayanmaktadır. Şöyle ki; Hz Peygamber'in vefatından sonra Kufe'ye yerleşmiş olan Ali ibnu Ebi Talip ve Abdullah ibnu Mes'ud'dan ilim alan Mesruk ibnu'l-Ecda (Ö. 63), Alkame ibnu Kays (Ö. 62) ve Şureyh (Ö. 80)'den Şa'bi ve İbrahim en-Nehai (Ö. 96) ders almışlar. Onlardan da Hammad ibnu Ebi Süleyman vasıtasıyla Ebu Hanife ilim almıştır. Ebu Hanife ayrıca Abdullah ibnu Abbas'ın kölesi İkrime ve Abdullah ibnu Ömer'in azatlı kölesi Nafi vasıtasıyla adı geçen sahabilerin ilimlerinden istifade etmiş, Mekke fatihi Ata ibnu Ebi Rebah (Ö. 114)'tan da uzun süre ders almıştır.
Çok sayıda hadisi şerif ezberleyen Ebu Hanife büyük bir hakim ve fikir adamı olarak yetişti. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan bir zekası vardı. Fıkıh ilminde imkansız gibi görünen bir zamanda benzeri olmayan bir dereceye yükseldi.
Ders Vermeye Başlaması
İmamı Azam Ebu Hanife, on sekiz yıl boyunca kendisinden ilim öğrendiği hocası Hammad'ın en sevdiği talebelerinin başında geliyordu. Çünkü o, üstadının söylediklerini en iyi öğrenen ve hıfzeden talebesiydi. Bu yüzden hocası ders halkasının önünde, kendi hizasında ondan başkasının oturmasını yasaklamıştı.
Hammad'ın herhangi bir sebepten dolayı şehir dışında olduğu zamanlarda Ebu Hanife, kendisine vekaleten talebelere ders verirdi. Hatta fıkhi meselelerde sorulan sorulara cevap bile verirdi. Hocası Hammad geldiğinde o sorulara verdiği cevapların çoğunu tasdik ederdi.
Kufe'nin müftüsü olan hocası Hammad vefat edince, arkadaşları onun yerine oğlu İsmail'i geçirmek istediler. Fakat Hammad'ın oğlunun şiire, gece meclislerine, hikayeye düşkün olduğunu görünce, Ebu Hanife'nin ders vermesi hususunda ittifak ettiler. O da kabul etti.
Ebu Hanife zühd ve takvasıyla, üstün zekasıyla kendini etrafındakilere kabul ettirdi. Zamanla şöhreti arttı, ashabı çoğaldı, mecliste en geniş halkaya sahip oldu.
İmamı Azam'ın tedris faaliyetinde dikkat ettiği en önemli hususlardan biri de, talebeleriyle istişare yapmaktı. Onlarla istişare etmeksizin kendi başına bir içtihatta bulunmazdı. Müminler için nasihatta bulunurken katı davranmazdı.
Talebesi Züfer'den nakledilen şu rivayet de onun sabit fikirli olmadığını ortaya koyması ve istişareye verdiği önem bakımından dikkat çekicidir. Züfer şöyle der: "Ebu Hanife'nin derslerine devam ederdik, Ebu Yusuf ve Muhammed ibnu Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebu Hanife'nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebu Hanife, Ebu Yusuf'a hitaben: "Ey Yakub vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugün böyle düşünüyorum. Yarın onu bırakabilirim. Yarınki görüşümü ertesi gün terk edebilirim" dedi." (İbnu Muin, Tarih, II. Cilt, sh. 607; Bağdadi, Tarih, XIII. Cilt, sh. 402)
Yine onun: "Bu bizim söyleyebildiğimiz en güzel sözdür. Kim bizim sözümüzden daha doğru bir söz getirirse, o hakikate bizimkinden daha yakındır" dediği; "Senin bu verdiğin fetvalar doğruluğunda hiç şüphe olmayan hakikatler midir?" diye sorulunca da: "Bilmiyorum belki de yanlışlığında hiç şüphe olmayan yanlıştır" şeklinde karşılık verdiği nakledilmektedir. (Bağdadi, Tarih, XIII: Cilt, sh. 352)
Bütün bunlar onun serbest fikirli ve uzak görüşlü bir şahsiyet olduğuna, verdiği hükümlerle de kimseyi ilzam etmediğine işaret etmektedir. Nitekim kendinin hocalarına, talebelerinin de kendine karşı zaman zaman muhalefet ederek aynı meselelerde farklı hükümler verdikleri nadir olmayan olaylardandır.
Sünnet ve Hadis Konusundaki Tutumu
İmamı Azam Ebu Hanife'nin hadis ve sünneti teşri kaynağı olarak kabul etme konusunda diğer imamlardan farkı yoktur. O şöyle der: "Resulullah (s.a.s.)'in üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözümüz üstündedir. Buna inandık ve bunun Resulullah (s.a.s.)'in söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz." (Ebu Hanife, el-Alim, sh. 27)
Ebu Hanife'nin istidlal kaynaklarını sayarken önce Allah'ın kitabına sonra Resulullah'ın sünnetine baktığı, sonra da sahabe kavlinden dilediğini tercih ettiği rivayet edilir. Kitap ve sünnette bulamadığı bir hususu son olarak sahabe kavillerinde araştırmakta, bunların dışındaki görüşleri bağlayıcı saymamaktadır.
Ebu Hanife, hadise muhalefet ithamlarını bizzat kendisi reddetmiştir. Rivayetlere göre bir meselede kendisine hadise muhalefet ettiği bildirilince, dayandığı hadisi zikrederek: "Allah, Resulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı" demiştir. (İbnu Abdilberr, el-İntika, sh. 144)
Ebu Muti el-Belhi anlatıyor: "Bir gün Kufe camiinde Ebu Hanife'nin yanında oturuyordum. İçeriye Süfyanu's-Sevri, Mukatil ibnu Hayyan, Hammad ibnu Seleme, Caferu's-Sadık ve diğer alimler girdi. Ebu Hanife'yle konuşarak: "Bize ulaştığına göre, sen dinde çok kıyas yapıyormuşsun. Bu yüzden senin için endişeliyiz. Çünkü ilk kıyas yapan iblistir" dediler. Ebu Hanife onlarla Cuma sabahından öğle vaktine kadar münazara ederek görüşünü arz etti ve şöyle dedi: "Ben önce Allah'ın kitabıyla, sonra Resulünün sünnetiyle amel ederim. Daha sonra sahabenin üzerinde ittifak ettiği hükümleri, ihtilaf ettiği hükümlere takdim ederim. Ancak bundan sonra kıyas yaparım." Bunun üzerine hepsi kalkarak Ebu Hanife'nin elini öptüler ve: "Sen alimlerin efendisisin" dediler." (Şa'rani, Mizan, C. 1, sh. 53)
Ebu Hanife'nin hadis ve sünnete bağlılığını bunların dışında da birçok rivayet teyit etmektedir.
Sahabe Sözü ve Uygulaması Konusundaki Tutumu
İmamı Azam Ebu Hanife, Kur'an ve sünnetten sonra sahabe kavlini bağlayıcı görüyor, fakat kendine bunlar arasında tercih yapma hakkı tanıyordu. Ebu Hanife bu tercihi bazen şahıslar arasında, bazen de rivayetler arasında yapıyordu. Ebu Mutı' el-Belhi ile Ebu Hanife arasında geçtiği rivayet edilen şu konuşma bu konuda dikkat çekicidir. Ebu Mutı' ona: "Şayet senin görüşün Ebu Bekir'inkine zıt düşerse ne yaparsın?" diye sordu. O da: "Bu takdirde onun görüşünü alıp kendi görüşümden vazgeçerim. Yine Ömer'in, Osman'ın, Ali'nin görüşleri karşısında böyle yaparım. Ebu Hureyre, Enes ibnu Malik, Semure ibnu Cundeb hariç Hz. Peygamber'in bütün sahabilerinin görüşlerini kendi görüşlerime tercih ederim." (Şa'rani, Mizan, C. 1, sh. 53)
Beşeri Kanunlar ve Uygulayıcıları Karşısındaki Tavrı
Siyasi yapıda İslam'ın gün geçtikçe daha geri planlara itilerek, yerine saltanatın getirdiği beşeri unsurların hakim kılınması, Emevi idaresinin özellikle son yıllarında zirveye ulaşır. Bu, İslam'ın insanı ilgilendiren bütün alanlarda esas ve tek ölçü olması gerektiği hakikatinin idrakinde olmamaktan başka bir şey değildi. Diğer bir ifadeyle Müslümanlıklarını her vesileyle vurgulayan yöneticiler, Allah'ın hükümlerine şartsız itaat anlamına gelen İslam'ın siyasi boyutunu ihlal edip, itaatlerini sadece kişisel bazı ibadetlere münhasır kılıyorlardı. Ancak, İslam'ı yegane ölçü olarak almadıkları yönetimlerini halk nezdinde meşrulaştırmak ve halkın itaatini kazanabilmek için alimleri araç olarak kullanma politikalarını sürdürüyorlardı. Şüphesiz bu politikaya kananlar ve sırf iyi niyetlerinden dolayı böyle bir oyuna alet edildiklerinin farkına varamayanlar olmuştu. Ancak bazı şahsiyetler, yönetim işinde geri plana itilen İslam'ı bütün muhtevasıyla ortaya koyup, onun gerektirdiği itaatin alanlarını her şeye rağmen ifade etmekten çekinmediler. Siyasi ve askeri güçlerine rağmen, yöneticiler bu şahsiyetlerin söz ve tavırları karşısında korkulu rüyalar gördüler. Hiçbir zaman sayıları kesin olarak ifade edilemeyecek kadar çok olan, ancak coğrafyanın ve zamanın değişimine bağlı olarak genellikle tek kalan bu şahsiyetler arasında İmamı Azam da vardı.
Emevi ve Abbasi idarelerinin uygulamalarına bizzat tanık olan Ebu Hanife, zühd ve takvası sayesinde yönetimin maşası olmaktan kendini canı pahasına koruyabilmiş bir şahsiyettir. Kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktuğu için Emeviler kadar Abbasiler tarafından da ısrarlı şekilde teklif edilen kadılık görevini ve diğer şahsi menfaatlerin hepsini geri çevirmiştir.
Ebu Hanife, içinde bulunduğu şartlarda resmi görev almanın İslam'ı temsil etme ve uygulamaya aktarma imkanı sağlayamayacağını iyi fark eder. Bu nedenle resmi görev almanın, meşru olmayan işlere maşa olmaya neden olacağı kanaatine varır. Bu düşüncesini de hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde ifade eder. Bu manada kendinden çok değerli hediyeler karşılığında bazı isteklerde bulunan sultanı kastederek şunları söyler: "Eğer benden Vasıt mescidinin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da bir adamı idam etmek için hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurmasına vesile olurum. Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben böyle bir işe ölünceye kadar giremem." (Mezhepler Tarihi, sh. 231)
Devlet görevini kabul etmesi için değişik tekliflerle ve en önemlisi işkencelerle karşısına çıkanlara söylediği şu sözleri ise İslam'ı temsilinin önemli bir örneğidir: "Allah'a yemin ederim ki, bu işi kendi arzumla kabul etmiş olsam bile, yine de size istediğiniz anlamda yaranamayacağım. Nerede kaldı ki zorla, istemeye istemeye teklifinize muvafakat edeyim. Herhangi bir hususta vereceğim karar sizin arzularınızın hilafına olabilir. O zaman bana kızarsınız. Kızınca da beni Fırat nehrinde boğdurmak istersiniz. Boğulurum, fakat kararımı yine değiştirmem." (Hilafet ve Saltanat, sh. 368)
Vefatı
Ebu Hanife'nin vefaat tarihi belli olmakla beraber nasıl öldüğü veya katledildiği hususunda bir ittifak yoktur. Vefaat tarihinin H. 150 olduğunda kaynaklar müttefiktir.
Ebu Hanife'nin, halife Ebu Cafer el-Mansur'un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Fakat onun hapisteyken mi, yoksa hapisten çıktıktan sonra mı vefaat ettiği veya şehid edildiği ihtilaflıdır. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü aşırı işkenceler sonucu güçsüz düştüğü ve şehid edildiği bildirilmektedir. Ebu Hanife'nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek şehid edildiği hususunda da rivayetler vardır. Hatib el-Bağdadi: "Sahih olan onun hapisteyken şehid edildiği" diyor. Bağdadi'den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebu'l-Arab Muhammed ibnu Ahmed ibni Temim et-Temimi (Ö. 333), Kitabu'l-Mihen adlı eserinde, Ebu Hanife'nin zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir: "Bana bildirildiğine göre, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur'un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebu Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur içmesi için ısrar etti. Ebu Hanife sütü içti, sonra izin almadan Mansur'un yanından kalktı. Mansur nereye gittiğini sorunca, Ebu Hanife: "Senin gönderdiğin yere" cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü." (Benzer bir rivayet Saymeri, sh. 93'de geçer) Bu değişik rivayetler yüzünden Ebu Hanife'nin vefaat sebebi konusunda kesin bir hüküm verilemiyor.
Bütün teklif ve tehditlere rağmen, İslam'ı yönetim işlerinde geri plana iten bir yönetimin maşası olmaktan kaçınan bu büyük imam, yaşarken cahiliye karşısında yer aldığı gibi, vefatından sonra da bu görevini değişik bir tavırla yerine getirmeyi ihmal etmez. Her gün gördüğü işkencelerin hayatının sona ermesine yol açacağını anlayınca, sultanın gasbetmediği ve sahiplik iddiasında bulunmadığı bir yere defnedilmesini vasiyet eder. (Mezhepler Tarihi, sh. 236)
Cenazesi vasiyeti üzerine Bağdat'ta Hayzunan kabristanının doğu tarafına defnedildi. Yirmi gün süreyle insanların, kabri başında namazını kılmaya devam ettikleri, bu arada halife Ebu Cafer el-Mansur'un da kabri başına gelip namazını kıldığı rivayet edilmektedir. (Saymeri, sh. 63)
Eserleri
İmamı Azam Ebu Hanife'nin, günümüze kadar ulaşabilmiş eserleri pek fazla değildir. Bunların bir kısmının da ona ait olup olmadığı ihtilaflıdır. Bununla beraber talebeleri Ebu Yusuf ve bilhassa İmam Muhammed'in telif ettiği eserler, fıkhını ve çeşitli konulardaki görüşlerini zamanımıza kadar ulaştırmıştır. Ebu Hanife'nin yaşadığı devirde yazdırma usulü yaygın olduğu için hocalar genellikle kendileri yazmaz, talebelerine yazdırırlardı. Bu yüzden kendine isnad edilen eserlerin sayısı fazla değildir. Bu eserlerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
1. el-Fıkhu'l-Ekber
2. el-Fıkhu'l-Ebsat
3. Osman el-Betti'ye Risale
4. Osman el-Betti'ye diğer bir risale
5. el-Vasıyye
6. el-Vasıyye (oğlu Hammad'a)
7. el-Vasıyye (talebesi Yusuf ibnu Halid es-Semiti'ye)
8. el-Vasıyye (talebesi kadı Ebu Yusuf'a)
9. Müsnedu Ebi Hanife (Ebu Yusuf'un rivayetiyle)
Peygamber varisi Şehid İmam-ı Azam Ebu Hanife'yi rahmetle anıyoruz.
Doğumu Nesebi ve Künyesi
İmam-ı Azam Ebu Hanife, H. 80'de Kufe'de doğdu. Ebu Hanife künyesinin meşhur olmasının sebebi hakkında eski kaynaklarda yeterli bir açıklama yoktur. Ancak "Hanif" kelimesinin müennesi olan "Hanife" kelimesine nispetle bu künyenin, İslam'a tam gönül vermiş abid bir kimse olması veya Iraklılar arasında "Hanife" denilen bir divit veya yazı hokkasını devamlı yanında bulundurması sebebiyle verilmiş olduğu söylenmektedir. Hanife isminde bir kızı olduğundan bu künyeyle anıldığı söylenmişse de kabul görmemiştir.
İlmi Yetişmesi
Ebu Hanife Kufe'de yetişti. Gençliğinde kumaş ticaretiyle uğraştı. Bu ticaret onu ilimle uğraşmaktan alıkoymadı. Onu ilme teşvik edenin Şa'bi olduğu rivayet edilmektedir.
Ebu Hanife pek çok ilim halkasına katılmış ve değerli zatlardan ilim almış olmakla beraber, onun en uzun süre hocalığını Hammad ibnu Ebi Süleyman yapmıştır.
İmamı Azam Ebu Hanife'nin ilmi, hocası vasıtasıyla dört büyük sahabiye dayanmaktadır. Şöyle ki; Hz Peygamber'in vefatından sonra Kufe'ye yerleşmiş olan Ali ibnu Ebi Talip ve Abdullah ibnu Mes'ud'dan ilim alan Mesruk ibnu'l-Ecda (Ö. 63), Alkame ibnu Kays (Ö. 62) ve Şureyh (Ö. 80)'den Şa'bi ve İbrahim en-Nehai (Ö. 96) ders almışlar. Onlardan da Hammad ibnu Ebi Süleyman vasıtasıyla Ebu Hanife ilim almıştır. Ebu Hanife ayrıca Abdullah ibnu Abbas'ın kölesi İkrime ve Abdullah ibnu Ömer'in azatlı kölesi Nafi vasıtasıyla adı geçen sahabilerin ilimlerinden istifade etmiş, Mekke fatihi Ata ibnu Ebi Rebah (Ö. 114)'tan da uzun süre ders almıştır.
Çok sayıda hadisi şerif ezberleyen Ebu Hanife büyük bir hakim ve fikir adamı olarak yetişti. Üstün bir aklı ve herkesi şaşırtan bir zekası vardı. Fıkıh ilminde imkansız gibi görünen bir zamanda benzeri olmayan bir dereceye yükseldi.
Ders Vermeye Başlaması
İmamı Azam Ebu Hanife, on sekiz yıl boyunca kendisinden ilim öğrendiği hocası Hammad'ın en sevdiği talebelerinin başında geliyordu. Çünkü o, üstadının söylediklerini en iyi öğrenen ve hıfzeden talebesiydi. Bu yüzden hocası ders halkasının önünde, kendi hizasında ondan başkasının oturmasını yasaklamıştı.
Hammad'ın herhangi bir sebepten dolayı şehir dışında olduğu zamanlarda Ebu Hanife, kendisine vekaleten talebelere ders verirdi. Hatta fıkhi meselelerde sorulan sorulara cevap bile verirdi. Hocası Hammad geldiğinde o sorulara verdiği cevapların çoğunu tasdik ederdi.
Kufe'nin müftüsü olan hocası Hammad vefat edince, arkadaşları onun yerine oğlu İsmail'i geçirmek istediler. Fakat Hammad'ın oğlunun şiire, gece meclislerine, hikayeye düşkün olduğunu görünce, Ebu Hanife'nin ders vermesi hususunda ittifak ettiler. O da kabul etti.
Ebu Hanife zühd ve takvasıyla, üstün zekasıyla kendini etrafındakilere kabul ettirdi. Zamanla şöhreti arttı, ashabı çoğaldı, mecliste en geniş halkaya sahip oldu.
İmamı Azam'ın tedris faaliyetinde dikkat ettiği en önemli hususlardan biri de, talebeleriyle istişare yapmaktı. Onlarla istişare etmeksizin kendi başına bir içtihatta bulunmazdı. Müminler için nasihatta bulunurken katı davranmazdı.
Talebesi Züfer'den nakledilen şu rivayet de onun sabit fikirli olmadığını ortaya koyması ve istişareye verdiği önem bakımından dikkat çekicidir. Züfer şöyle der: "Ebu Hanife'nin derslerine devam ederdik, Ebu Yusuf ve Muhammed ibnu Hasan da bizimle birlikte okurlardı. Biz Ebu Hanife'nin görüşlerini yazardık. Bir gün Ebu Hanife, Ebu Yusuf'a hitaben: "Ey Yakub vay haline! Benden her işittiğini yazma. Ben bugün böyle düşünüyorum. Yarın onu bırakabilirim. Yarınki görüşümü ertesi gün terk edebilirim" dedi." (İbnu Muin, Tarih, II. Cilt, sh. 607; Bağdadi, Tarih, XIII. Cilt, sh. 402)
Yine onun: "Bu bizim söyleyebildiğimiz en güzel sözdür. Kim bizim sözümüzden daha doğru bir söz getirirse, o hakikate bizimkinden daha yakındır" dediği; "Senin bu verdiğin fetvalar doğruluğunda hiç şüphe olmayan hakikatler midir?" diye sorulunca da: "Bilmiyorum belki de yanlışlığında hiç şüphe olmayan yanlıştır" şeklinde karşılık verdiği nakledilmektedir. (Bağdadi, Tarih, XIII: Cilt, sh. 352)
Bütün bunlar onun serbest fikirli ve uzak görüşlü bir şahsiyet olduğuna, verdiği hükümlerle de kimseyi ilzam etmediğine işaret etmektedir. Nitekim kendinin hocalarına, talebelerinin de kendine karşı zaman zaman muhalefet ederek aynı meselelerde farklı hükümler verdikleri nadir olmayan olaylardandır.
Sünnet ve Hadis Konusundaki Tutumu
İmamı Azam Ebu Hanife'nin hadis ve sünneti teşri kaynağı olarak kabul etme konusunda diğer imamlardan farkı yoktur. O şöyle der: "Resulullah (s.a.s.)'in üzerinde konuştuğu her şey, biz duyalım, duymayalım, başımız ve gözümüz üstündedir. Buna inandık ve bunun Resulullah (s.a.s.)'in söylediği gibi olduğuna şehadet ederiz." (Ebu Hanife, el-Alim, sh. 27)
Ebu Hanife'nin istidlal kaynaklarını sayarken önce Allah'ın kitabına sonra Resulullah'ın sünnetine baktığı, sonra da sahabe kavlinden dilediğini tercih ettiği rivayet edilir. Kitap ve sünnette bulamadığı bir hususu son olarak sahabe kavillerinde araştırmakta, bunların dışındaki görüşleri bağlayıcı saymamaktadır.
Ebu Hanife, hadise muhalefet ithamlarını bizzat kendisi reddetmiştir. Rivayetlere göre bir meselede kendisine hadise muhalefet ettiği bildirilince, dayandığı hadisi zikrederek: "Allah, Resulüne muhalefet edene lanet etsin. Allah onunla bize ikram etti, bizi onunla kurtardı" demiştir. (İbnu Abdilberr, el-İntika, sh. 144)
Ebu Muti el-Belhi anlatıyor: "Bir gün Kufe camiinde Ebu Hanife'nin yanında oturuyordum. İçeriye Süfyanu's-Sevri, Mukatil ibnu Hayyan, Hammad ibnu Seleme, Caferu's-Sadık ve diğer alimler girdi. Ebu Hanife'yle konuşarak: "Bize ulaştığına göre, sen dinde çok kıyas yapıyormuşsun. Bu yüzden senin için endişeliyiz. Çünkü ilk kıyas yapan iblistir" dediler. Ebu Hanife onlarla Cuma sabahından öğle vaktine kadar münazara ederek görüşünü arz etti ve şöyle dedi: "Ben önce Allah'ın kitabıyla, sonra Resulünün sünnetiyle amel ederim. Daha sonra sahabenin üzerinde ittifak ettiği hükümleri, ihtilaf ettiği hükümlere takdim ederim. Ancak bundan sonra kıyas yaparım." Bunun üzerine hepsi kalkarak Ebu Hanife'nin elini öptüler ve: "Sen alimlerin efendisisin" dediler." (Şa'rani, Mizan, C. 1, sh. 53)
Ebu Hanife'nin hadis ve sünnete bağlılığını bunların dışında da birçok rivayet teyit etmektedir.
Sahabe Sözü ve Uygulaması Konusundaki Tutumu
İmamı Azam Ebu Hanife, Kur'an ve sünnetten sonra sahabe kavlini bağlayıcı görüyor, fakat kendine bunlar arasında tercih yapma hakkı tanıyordu. Ebu Hanife bu tercihi bazen şahıslar arasında, bazen de rivayetler arasında yapıyordu. Ebu Mutı' el-Belhi ile Ebu Hanife arasında geçtiği rivayet edilen şu konuşma bu konuda dikkat çekicidir. Ebu Mutı' ona: "Şayet senin görüşün Ebu Bekir'inkine zıt düşerse ne yaparsın?" diye sordu. O da: "Bu takdirde onun görüşünü alıp kendi görüşümden vazgeçerim. Yine Ömer'in, Osman'ın, Ali'nin görüşleri karşısında böyle yaparım. Ebu Hureyre, Enes ibnu Malik, Semure ibnu Cundeb hariç Hz. Peygamber'in bütün sahabilerinin görüşlerini kendi görüşlerime tercih ederim." (Şa'rani, Mizan, C. 1, sh. 53)
Beşeri Kanunlar ve Uygulayıcıları Karşısındaki Tavrı
Siyasi yapıda İslam'ın gün geçtikçe daha geri planlara itilerek, yerine saltanatın getirdiği beşeri unsurların hakim kılınması, Emevi idaresinin özellikle son yıllarında zirveye ulaşır. Bu, İslam'ın insanı ilgilendiren bütün alanlarda esas ve tek ölçü olması gerektiği hakikatinin idrakinde olmamaktan başka bir şey değildi. Diğer bir ifadeyle Müslümanlıklarını her vesileyle vurgulayan yöneticiler, Allah'ın hükümlerine şartsız itaat anlamına gelen İslam'ın siyasi boyutunu ihlal edip, itaatlerini sadece kişisel bazı ibadetlere münhasır kılıyorlardı. Ancak, İslam'ı yegane ölçü olarak almadıkları yönetimlerini halk nezdinde meşrulaştırmak ve halkın itaatini kazanabilmek için alimleri araç olarak kullanma politikalarını sürdürüyorlardı. Şüphesiz bu politikaya kananlar ve sırf iyi niyetlerinden dolayı böyle bir oyuna alet edildiklerinin farkına varamayanlar olmuştu. Ancak bazı şahsiyetler, yönetim işinde geri plana itilen İslam'ı bütün muhtevasıyla ortaya koyup, onun gerektirdiği itaatin alanlarını her şeye rağmen ifade etmekten çekinmediler. Siyasi ve askeri güçlerine rağmen, yöneticiler bu şahsiyetlerin söz ve tavırları karşısında korkulu rüyalar gördüler. Hiçbir zaman sayıları kesin olarak ifade edilemeyecek kadar çok olan, ancak coğrafyanın ve zamanın değişimine bağlı olarak genellikle tek kalan bu şahsiyetler arasında İmamı Azam da vardı.
Emevi ve Abbasi idarelerinin uygulamalarına bizzat tanık olan Ebu Hanife, zühd ve takvası sayesinde yönetimin maşası olmaktan kendini canı pahasına koruyabilmiş bir şahsiyettir. Kulların hakkını gözetmede kusur etmekten korktuğu için Emeviler kadar Abbasiler tarafından da ısrarlı şekilde teklif edilen kadılık görevini ve diğer şahsi menfaatlerin hepsini geri çevirmiştir.
Ebu Hanife, içinde bulunduğu şartlarda resmi görev almanın İslam'ı temsil etme ve uygulamaya aktarma imkanı sağlayamayacağını iyi fark eder. Bu nedenle resmi görev almanın, meşru olmayan işlere maşa olmaya neden olacağı kanaatine varır. Bu düşüncesini de hiçbir yoruma mahal bırakmayacak şekilde ifade eder. Bu manada kendinden çok değerli hediyeler karşılığında bazı isteklerde bulunan sultanı kastederek şunları söyler: "Eğer benden Vasıt mescidinin kapılarını saymamı isteseydi, onu bile kabul etmezdim. O halde nasıl olur da bir adamı idam etmek için hüküm vermemi ister ve bu hükümle onun boynunu vurmasına vesile olurum. Ben böyle bir hükmü ihtiva eden kararın altını nasıl mühürlerim! Vallahi ben böyle bir işe ölünceye kadar giremem." (Mezhepler Tarihi, sh. 231)
Devlet görevini kabul etmesi için değişik tekliflerle ve en önemlisi işkencelerle karşısına çıkanlara söylediği şu sözleri ise İslam'ı temsilinin önemli bir örneğidir: "Allah'a yemin ederim ki, bu işi kendi arzumla kabul etmiş olsam bile, yine de size istediğiniz anlamda yaranamayacağım. Nerede kaldı ki zorla, istemeye istemeye teklifinize muvafakat edeyim. Herhangi bir hususta vereceğim karar sizin arzularınızın hilafına olabilir. O zaman bana kızarsınız. Kızınca da beni Fırat nehrinde boğdurmak istersiniz. Boğulurum, fakat kararımı yine değiştirmem." (Hilafet ve Saltanat, sh. 368)
Vefatı
Ebu Hanife'nin vefaat tarihi belli olmakla beraber nasıl öldüğü veya katledildiği hususunda bir ittifak yoktur. Vefaat tarihinin H. 150 olduğunda kaynaklar müttefiktir.
Ebu Hanife'nin, halife Ebu Cafer el-Mansur'un kadılık teklifini kabul etmeyince kırbaçlandığı ve hapse atıldığı kaynaklarda zikredilmektedir. Fakat onun hapisteyken mi, yoksa hapisten çıktıktan sonra mı vefaat ettiği veya şehid edildiği ihtilaflıdır. Bazı kaynaklarda hapisteyken gördüğü aşırı işkenceler sonucu güçsüz düştüğü ve şehid edildiği bildirilmektedir. Ebu Hanife'nin hapisten çıktıktan sonra, zehirlenerek şehid edildiği hususunda da rivayetler vardır. Hatib el-Bağdadi: "Sahih olan onun hapisteyken şehid edildiği" diyor. Bağdadi'den bir buçuk asır önce yaşamış, Ebu'l-Arab Muhammed ibnu Ahmed ibni Temim et-Temimi (Ö. 333), Kitabu'l-Mihen adlı eserinde, Ebu Hanife'nin zehirlenmesiyle ilgili şu bilgiyi verir: "Bana bildirildiğine göre, Ebu Hanife, Ebu Cafer el-Mansur'un talebi üzerine yanına gitti, içeri girdi. Mansur onun için zehirli bir süt hazırlatmıştı. Ebu Hanife yanına oturunca Mansur sütü getirterek içmesini istedi. Ebu Hanife yaşlılığından dolayı sütün midesine dokunacağını söyleyerek içmek istemedi. Mansur içmesi için ısrar etti. Ebu Hanife sütü içti, sonra izin almadan Mansur'un yanından kalktı. Mansur nereye gittiğini sorunca, Ebu Hanife: "Senin gönderdiğin yere" cevabını verdi ve oradan ayrıldı. Kısa bir zaman sonra o süt yüzünden zehirlenerek öldü." (Benzer bir rivayet Saymeri, sh. 93'de geçer) Bu değişik rivayetler yüzünden Ebu Hanife'nin vefaat sebebi konusunda kesin bir hüküm verilemiyor.
Bütün teklif ve tehditlere rağmen, İslam'ı yönetim işlerinde geri plana iten bir yönetimin maşası olmaktan kaçınan bu büyük imam, yaşarken cahiliye karşısında yer aldığı gibi, vefatından sonra da bu görevini değişik bir tavırla yerine getirmeyi ihmal etmez. Her gün gördüğü işkencelerin hayatının sona ermesine yol açacağını anlayınca, sultanın gasbetmediği ve sahiplik iddiasında bulunmadığı bir yere defnedilmesini vasiyet eder. (Mezhepler Tarihi, sh. 236)
Cenazesi vasiyeti üzerine Bağdat'ta Hayzunan kabristanının doğu tarafına defnedildi. Yirmi gün süreyle insanların, kabri başında namazını kılmaya devam ettikleri, bu arada halife Ebu Cafer el-Mansur'un da kabri başına gelip namazını kıldığı rivayet edilmektedir. (Saymeri, sh. 63)
Eserleri
İmamı Azam Ebu Hanife'nin, günümüze kadar ulaşabilmiş eserleri pek fazla değildir. Bunların bir kısmının da ona ait olup olmadığı ihtilaflıdır. Bununla beraber talebeleri Ebu Yusuf ve bilhassa İmam Muhammed'in telif ettiği eserler, fıkhını ve çeşitli konulardaki görüşlerini zamanımıza kadar ulaştırmıştır. Ebu Hanife'nin yaşadığı devirde yazdırma usulü yaygın olduğu için hocalar genellikle kendileri yazmaz, talebelerine yazdırırlardı. Bu yüzden kendine isnad edilen eserlerin sayısı fazla değildir. Bu eserlerin başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz.
1. el-Fıkhu'l-Ekber
2. el-Fıkhu'l-Ebsat
3. Osman el-Betti'ye Risale
4. Osman el-Betti'ye diğer bir risale
5. el-Vasıyye
6. el-Vasıyye (oğlu Hammad'a)
7. el-Vasıyye (talebesi Yusuf ibnu Halid es-Semiti'ye)
8. el-Vasıyye (talebesi kadı Ebu Yusuf'a)
9. Müsnedu Ebi Hanife (Ebu Yusuf'un rivayetiyle)
Mahkemelerin Kararttığı Hayatlar İstiklâl Mahkemeleri nden bahis açıyoruz
Mahkemelerin Kararttığı Hayatlar
Bir sel gelir 1920'li yıllarda. Önüne aldığı birçok âlim ve masum insanı alır götürür. Geriye hiç dokunulmayan, her anımsayışta kanayan ve sessizce konuşulan hikâyeler kalır...
İstiklâl Mahkemeleri'nden bahis açıyoruz...
Bir sel gelir 1920'li yıllarda. Önüne aldığı birçok âlim ve masum insanı alır götürür. Geriye hiç dokunulmayan, her anımsayışta kanayan ve sessizce konuşulan hikâyeler kalır... İstiklâl Mahkemeleri'nden bahis açıyoruz...
Herkesin korkup köşelerine çekildiği bir zamandır 1920-1927 tarihleri. İstiklâl Mahkemeleri'nin kurulduğu bu zaman dilimi, Cumhuriyet tarihinde en çok tutuklamanın yapıldığı yıllardır. Bu dönemde hiçbir menfi harekete bulaşmadan sadıkane yolunda yürüyenler ne yazık ki mazlum oldular. Üstad Necip Fazıl Kısakürek, 1969 yılında yazdığı 'Son Devrin Mazlumları' kitabının takdim kısmında bu insanlar için "Bu eser, tarih boyunca büyük mazlumlardan sonra 'beklenmesi ve ona eklenmesi' gereken bir bahsi çerçeveliyor. İman ve ideal uğrunda umumi mazlumluk davasının çok yakından, öz hayatımızdan, yakın tarihimizden ele alınması ve hususi planda gösterilmesi..." ifadelerini kullanır. Necip Fazıl, pek çok kalemin yazmaktan çekindiği din mazlumlarından Ulu Hakan Abdülhamit, Şeyh Sait, İskilipli Atıf Hoca, Esad Erbilî Hazretleri, Bediüzzaman Said Nursî ve Dersim mağdurlarının yaşadıklarını şahitlerden de dinledikleriyle cesur bir dille anlatır. Var olan bilgilerin üstüne yenilerinin de eklenmesi gerektiğini düşünen Necip Fazıl, bu büyük bahsin öne çıkan isimlerinin hikâyelerini kaleme alırken gelecek nesillere de yol gösterir: "Siz de ekleyin, dile getirin!"
Bugün Dersim ve 12 Eylül arşivlerini okuyan, şahitlerini dinleyen Türkiye, tarih kitaplarında yer bulamayan İstiklâl Mahkemeleri'ni de yeniden konuşuyor. Zira idamlar neticesinde hapishanelerde hayatı bitirilen ya da sürgüne gönderilen bu insanların hayatları ve geride bıraktıkları hâlâ tarihin karanlık sayfalarında yer alıyor. Üstad Bediüzzaman Said Nursî de aynı yargılama sürecinde idam edilmese de 1926'dan 1934'e kadar insanlarla irtibatı kesilir, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyü olan Barla'da göz hapsinde tutulur. Bizler bu dönemin en meşhur şahsiyeti İskilipli Atıf Hoca'nın hayatını Mesut Uçakan'ın çektiği 'Kelebekler Sonsuza Uçar' filminden ve hakkında yazılan kitaplardan az da olsa biliyoruz. Fakat ya diğerleri? Onlar hakkında neler biliyoruz?
Saydığımız isimlerin hikâyelerine geçmeden önce İstiklâl Mahkemeleri'nin tarihçesini kendi şartlarında okumaya çalışmak istiyoruz. Çünkü Millî Mücadele dönemi ve sonrası Anadolu halkı için maddî ve manevî her açıdan zorlu bir süreci içerir. Bu sebeple yurdun dört bir yanında düşmanla mücadele eden Ankara hükümeti, meşru sınırları çizmek için uğraşır. Bu sırada huzur ve güvenliği sağlamak, asker kaçaklığının önüne geçmek, düzenli orduyu kurmak için merkezi otoriteyi gerçekleştirecek bir metot aranır. Otorite için devrim yöntemleri çare görülür. 29 Nisan 1920'de Mehmet Şükrü Bey'in TBMM'ye verdiği önergeyle 'Hıyanet-i Vataniye Kanunu' kabul edilir. Tehdit unsuru sayılan hareketlere karşı daha sıkı tedbir almak isteyen Dr. Tevfik Rüştü Bey, Mustafa Kemal'e İhtilâl Mahkemeleri kurulması için bir öneri verir. Özel kanunla belirlenen mahkemenin adı daha sonra İstiklâl Mahkemeleri olarak değiştirilir. Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa da 14 İstiklâl Mahkemesi kurulması için öneride bulunur ve mahkemeler Temmuz 1921-Ekim 1923 tarihleri arasında çalışır. İlk olarak Kastamonu, Konya, Samsun ve Yozgat'da kurulir ve 17 Şubat 1921'e kadar yaklaşık beş ay kadar çalışır. Bu dönemde casus, bozguncu, eşkıya, hain, asker ailelerine tecavüz edenler en ağır şekilde cezalandırılır. Çerkez Ethem, Atatürk'e suikast, komünist kuruluşlar gibi davalara bakılır. Sonuçta 54 bin insan yargılanır, 1054 insan idam edilir, 43 bin kişi ise sürgün ve hapis cezası alır.
1923'te tekrar açılan ikinci dönem İstiklâl Mahkemeleri, 1927'ye kadar faaliyet gösterir. Bu mahkemelerdeyse asker kaçakları, Kurtuluş Savaşı'nda düşmana yardım edenler ve isyan çıkaranlar yargılanır. Mahkeme, 29 Haziran 1925 tarihinde Diyarbakır'da Şeyh Sait ve 46 destekçisini idam eder. Sonrasında ise Cumhuriyet'in ilanını eleştirenleri, hilafet ve saltanat propagandası yapanları yargılamak için İstanbul ve Ankara İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Ulusal otoriteyi sağlamak için kurulan bu mahkemeler bir süre sonra binlerce masum ve mazlum insanın idam edildiği bir yapı haline gelir. Ankara İstiklâl Mahkemeleri'nin Başkanı Ali Çetinkaya nam-ı diğer Kel Ali, savcısı Necip Ali Küçüka ve üyesi Kılıç Ali'dir. İşte bu 'Üç Ali', yapılan birçok haksız yargılamayla hafızalara kazınır. İstiklâl Mahkemeleri'nin en temel özelliği ise yargılananların itiraz yani temyiz hakkının bulunmamasıdır. Mahkemelerde yargılananların birçoğu aynı gün içerisinde tutuklanır, yargılanır, cezalarını alır ve idam edilir. Ali Çetinkaya'nın Ankara İstiklâl Mahkemesi ceza dağılım cetveline göre vicahen, gıyaben ve müeccelen verdiği idam kararlarının toplamı 2470'tir. Salben (asılarak) gerçekleştirilen idamlarda kadrolu olarak görevlendirilen Keskinli Cellât Kara Ali, Tanin gazetesinde kendisiyle yapılan bir röportajda: "Ben Ankara'da 6128 kişinin sehpada ipini çekmişim." der.
Birçok âlim ve münevver insan idam edilirken dillerinde sadece duaları vardı. Geride ise memleketini terk etmek ya da soy ismini değiştirmek zorunda kalan aileleri. Şimdi, mağdur olan binlerce kişiden sadece birkaçının yaşadığı trajediye ayna tutalım...
HEM DİN ÂLİMİ HEM
AKTİVİST: İSKİLİPLİ ATIF HOCA
Cellâdı Kara Ali midir bilinmez ama bu dönemde idam edilenler arasında öne çıkan ilk isim şüphesiz 82 yıl sonra mezarı bulunan İskilipli Atıf Hoca'dır. Fatih Dersiamı, medaris müfettişi, Kabataş idadisi Arapça öğretmenliğinin dışında hem fikir üreten hem eylemlere katılan bir aktivisttir o. Aynı zamanda 15 Mayıs 1919 İzmir işgalini Beyoğlu'ndaki İngiliz elçiliğinde protesto eden ilk aydın, Milli Mücadele'yi canı yürekten destekleyen bir vatanperverdir. Bediüzzaman, Mehmet Âkif, Ahıskalı Ali Haydar, Eşref Edip ve Ali Şükrü ile birlikte aktüel yazılar yazar. Batılılaşmayı eleştiren 'Frenk Mukallitliği' kitabını Şapka Kanunu'ndan tam 18 ay önce yazdığı halde, söz konusu kanuna muhalif olduğu gerekçe gösterilerek 7 Aralık 1925'te evinden alınarak Ankara'ya gönderilir. "Baba beni kimlere bırakıp da gidiyorsun?" diye ağlayan kızı Ayşe Melahat, babasını en son o gün görür. 3 Şubat 1926 tarihinin gecesinde İskilipli Atıf Hoca dört sayfalık savunmasını hazırlar. Rivayete göre ranzaya yaslandığında Peygamber Efendimiz'i (sav) rüyasında görür. Resûlullah'ın "Atıf, neden bize kavuşmayı erteliyorsun?" hitabıyla uyanınca savunmasını yırtıp atar. Dört gün içine sıkıştırılan dört duruşmadan sonra 4 Şubat 1926'da eski meclisin önünde Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile birlikte asılarak idam edilir. Yıllarca baskı altında kalan akrabaları da resmî platformlarda İskilipli Atıf'ın adını ağızlarına alamaz, köylerini terk eder. Birçoğu gibi naaşı ve mezarı ailesinden saklanır. Kabri, daha 2009'da eski Hatay Milletvekili Mehmet Sılay tarafından bulunur, cenaze namazı kılınır.
ŞEYH ESAD ERBİLİ HAZRETLERİ
Anne ve baba tarafından seyyid olan Erbilli Şeyh Esad Efendi'nin dedesi Şeyh Hidayetullah Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdadi Hazretleri'nin Erbil Halifesi'dir. Hem Nakşî hem de Kadiri icazeti alan bir âlimdir. 1883'de İstanbul'a gelir. Fatih Camii'nde ders okutur. Ünü kısa zamanda yayılan Erbilî Hazretleri'ni Abdülhamid Han'ın damadı Halid Paşa saraya davet eder, sohbetlerinden istifade eder. İstanbul'da bütün tarikatları aynı çatı altında toplayan heyetin isteğiyle Şeyhler Heyeti'nin reisi seçilir. Cumhuriyet'ten sonra bir kenara çekilir, zikir ve ayini terk eder. Yalnız ilmî ve dinî sohbetler yapar. 1925'te İstiklâl Mahkemeleri ile başlayan rüzgâr onu da içine alır. Zira 1930'da özellikle Nakşîler aleyhinde kampanyalar başlar. Menemen olayında ise bir numaralı suçlu olarak gösterilir. Başlarına gelecekleri fark eden oğlu Ali Efendi babasına, "Babacığım, ben havayı beğenmiyorum. Etrafımızda uğursuz gölgeler dolaşıyor. Evimiz ve sokağımız tarassut altında. Bir tedbir alalım. Mesela köşkteki kalabalığı dağıtalım, onları memleketlerine gönderelim. Biz de göz önünden silinelim." der. Esad Erbili Hazretleri ise acı bir tebessümle şu cevabı verir: "Allah'ın takdiri neyse o olacaktır. Bana öyle geliyor ki, ok yaydan çıkmış ve hakkımızda karar alınmıştır. Yani tedbir zamanı geçmiştir." 23 Aralık 1930'da tutuklanır, Menemen'e sevk edilir. İdam talebiyle yargılanır fakat o sırada yaşı 90'ı geçtiği için yürümekte bile zorlanıyordur. Cezası müebbede çevrilir. Oğlu Ali Efendi ise idam edilir. Üremi tedavisi için Menemen'e askerî hastaneye gönderilir. Tedavisi devam ederken 4 Mart gecesinde vefat eder. İddialara göre damar içi enjeksiyon ile zehirlendiği söylenir. Cenazesi ailesine verilmez, Menemen'de defnedilir.
MEVLEVÎ İBRAHİM HAKKI EFENDİ
Boranın ortalığı kavurduğu bu dönemin başka bir şehidi de Mevlevî İbrahim Hakkı Efendi'dir. Erzincanlı Mevlevî Şeyhi İbrahim Hakkı Efendi, vaaz ve eserleriyle halk arasında çok sevilen bir ilim adamı, Sultan Abdülhamit ve Reşad döneminde saray vaizidir. 1915'de Erzincan ve çevresinde topladığı Mevlevî gönüllüleriyle gittiği Kanal Savaşı'ndaki mücahitlerdendir. Cevval biri olarak bilinir. Atıf Hoca'nın idamından 4 ay sonra Erzincan'a gelen İstiklâl Mahkemeleri, Ankara'dan aldığı emirle İbrahim Hakkı Efendi'yi arar ama bulamaz. Gıyabında gerçekleşen tek celsede, asılarak idam kararı çıkar. Bu sırada Kemah'taki köyünde olan İbrahim Hakkı, askerlerin geleceği gün rüyasında Peygamber Efendimiz'i (sav) görür ve ailesiyle helalleşir. Sabah ezanı okunduktan sonra namaza durur. İkinci rekâtta secdede ruhunu Rahman'a teslim eder. Hakkında arama emri bulunduğu için oğlu babasının vefatını jandarmaya haber verir. Seyyar mahkeme doğrulatmak için bir heyet gönderir. Mezarın açılmasını isteyen askere köylü karşı çıkar ama beş gün önce defnedilen cenazenin yüzü açtırılır, köylüye onaylatılır. Kefeniyle birlikte çıkarılan cenaze kurulan darağacında asılır. Kemah Nahiye Müdürü'nün "Adamcağız zaten ölmüş niye asıyorsunuz?"sorusuna verilen cevap şöyledir: "Mahkeme asılarak idamına karar vermiş. Biz kararı yerine getiriyoruz."
'VERGİ DE VERECEĞUZ, SERPUŞ DA GİYECEĞUZ'
Rize'de ise başka bir vahim tablo vardır. Modernleşmenin simgesi olan şapkayı giymek istemeyen kentin kıyıları bomba altında bırakılır. Bu görev ise Balkan Savaşları'nın ünlü Hamidiye zırhlısına verilir. İki gün süren top atışından sonra Rize'ye gezici İstiklâl Mahkemesi gelir. Top atışıyla ölen ve yaralananların dışında 143 kişi bu mahkemede yargılanır. Bir günde yapılan yargılamada 8 kişiye idam cezası verilir ve infazlar gerçekleştirilir. 55 kişi de farklı hapis cezalarına çarptırılır. Bu ailelerin birçoğu korkudan soyadlarını değiştirir. Köylüler o gün söyledikleri bir deyimle yaşananların ironisini de ortaya koyar: "Atma Hamidiye atma, vergi de vereceğuz, serpuş da giyeceğuz."
'BENİM ADIM MAŞALLAH!
ŞAPKA GİYMEM İNŞALLAH!'
Kurtuluş Savaşı'nda kahramanlığıyla bilinen Maraş'ta ise Cuma namazından sonra halk şapkayı protesto eder. Halkı kuşatan asker camiye sığınanları teslim alır. Tutuklanan 63 kişi zincirlenerek Adana'ya sevk edilir. Mahkûmlar öyle bir haldedirler ki biri düşse hepsinin canı yanar. Adana'da kaldıkları hücrede ise hayvan bile barınamaz. Bu muamele sebebiyle tutuklu Maraşlılar, Milli Mücadele döneminde başlarına taç ettikleri mahkeme reisi Kılıç Ali'ye "Şimdi bizi bu pislik kuyusuna atmayı nasıl reva görüyorsunuz?" der. Kılıç Ali'nin cevabı ise "Sabırlı olunuz, yakında hepinizi kurtaracağım." olur. Ama tutukluların birçoğu idam edilir. Aralarında ise ağzından eksik etmediği 'Maşallah' kelimesiyle bilinen Maşallah Ali Efendi'ye son kez şapka giyip giymeyeceği sorulur. Ali Efendi şehadet getirdikten sonra şöyle der: "Benim adım Maşallah! Şapka giymem inşallah!"
Habere Necip Fazıl'ın tavsiyesiyle başladık, bu süreci anlatan ve başka da söze gerek bırakmayan bir cümlesiyle bitirelim istiyoruz: "Bunların hikâyesini anlatmak ve dinlemek bile bana giran geliyor, azap veriyor. Zulüm gölünün neresinden bir bardak veya bir yüksük su alınsa tahlilleri birbirinin aynı çıkar." a.tosun@zaman.com.tr
KAYNAKÇA: Necip Fazıl Kısakürek–Son Devrin Din Mazlumları, Mehmet Sılay-İskilipli Atıf Hoca, Ahmet Turan Alkan-İstiklâl Mahkemeleri ve Sivas'ta Şapka İnkılâbı Duruşmaları, M. Çetin Baydar–Şapka
İstiklâl Mahkemeleri'nde idam edilen tek kadın
İstiklâl Mahkemeleri'nde birçok insanın şapka yüzünden asıldığı bilinir ama biri var ki onun hikâyesine akıl sır erdiremiyor insan. 24 Kasım 1925'te Kahramanmaraş'ta kurulan 23 darağacında bir de kadın vardır: Şalcı Şöhret Bacı. Erzurum'da yetim çocuklarına bakmak için el işi şal örüp çarşıda satan bir annedir o. Devlet birden şapka giymeyi emredince, yayılan dedikodularla birlikte Maraş halkı protesto amacıyla şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. O esnada kadınlar hamamından çıkan Şöhret Bacı'ya "Senin oğlanlar hükümeti taşa tutuyor, git onlara sahip ol." der biri. Fevri bir kadındır Şalcı Bacı. Bohçasıyla hamamdan dışarı fırladığı gibi hükümet konağının önüne gider. Asker ve halk arasında sürtüşme olduğunu görünce evlatlarını aramaya başlar. Bulamayınca, oğullarını askerlerin teslim aldığını düşünür. Annelik duygusuyla bağırarak bohçasındaki takunyaları askerlere fırlatır ve şapka hakkında kötü sözler sarf eder. Ne olduğunu anlamadan tutuklanır, yargılanır ve 22 erkekle birlikte asılır. Rivayete göre, "Ben hatun kişiyim, şapkayla ne işim olur?" dese de dinletemez kimseye. İdam edilirken kadın olduğu anlaşılmasın diye başına çuval geçirilir. Bu süreçte idam edilen ilk ve tek kadın olur.
İstiklâl Mahkemeleri'nden bahis açıyoruz...
Bir sel gelir 1920'li yıllarda. Önüne aldığı birçok âlim ve masum insanı alır götürür. Geriye hiç dokunulmayan, her anımsayışta kanayan ve sessizce konuşulan hikâyeler kalır... İstiklâl Mahkemeleri'nden bahis açıyoruz...
Herkesin korkup köşelerine çekildiği bir zamandır 1920-1927 tarihleri. İstiklâl Mahkemeleri'nin kurulduğu bu zaman dilimi, Cumhuriyet tarihinde en çok tutuklamanın yapıldığı yıllardır. Bu dönemde hiçbir menfi harekete bulaşmadan sadıkane yolunda yürüyenler ne yazık ki mazlum oldular. Üstad Necip Fazıl Kısakürek, 1969 yılında yazdığı 'Son Devrin Mazlumları' kitabının takdim kısmında bu insanlar için "Bu eser, tarih boyunca büyük mazlumlardan sonra 'beklenmesi ve ona eklenmesi' gereken bir bahsi çerçeveliyor. İman ve ideal uğrunda umumi mazlumluk davasının çok yakından, öz hayatımızdan, yakın tarihimizden ele alınması ve hususi planda gösterilmesi..." ifadelerini kullanır. Necip Fazıl, pek çok kalemin yazmaktan çekindiği din mazlumlarından Ulu Hakan Abdülhamit, Şeyh Sait, İskilipli Atıf Hoca, Esad Erbilî Hazretleri, Bediüzzaman Said Nursî ve Dersim mağdurlarının yaşadıklarını şahitlerden de dinledikleriyle cesur bir dille anlatır. Var olan bilgilerin üstüne yenilerinin de eklenmesi gerektiğini düşünen Necip Fazıl, bu büyük bahsin öne çıkan isimlerinin hikâyelerini kaleme alırken gelecek nesillere de yol gösterir: "Siz de ekleyin, dile getirin!"
Bugün Dersim ve 12 Eylül arşivlerini okuyan, şahitlerini dinleyen Türkiye, tarih kitaplarında yer bulamayan İstiklâl Mahkemeleri'ni de yeniden konuşuyor. Zira idamlar neticesinde hapishanelerde hayatı bitirilen ya da sürgüne gönderilen bu insanların hayatları ve geride bıraktıkları hâlâ tarihin karanlık sayfalarında yer alıyor. Üstad Bediüzzaman Said Nursî de aynı yargılama sürecinde idam edilmese de 1926'dan 1934'e kadar insanlarla irtibatı kesilir, kuş uçmaz kervan geçmez bir dağ köyü olan Barla'da göz hapsinde tutulur. Bizler bu dönemin en meşhur şahsiyeti İskilipli Atıf Hoca'nın hayatını Mesut Uçakan'ın çektiği 'Kelebekler Sonsuza Uçar' filminden ve hakkında yazılan kitaplardan az da olsa biliyoruz. Fakat ya diğerleri? Onlar hakkında neler biliyoruz?
Saydığımız isimlerin hikâyelerine geçmeden önce İstiklâl Mahkemeleri'nin tarihçesini kendi şartlarında okumaya çalışmak istiyoruz. Çünkü Millî Mücadele dönemi ve sonrası Anadolu halkı için maddî ve manevî her açıdan zorlu bir süreci içerir. Bu sebeple yurdun dört bir yanında düşmanla mücadele eden Ankara hükümeti, meşru sınırları çizmek için uğraşır. Bu sırada huzur ve güvenliği sağlamak, asker kaçaklığının önüne geçmek, düzenli orduyu kurmak için merkezi otoriteyi gerçekleştirecek bir metot aranır. Otorite için devrim yöntemleri çare görülür. 29 Nisan 1920'de Mehmet Şükrü Bey'in TBMM'ye verdiği önergeyle 'Hıyanet-i Vataniye Kanunu' kabul edilir. Tehdit unsuru sayılan hareketlere karşı daha sıkı tedbir almak isteyen Dr. Tevfik Rüştü Bey, Mustafa Kemal'e İhtilâl Mahkemeleri kurulması için bir öneri verir. Özel kanunla belirlenen mahkemenin adı daha sonra İstiklâl Mahkemeleri olarak değiştirilir. Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa da 14 İstiklâl Mahkemesi kurulması için öneride bulunur ve mahkemeler Temmuz 1921-Ekim 1923 tarihleri arasında çalışır. İlk olarak Kastamonu, Konya, Samsun ve Yozgat'da kurulir ve 17 Şubat 1921'e kadar yaklaşık beş ay kadar çalışır. Bu dönemde casus, bozguncu, eşkıya, hain, asker ailelerine tecavüz edenler en ağır şekilde cezalandırılır. Çerkez Ethem, Atatürk'e suikast, komünist kuruluşlar gibi davalara bakılır. Sonuçta 54 bin insan yargılanır, 1054 insan idam edilir, 43 bin kişi ise sürgün ve hapis cezası alır.
1923'te tekrar açılan ikinci dönem İstiklâl Mahkemeleri, 1927'ye kadar faaliyet gösterir. Bu mahkemelerdeyse asker kaçakları, Kurtuluş Savaşı'nda düşmana yardım edenler ve isyan çıkaranlar yargılanır. Mahkeme, 29 Haziran 1925 tarihinde Diyarbakır'da Şeyh Sait ve 46 destekçisini idam eder. Sonrasında ise Cumhuriyet'in ilanını eleştirenleri, hilafet ve saltanat propagandası yapanları yargılamak için İstanbul ve Ankara İstiklâl Mahkemeleri kurulur. Ulusal otoriteyi sağlamak için kurulan bu mahkemeler bir süre sonra binlerce masum ve mazlum insanın idam edildiği bir yapı haline gelir. Ankara İstiklâl Mahkemeleri'nin Başkanı Ali Çetinkaya nam-ı diğer Kel Ali, savcısı Necip Ali Küçüka ve üyesi Kılıç Ali'dir. İşte bu 'Üç Ali', yapılan birçok haksız yargılamayla hafızalara kazınır. İstiklâl Mahkemeleri'nin en temel özelliği ise yargılananların itiraz yani temyiz hakkının bulunmamasıdır. Mahkemelerde yargılananların birçoğu aynı gün içerisinde tutuklanır, yargılanır, cezalarını alır ve idam edilir. Ali Çetinkaya'nın Ankara İstiklâl Mahkemesi ceza dağılım cetveline göre vicahen, gıyaben ve müeccelen verdiği idam kararlarının toplamı 2470'tir. Salben (asılarak) gerçekleştirilen idamlarda kadrolu olarak görevlendirilen Keskinli Cellât Kara Ali, Tanin gazetesinde kendisiyle yapılan bir röportajda: "Ben Ankara'da 6128 kişinin sehpada ipini çekmişim." der.
Birçok âlim ve münevver insan idam edilirken dillerinde sadece duaları vardı. Geride ise memleketini terk etmek ya da soy ismini değiştirmek zorunda kalan aileleri. Şimdi, mağdur olan binlerce kişiden sadece birkaçının yaşadığı trajediye ayna tutalım...
HEM DİN ÂLİMİ HEM
AKTİVİST: İSKİLİPLİ ATIF HOCA
Cellâdı Kara Ali midir bilinmez ama bu dönemde idam edilenler arasında öne çıkan ilk isim şüphesiz 82 yıl sonra mezarı bulunan İskilipli Atıf Hoca'dır. Fatih Dersiamı, medaris müfettişi, Kabataş idadisi Arapça öğretmenliğinin dışında hem fikir üreten hem eylemlere katılan bir aktivisttir o. Aynı zamanda 15 Mayıs 1919 İzmir işgalini Beyoğlu'ndaki İngiliz elçiliğinde protesto eden ilk aydın, Milli Mücadele'yi canı yürekten destekleyen bir vatanperverdir. Bediüzzaman, Mehmet Âkif, Ahıskalı Ali Haydar, Eşref Edip ve Ali Şükrü ile birlikte aktüel yazılar yazar. Batılılaşmayı eleştiren 'Frenk Mukallitliği' kitabını Şapka Kanunu'ndan tam 18 ay önce yazdığı halde, söz konusu kanuna muhalif olduğu gerekçe gösterilerek 7 Aralık 1925'te evinden alınarak Ankara'ya gönderilir. "Baba beni kimlere bırakıp da gidiyorsun?" diye ağlayan kızı Ayşe Melahat, babasını en son o gün görür. 3 Şubat 1926 tarihinin gecesinde İskilipli Atıf Hoca dört sayfalık savunmasını hazırlar. Rivayete göre ranzaya yaslandığında Peygamber Efendimiz'i (sav) rüyasında görür. Resûlullah'ın "Atıf, neden bize kavuşmayı erteliyorsun?" hitabıyla uyanınca savunmasını yırtıp atar. Dört gün içine sıkıştırılan dört duruşmadan sonra 4 Şubat 1926'da eski meclisin önünde Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile birlikte asılarak idam edilir. Yıllarca baskı altında kalan akrabaları da resmî platformlarda İskilipli Atıf'ın adını ağızlarına alamaz, köylerini terk eder. Birçoğu gibi naaşı ve mezarı ailesinden saklanır. Kabri, daha 2009'da eski Hatay Milletvekili Mehmet Sılay tarafından bulunur, cenaze namazı kılınır.
ŞEYH ESAD ERBİLİ HAZRETLERİ
Anne ve baba tarafından seyyid olan Erbilli Şeyh Esad Efendi'nin dedesi Şeyh Hidayetullah Efendi, Mevlânâ Halid-i Bağdadi Hazretleri'nin Erbil Halifesi'dir. Hem Nakşî hem de Kadiri icazeti alan bir âlimdir. 1883'de İstanbul'a gelir. Fatih Camii'nde ders okutur. Ünü kısa zamanda yayılan Erbilî Hazretleri'ni Abdülhamid Han'ın damadı Halid Paşa saraya davet eder, sohbetlerinden istifade eder. İstanbul'da bütün tarikatları aynı çatı altında toplayan heyetin isteğiyle Şeyhler Heyeti'nin reisi seçilir. Cumhuriyet'ten sonra bir kenara çekilir, zikir ve ayini terk eder. Yalnız ilmî ve dinî sohbetler yapar. 1925'te İstiklâl Mahkemeleri ile başlayan rüzgâr onu da içine alır. Zira 1930'da özellikle Nakşîler aleyhinde kampanyalar başlar. Menemen olayında ise bir numaralı suçlu olarak gösterilir. Başlarına gelecekleri fark eden oğlu Ali Efendi babasına, "Babacığım, ben havayı beğenmiyorum. Etrafımızda uğursuz gölgeler dolaşıyor. Evimiz ve sokağımız tarassut altında. Bir tedbir alalım. Mesela köşkteki kalabalığı dağıtalım, onları memleketlerine gönderelim. Biz de göz önünden silinelim." der. Esad Erbili Hazretleri ise acı bir tebessümle şu cevabı verir: "Allah'ın takdiri neyse o olacaktır. Bana öyle geliyor ki, ok yaydan çıkmış ve hakkımızda karar alınmıştır. Yani tedbir zamanı geçmiştir." 23 Aralık 1930'da tutuklanır, Menemen'e sevk edilir. İdam talebiyle yargılanır fakat o sırada yaşı 90'ı geçtiği için yürümekte bile zorlanıyordur. Cezası müebbede çevrilir. Oğlu Ali Efendi ise idam edilir. Üremi tedavisi için Menemen'e askerî hastaneye gönderilir. Tedavisi devam ederken 4 Mart gecesinde vefat eder. İddialara göre damar içi enjeksiyon ile zehirlendiği söylenir. Cenazesi ailesine verilmez, Menemen'de defnedilir.
MEVLEVÎ İBRAHİM HAKKI EFENDİ
Boranın ortalığı kavurduğu bu dönemin başka bir şehidi de Mevlevî İbrahim Hakkı Efendi'dir. Erzincanlı Mevlevî Şeyhi İbrahim Hakkı Efendi, vaaz ve eserleriyle halk arasında çok sevilen bir ilim adamı, Sultan Abdülhamit ve Reşad döneminde saray vaizidir. 1915'de Erzincan ve çevresinde topladığı Mevlevî gönüllüleriyle gittiği Kanal Savaşı'ndaki mücahitlerdendir. Cevval biri olarak bilinir. Atıf Hoca'nın idamından 4 ay sonra Erzincan'a gelen İstiklâl Mahkemeleri, Ankara'dan aldığı emirle İbrahim Hakkı Efendi'yi arar ama bulamaz. Gıyabında gerçekleşen tek celsede, asılarak idam kararı çıkar. Bu sırada Kemah'taki köyünde olan İbrahim Hakkı, askerlerin geleceği gün rüyasında Peygamber Efendimiz'i (sav) görür ve ailesiyle helalleşir. Sabah ezanı okunduktan sonra namaza durur. İkinci rekâtta secdede ruhunu Rahman'a teslim eder. Hakkında arama emri bulunduğu için oğlu babasının vefatını jandarmaya haber verir. Seyyar mahkeme doğrulatmak için bir heyet gönderir. Mezarın açılmasını isteyen askere köylü karşı çıkar ama beş gün önce defnedilen cenazenin yüzü açtırılır, köylüye onaylatılır. Kefeniyle birlikte çıkarılan cenaze kurulan darağacında asılır. Kemah Nahiye Müdürü'nün "Adamcağız zaten ölmüş niye asıyorsunuz?"sorusuna verilen cevap şöyledir: "Mahkeme asılarak idamına karar vermiş. Biz kararı yerine getiriyoruz."
'VERGİ DE VERECEĞUZ, SERPUŞ DA GİYECEĞUZ'
Rize'de ise başka bir vahim tablo vardır. Modernleşmenin simgesi olan şapkayı giymek istemeyen kentin kıyıları bomba altında bırakılır. Bu görev ise Balkan Savaşları'nın ünlü Hamidiye zırhlısına verilir. İki gün süren top atışından sonra Rize'ye gezici İstiklâl Mahkemesi gelir. Top atışıyla ölen ve yaralananların dışında 143 kişi bu mahkemede yargılanır. Bir günde yapılan yargılamada 8 kişiye idam cezası verilir ve infazlar gerçekleştirilir. 55 kişi de farklı hapis cezalarına çarptırılır. Bu ailelerin birçoğu korkudan soyadlarını değiştirir. Köylüler o gün söyledikleri bir deyimle yaşananların ironisini de ortaya koyar: "Atma Hamidiye atma, vergi de vereceğuz, serpuş da giyeceğuz."
'BENİM ADIM MAŞALLAH!
ŞAPKA GİYMEM İNŞALLAH!'
Kurtuluş Savaşı'nda kahramanlığıyla bilinen Maraş'ta ise Cuma namazından sonra halk şapkayı protesto eder. Halkı kuşatan asker camiye sığınanları teslim alır. Tutuklanan 63 kişi zincirlenerek Adana'ya sevk edilir. Mahkûmlar öyle bir haldedirler ki biri düşse hepsinin canı yanar. Adana'da kaldıkları hücrede ise hayvan bile barınamaz. Bu muamele sebebiyle tutuklu Maraşlılar, Milli Mücadele döneminde başlarına taç ettikleri mahkeme reisi Kılıç Ali'ye "Şimdi bizi bu pislik kuyusuna atmayı nasıl reva görüyorsunuz?" der. Kılıç Ali'nin cevabı ise "Sabırlı olunuz, yakında hepinizi kurtaracağım." olur. Ama tutukluların birçoğu idam edilir. Aralarında ise ağzından eksik etmediği 'Maşallah' kelimesiyle bilinen Maşallah Ali Efendi'ye son kez şapka giyip giymeyeceği sorulur. Ali Efendi şehadet getirdikten sonra şöyle der: "Benim adım Maşallah! Şapka giymem inşallah!"
Habere Necip Fazıl'ın tavsiyesiyle başladık, bu süreci anlatan ve başka da söze gerek bırakmayan bir cümlesiyle bitirelim istiyoruz: "Bunların hikâyesini anlatmak ve dinlemek bile bana giran geliyor, azap veriyor. Zulüm gölünün neresinden bir bardak veya bir yüksük su alınsa tahlilleri birbirinin aynı çıkar." a.tosun@zaman.com.tr
KAYNAKÇA: Necip Fazıl Kısakürek–Son Devrin Din Mazlumları, Mehmet Sılay-İskilipli Atıf Hoca, Ahmet Turan Alkan-İstiklâl Mahkemeleri ve Sivas'ta Şapka İnkılâbı Duruşmaları, M. Çetin Baydar–Şapka
İstiklâl Mahkemeleri'nde idam edilen tek kadın
İstiklâl Mahkemeleri'nde birçok insanın şapka yüzünden asıldığı bilinir ama biri var ki onun hikâyesine akıl sır erdiremiyor insan. 24 Kasım 1925'te Kahramanmaraş'ta kurulan 23 darağacında bir de kadın vardır: Şalcı Şöhret Bacı. Erzurum'da yetim çocuklarına bakmak için el işi şal örüp çarşıda satan bir annedir o. Devlet birden şapka giymeyi emredince, yayılan dedikodularla birlikte Maraş halkı protesto amacıyla şehir merkezine doğru yürüyüşe geçer. O esnada kadınlar hamamından çıkan Şöhret Bacı'ya "Senin oğlanlar hükümeti taşa tutuyor, git onlara sahip ol." der biri. Fevri bir kadındır Şalcı Bacı. Bohçasıyla hamamdan dışarı fırladığı gibi hükümet konağının önüne gider. Asker ve halk arasında sürtüşme olduğunu görünce evlatlarını aramaya başlar. Bulamayınca, oğullarını askerlerin teslim aldığını düşünür. Annelik duygusuyla bağırarak bohçasındaki takunyaları askerlere fırlatır ve şapka hakkında kötü sözler sarf eder. Ne olduğunu anlamadan tutuklanır, yargılanır ve 22 erkekle birlikte asılır. Rivayete göre, "Ben hatun kişiyim, şapkayla ne işim olur?" dese de dinletemez kimseye. İdam edilirken kadın olduğu anlaşılmasın diye başına çuval geçirilir. Bu süreçte idam edilen ilk ve tek kadın olur.
iSTIKLAL MAHKEMELERi http://gercektarihdeposu.blogspot.com |
Ataturk un Bursa Nutkunu da Masonlar uydurmuş hic sasirmadik
Bursa Nutkunu Masonlar uydurmuş
Atatürk’ün 1933′de söylediği varsayılan ve gençliği neredeyse anarşizme çağıran meşhur “Bursa Nutku”nun “uydurma” olduğu tarihçiler tarafından bir kez daha tescillendi.
Atatürk’ün 6 Şubat 1933′de Bursa’da söylediği varsayılan ve gençliği neredeyse anarşizme çağıran meşhur “Bursa Nutku”nun “uydurma” olduğu bir kez daha tescillenirken, altından mason parmağı çıktı.Yıllardır tartışılan Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğu konusunda tek dayanak olarak gösterilen Bilirkişi Raporu’nun hazırlayıcısı Enver Ziya Karal’ın mason olduğu bildirildi. 1975′e mahkemelik olan Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olup olmadığını inceleyerek “Atatürk’e aittir” diye rapor hazırlayan bilirkişi olan dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Karal’ın adı, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın resmi internet sitesinde “Ünlü Masonlar” arasında yer alıyor. Sitede Karal’dan “Tarih Profesörü ve TTK Başkanı” olarak söz ediliyor.
Resmi tarihe göre, rejimin tehlikeye girmesi halinde Türk gencinin polise karşı taşla sopayla karşı gelmesi yani isyan etmesi istenen Bursa Nutku şöyle ortaya çıktı: 5 Şubat 1933 günü, Bursa’da irtica başkaldırısı yaşandı. Bunun üzerine Atatürk acilen Bursa’ya geldi ve duruma el koydu. Aynı gün akşam üzeri Çekirge Yolu üzerindeki bir köşkte yemek esnasında bir gencin sorusu üzerine Atatürk bir açıklama yaptı. İşte bu açıklama, Bursa Nutku! Bahsi geçen nutuk, yıllar sonra bir kişinin hatıra ürünü olarak gündeme geldi. Yönetime karşı gelmeyi destekleyen Nutuk metni zamanında Celal Bayar tarafından CHP’ye muhalefet için gündeme alınmış, 1960′lı yıllardan sonra da devrimci/sol şiddet hareketlerinde slogan veya marş olarak kullanılmıştı.
O RAPOR VE HAZIRLAYANLAR
Yıl 1975′e geldiğinde ilginç bir olay yaşanıyor. Kayseri 2. Ağır ceza mahkemesi Bursa Nutku’nu kaleme alıp dağıttığı gerekçesiyle Cafer Tanrıverdi’ye ceza davası açıyor. Böylelikle Bursa Nutku 1975′te davalık oluyor! Nutkun Atatürk’e ait olup olmadığının incelenmesi için dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal ve öğretim üyesi Sami Özerdim’e başvuruluyor. Bilirkişi Karal ile Özerdim hazırladıkları raporda, sözkonusu “Bursa Nutku”nun Atatürk’e ait olduğu yönünde görüş bildiriyorlar. Mahkeme de bu görüşe eş bir karar alarak, Cafer Tanrıverdi’yle ilgili davayı beraatla sonuçlandırıyor. Kimi çevreler böylelikle Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğunun kesinlik kazandığını savunuyor.
İŞTE ATATÜRK’ÜN BURSA’DA YAPTIĞI AÇIKLAMA
Buraya kadar yapılan açıklamalar resmi tarihin kamuoyuna sunduğu bilgilerin görünüşü. Tarihçi Yazar Cezmi Yurtsever’e göre, olaya farklı açıdan bakıldığında ortaya çıkan gerçekler ise şaşırtıcı. Tarihçi Yurtsever’in www.cezmiyurtsever.comadre sinden kamuoyuna açıkladığı bilgilere göre, Atatürk, 1 Şubat 1935 günü İzmir’dedir. Ve aynı gün Bursa’da ezanın ve kametin Türkçe okunmasına karşı itirazlar yapılmasından dolayı olay çıktığı ihbarını alır. Uşak, Afyon üzerinden 5 Şubat günü Bursa’ya gelir. Şehir merkezindeki Konak’ta dinlenir. Aynı gün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Adalet Bakanı Yusuf Kemal de Bursa’ya gelmiştir. Görüşmeler yapılır, çıkan olaylar ve alınan tedbirler görüşülür. Ve Atatürk aynı gün görüşlerini Anadolu Ajansı vasıtası ile kamuoyuna duyurur. Atatürk’ün açıklamaları şöyledir: “…Bursa’ya geldim. Hadise hakkında alakadarlardan malumat aldım. Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi. Dini siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeğe asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen dini değil, dildir. Kati olarak bilinmelidir ki Türk milletinin milli dili ve milli benliği, bütün hayatında hakim ve esas kalacaktır.”
BASINDA YER ALMIŞ
Yurtsever’in verdiği bilgilere göre, Atatürk’ün Bursa’da kamuoyuna yaptığı bu açıklama, Anadolu Ajansı tarafından basına servis yapıldı ve Cumhuriyet, Hakimiyeti Milliye ve Milliyet gazetelerinde yayınlandı.
SAHTECİLİK ÜRÜNÜ
Tarihçi Yurtsever, bu bilgiler ışığında Bursa Nutku’na son noktayı şöyle koydu: “Atatürk’ün hayatında ve onun ölümünden sonra onun adına görüş, konuşma ve belge uyduranları sorgulayan objektif bir tarihcilik gelişmediği için Atatürk’ün Bursa Nutku gibi sahte bir belge de topluma yutturulmaktadır. Atatürk’ün Bursa Nutku, Atatürk’ün kaleminden çıkan ve tanıkların da doğruladığı bir tarihi belge değildir. Nutuk kurgulanmış bir sahtecilik ürünüdür. Atatürk’ün Bursa Nutku ile ilgili kaynakların sahte olduğu en kısa zamanda kamuoyuna açıklanmalıdır.”
ÖNEMLİ HATIRLATMA
Yurtsever ayrıca şu noktaya dikkat çekti: “Bursa Nutku adı verilen belgenin Atatürk’e ait olduğuna karar veren zamanın Türk Tarih kurumu Başkanı Prof. Enver Ziya Karal’ın da ünlü bir mason olduğunu hatırda tutmak gerekir.”
ÜNLÜ MASONLAR ARASINDA
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın resmi internet sitesinde isimlerine yer verilen “Ünlü Masonlar” arasında Enver Ziya Karal da bulunuyor. Sitede Karal’dan “Tarih Profesörü ve TTK Başkanı” olarak söz ediliyor.
Özetle Atatürk’ün Bursa Nutku, Atatürk’ün kaleminden çıkan ve tanıkların da doğruladığı bir tarihi belge dahildir. Nutuk kurgulanmış bir sahteciliğin ürünüdür. Bursa Nutku adı verilen belgenin Atatürk’e ait olduğuna karar veren zamanın Türk Tarih kurumu Başkanı Prof. Enver Ziya Karal’ın da ünlü bir mason olduğunu hatırda tutmak gerekir.
(KAYNAK:Ferit Ağaoğlu, habervaktim.com)
Atatürk’ün 1933′de söylediği varsayılan ve gençliği neredeyse anarşizme çağıran meşhur “Bursa Nutku”nun “uydurma” olduğu tarihçiler tarafından bir kez daha tescillendi.
Atatürk’ün 6 Şubat 1933′de Bursa’da söylediği varsayılan ve gençliği neredeyse anarşizme çağıran meşhur “Bursa Nutku”nun “uydurma” olduğu bir kez daha tescillenirken, altından mason parmağı çıktı.Yıllardır tartışılan Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğu konusunda tek dayanak olarak gösterilen Bilirkişi Raporu’nun hazırlayıcısı Enver Ziya Karal’ın mason olduğu bildirildi. 1975′e mahkemelik olan Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olup olmadığını inceleyerek “Atatürk’e aittir” diye rapor hazırlayan bilirkişi olan dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Karal’ın adı, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın resmi internet sitesinde “Ünlü Masonlar” arasında yer alıyor. Sitede Karal’dan “Tarih Profesörü ve TTK Başkanı” olarak söz ediliyor.
Resmi tarihe göre, rejimin tehlikeye girmesi halinde Türk gencinin polise karşı taşla sopayla karşı gelmesi yani isyan etmesi istenen Bursa Nutku şöyle ortaya çıktı: 5 Şubat 1933 günü, Bursa’da irtica başkaldırısı yaşandı. Bunun üzerine Atatürk acilen Bursa’ya geldi ve duruma el koydu. Aynı gün akşam üzeri Çekirge Yolu üzerindeki bir köşkte yemek esnasında bir gencin sorusu üzerine Atatürk bir açıklama yaptı. İşte bu açıklama, Bursa Nutku! Bahsi geçen nutuk, yıllar sonra bir kişinin hatıra ürünü olarak gündeme geldi. Yönetime karşı gelmeyi destekleyen Nutuk metni zamanında Celal Bayar tarafından CHP’ye muhalefet için gündeme alınmış, 1960′lı yıllardan sonra da devrimci/sol şiddet hareketlerinde slogan veya marş olarak kullanılmıştı.
O RAPOR VE HAZIRLAYANLAR
Yıl 1975′e geldiğinde ilginç bir olay yaşanıyor. Kayseri 2. Ağır ceza mahkemesi Bursa Nutku’nu kaleme alıp dağıttığı gerekçesiyle Cafer Tanrıverdi’ye ceza davası açıyor. Böylelikle Bursa Nutku 1975′te davalık oluyor! Nutkun Atatürk’e ait olup olmadığının incelenmesi için dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Enver Ziya Karal ve öğretim üyesi Sami Özerdim’e başvuruluyor. Bilirkişi Karal ile Özerdim hazırladıkları raporda, sözkonusu “Bursa Nutku”nun Atatürk’e ait olduğu yönünde görüş bildiriyorlar. Mahkeme de bu görüşe eş bir karar alarak, Cafer Tanrıverdi’yle ilgili davayı beraatla sonuçlandırıyor. Kimi çevreler böylelikle Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğunun kesinlik kazandığını savunuyor.
İŞTE ATATÜRK’ÜN BURSA’DA YAPTIĞI AÇIKLAMA
Buraya kadar yapılan açıklamalar resmi tarihin kamuoyuna sunduğu bilgilerin görünüşü. Tarihçi Yazar Cezmi Yurtsever’e göre, olaya farklı açıdan bakıldığında ortaya çıkan gerçekler ise şaşırtıcı. Tarihçi Yurtsever’in www.cezmiyurtsever.comadre
BASINDA YER ALMIŞ
Yurtsever’in verdiği bilgilere göre, Atatürk’ün Bursa’da kamuoyuna yaptığı bu açıklama, Anadolu Ajansı tarafından basına servis yapıldı ve Cumhuriyet, Hakimiyeti Milliye ve Milliyet gazetelerinde yayınlandı.
SAHTECİLİK ÜRÜNÜ
Tarihçi Yurtsever, bu bilgiler ışığında Bursa Nutku’na son noktayı şöyle koydu: “Atatürk’ün hayatında ve onun ölümünden sonra onun adına görüş, konuşma ve belge uyduranları sorgulayan objektif bir tarihcilik gelişmediği için Atatürk’ün Bursa Nutku gibi sahte bir belge de topluma yutturulmaktadır. Atatürk’ün Bursa Nutku, Atatürk’ün kaleminden çıkan ve tanıkların da doğruladığı bir tarihi belge değildir. Nutuk kurgulanmış bir sahtecilik ürünüdür. Atatürk’ün Bursa Nutku ile ilgili kaynakların sahte olduğu en kısa zamanda kamuoyuna açıklanmalıdır.”
ÖNEMLİ HATIRLATMA
Yurtsever ayrıca şu noktaya dikkat çekti: “Bursa Nutku adı verilen belgenin Atatürk’e ait olduğuna karar veren zamanın Türk Tarih kurumu Başkanı Prof. Enver Ziya Karal’ın da ünlü bir mason olduğunu hatırda tutmak gerekir.”
ÜNLÜ MASONLAR ARASINDA
Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın resmi internet sitesinde isimlerine yer verilen “Ünlü Masonlar” arasında Enver Ziya Karal da bulunuyor. Sitede Karal’dan “Tarih Profesörü ve TTK Başkanı” olarak söz ediliyor.
Özetle Atatürk’ün Bursa Nutku, Atatürk’ün kaleminden çıkan ve tanıkların da doğruladığı bir tarihi belge dahildir. Nutuk kurgulanmış bir sahteciliğin ürünüdür. Bursa Nutku adı verilen belgenin Atatürk’e ait olduğuna karar veren zamanın Türk Tarih kurumu Başkanı Prof. Enver Ziya Karal’ın da ünlü bir mason olduğunu hatırda tutmak gerekir.
(KAYNAK:Ferit Ağaoğlu, habervaktim.com)
Doktor Rıza Nur Sapka devrimi hakkin da
Yalan Yazan Tarih utansın
Doktor Rıza Nur, kanunun çıkışı sonrası, adı geçen eserinde meydana gelen bu gibi olaylar ve durum hakkında:
"Bu iş aks ü amellerde kalmadı. Sivas'ta, Erzurum'da ötede beride halk şapkaya karşı çıktı. Derhal Kel Ali riyasetinde bir İstiklal Mahkemesi dolaştırıldı. Epeyce adam astılar sayısını bilmiyoruz. Halk yıldı, iş bitti. Asılan bir Hoca'ya pek acırım. Adını hatırlamıyorum (İskilipli Atıf Hoca'dan bahsediyor.) Zavallı kanundan evvel şapka aleyhine bir risale neşretmiş(Frenk Mukallitliği ve Şapka isimli), hem de bunu Maarif Vekâleti'nin izniyle neşretmiş. Adamcağızı Ankara İstiklal Mahkemesi'ne çektiler. "Ben bunu kanundan bir yıl evvel neşrettim. Maarif Vekaleti'de resmen izin verdi." dedi. Dinlemediler astılar. Hem de mesele şapka kanunundan evvel. Kanunların makabilinde şumulü esas olmaz ve bu en mühim bir hukuki esastır. Burada daha feci bir şey olmuş. Yahu mademki bu asılıyor, ona izin veren Maarif Vekilini de assanız ya! Bu Hoca'nın asılmasında boynuna ip geçirilirken, Kılıç Ali de başına bir şapka geçirmiş,"giy domuz" demiş ve küfürler etmiş. Zavallı böyle ölmüş ve böylece saatlerce teşhir etmişler." Demektedir.
İskilipli Atıf Hoca
İskilipli Atıf Hoca'nın duruşmalarından birine ait Cumhuriyet Gazetesi'nde çıkan haber ve fotoğraf.”Müdde-i umumi Necip Ali Bey, mevkufların Ankara'ya sevklerini emretti.”
O dönemde, hükümet tarafından bir medeniyet sembolü olarak kabul edilen "Şapka" aleyhindeki her söz ve davranış irtica ve tehdit olarak görülmüş, bu gibi yasalardan hiçbir şekilde ödün verilmemiştir. Halen yürürlükte bulunan ve uygulanması zorunlu olan "Şapka İktisası Hakkında(ki) Kanun" Anayasa'nın 174.üncü maddesinin değiştirilmezlik güvencesi altında bulunmaktadır. Ancak zaman içerisinde fiili olarak yürürlükten kalkmış ve adeta hükümsüz hale gelmiştir.
Kaynaklar:
Atatürk Araştırma Merkezi, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, c.I-II, Ankara, 2006.
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, Ankara, 1927.
Kansu, Mazhar Müfit, Erzurum'dan ölümüne kadar Atatürk'le beraber, c.I-IV, Ankara,1966.
Doktor Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, c.I-III, İstanbul, 2004.
Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, Nr: 1508, 1513, 1515, 1516, 1591, 1592, 1606.
Resmi Gazete, Nr: 230, 341.
"Bu iş aks ü amellerde kalmadı. Sivas'ta, Erzurum'da ötede beride halk şapkaya karşı çıktı. Derhal Kel Ali riyasetinde bir İstiklal Mahkemesi dolaştırıldı. Epeyce adam astılar sayısını bilmiyoruz. Halk yıldı, iş bitti. Asılan bir Hoca'ya pek acırım. Adını hatırlamıyorum (İskilipli Atıf Hoca'dan bahsediyor.) Zavallı kanundan evvel şapka aleyhine bir risale neşretmiş(Frenk Mukallitliği ve Şapka isimli), hem de bunu Maarif Vekâleti'nin izniyle neşretmiş. Adamcağızı Ankara İstiklal Mahkemesi'ne çektiler. "Ben bunu kanundan bir yıl evvel neşrettim. Maarif Vekaleti'de resmen izin verdi." dedi. Dinlemediler astılar. Hem de mesele şapka kanunundan evvel. Kanunların makabilinde şumulü esas olmaz ve bu en mühim bir hukuki esastır. Burada daha feci bir şey olmuş. Yahu mademki bu asılıyor, ona izin veren Maarif Vekilini de assanız ya! Bu Hoca'nın asılmasında boynuna ip geçirilirken, Kılıç Ali de başına bir şapka geçirmiş,"giy domuz" demiş ve küfürler etmiş. Zavallı böyle ölmüş ve böylece saatlerce teşhir etmişler." Demektedir.
İskilipli Atıf Hoca
İskilipli Atıf Hoca'nın duruşmalarından birine ait Cumhuriyet Gazetesi'nde çıkan haber ve fotoğraf.”Müdde-i umumi Necip Ali Bey, mevkufların Ankara'ya sevklerini emretti.”
O dönemde, hükümet tarafından bir medeniyet sembolü olarak kabul edilen "Şapka" aleyhindeki her söz ve davranış irtica ve tehdit olarak görülmüş, bu gibi yasalardan hiçbir şekilde ödün verilmemiştir. Halen yürürlükte bulunan ve uygulanması zorunlu olan "Şapka İktisası Hakkında(ki) Kanun" Anayasa'nın 174.üncü maddesinin değiştirilmezlik güvencesi altında bulunmaktadır. Ancak zaman içerisinde fiili olarak yürürlükten kalkmış ve adeta hükümsüz hale gelmiştir.
Kaynaklar:
Atatürk Araştırma Merkezi, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, c.I-II, Ankara, 2006.
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, Ankara, 1927.
Kansu, Mazhar Müfit, Erzurum'dan ölümüne kadar Atatürk'le beraber, c.I-IV, Ankara,1966.
Doktor Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, c.I-III, İstanbul, 2004.
Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi, Nr: 1508, 1513, 1515, 1516, 1591, 1592, 1606.
Resmi Gazete, Nr: 230, 341.
Kemalizm, ibadetler dışındaki tüm ayet hükümlerini kaldırmıştır
Kemalizm, ibadetler dışındaki tüm ayet hükümlerini kaldırmıştır
Kemalizm, aslında büyük ve esaslı bir din reformudur. Tanrı, bir peygambere verdiği şeriatı, ikinci bir peygamberde değiştirmekle, hatta Kur’anın bir ayetindeki emrini başka bir ayette kaldırmakla hükümlerin toplum evrimini izlemesi gerektiğini göstermiştir. Fıkıh’da buna nesih diyoruz. Muhammed, son peygamber olduğuna göre, O’ndan sonra nesih hakkı insan aklına kalmıştır. Onun için İslam bilginleri, “zamanla hükümlerin değişeceği” içtihadında bulunmuşlardır. Mustafa Kemal’in yaptığı işte bu nesih hakkını kullanmaktı.
İslamda bütün şer’i meseleler iki büyük bölüme ayrılmıştır: Birinci bölüm, ahreti ilgilendirir ki ibadetlerdir: Oruç, namaz, hac, zekat! İkinci bölüm, dünyayı ilgilendirir ki bunlar da nikah ve aileye ait hükümlerle muamelat denen mal, borç, dava ilişkileri ve ukubat denen ceza hükümleridir. Kemalizm, ibadetler dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır.
Kaldı ki insan aklı nesih hakkını farzlar üzerine de götürebilir; zekat, kazanış ve gelir vergilerinin bulunmadığı bir devrin mirasıdır. Hac, Kabe’den faydalanan Mekkelilerin müslümanlığını sağlamak için konmuştur ve bu döviz çağında Hicaz dışındaki hiçbir yabancı müslüman halkı buna zorlanamaz. Namaz şekli de iskemle olmayan entarili halkın yaşayışına uygundur. Pantolon, etek ve hele başkasının ayağı değen yere yüz değdirmeyi yasak eden hijyen devrinde yürüyemez. Cenaze namazını neden ayakta kılıyoruz? Camiin dışında olduğu için! Bugünkü hijyen anlayışına göre Camiin içi ile dışı arasında fark yoktur.
Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk emir ezan ve namazın Türkçeleşmesi idi. Muhafazakarların sözcülüğünü yapan İnönü, Atatürk’e yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir, demişti. Arkadan dil ve Kur’an metni meseleleri çıkıp namazın Türkçeleşmesi gecikti idi. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağında da şüphe yoktu.
(KAYNAK:Atay, Falih Rıfkı, 1961, Çankaya: Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar)
Kemalizm, aslında büyük ve esaslı bir din reformudur. Tanrı, bir peygambere verdiği şeriatı, ikinci bir peygamberde değiştirmekle, hatta Kur’anın bir ayetindeki emrini başka bir ayette kaldırmakla hükümlerin toplum evrimini izlemesi gerektiğini göstermiştir. Fıkıh’da buna nesih diyoruz. Muhammed, son peygamber olduğuna göre, O’ndan sonra nesih hakkı insan aklına kalmıştır. Onun için İslam bilginleri, “zamanla hükümlerin değişeceği” içtihadında bulunmuşlardır. Mustafa Kemal’in yaptığı işte bu nesih hakkını kullanmaktı.
İslamda bütün şer’i meseleler iki büyük bölüme ayrılmıştır: Birinci bölüm, ahreti ilgilendirir ki ibadetlerdir: Oruç, namaz, hac, zekat! İkinci bölüm, dünyayı ilgilendirir ki bunlar da nikah ve aileye ait hükümlerle muamelat denen mal, borç, dava ilişkileri ve ukubat denen ceza hükümleridir. Kemalizm, ibadetler dışındaki bütün ayet hükümlerini kaldırmıştır.
Kaldı ki insan aklı nesih hakkını farzlar üzerine de götürebilir; zekat, kazanış ve gelir vergilerinin bulunmadığı bir devrin mirasıdır. Hac, Kabe’den faydalanan Mekkelilerin müslümanlığını sağlamak için konmuştur ve bu döviz çağında Hicaz dışındaki hiçbir yabancı müslüman halkı buna zorlanamaz. Namaz şekli de iskemle olmayan entarili halkın yaşayışına uygundur. Pantolon, etek ve hele başkasının ayağı değen yere yüz değdirmeyi yasak eden hijyen devrinde yürüyemez. Cenaze namazını neden ayakta kılıyoruz? Camiin dışında olduğu için! Bugünkü hijyen anlayışına göre Camiin içi ile dışı arasında fark yoktur.
Atatürk ibadet devrimine ezan ve namazı Türkçeleştirmekle başlamıştı. Gerçekte verdiği ilk emir ezan ve namazın Türkçeleşmesi idi. Muhafazakarların sözcülüğünü yapan İnönü, Atatürk’e yalvarmış, önce ezanı Türkçeleştirelim, sonra namaza sıra gelir, demişti. Arkadan dil ve Kur’an metni meseleleri çıkıp namazın Türkçeleşmesi gecikti idi. Atatürk sağ kalsaydı ibadet reformu olacağında da şüphe yoktu.
(KAYNAK:Atay, Falih Rıfkı, 1961, Çankaya: Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar)
Yurtta sulh der gezide molotof atar
Yurtta sulh der gezide molotof atar !
---------------------------------------
kardeşlerim ...
sol izm in manifesto :
- yurt ta sulh cihan da sulh - dur
uygulama :
kaldırım sök +polise benzin dök at
araç yak + kundakcılık yap
haydutluk yap
bunun adı yurt ta sulh !
kezban çomaktaroğlu
çapulcuyu iyi bir rütbe sandı
yurt ta sulh u da
darbukasından anlaması dogal ..
diğer manifesto :
- ilimde muhasır medeniyet üstü hedef
uygulama :
tekerlek icat oldu yeter bize
uydu fırlattık odtü okulu yaktı
çomaktaroğlu destekledi
adı milli eğitim
sistem ingiliz sömürge eğitimi
anlaşmalar ile
eğitimde ingiliz e köleyiz ..
cihanda sulh a gelelim
kıbrısta makanakos ve diğer çete
kıprıslı lara 15 yıl katliam yaptı
ordu ergenekonunun kıprıs a çıkarma yapacak malzemesi yoktu
deterjan alma ve ordu evi yönetimi
darbe uzmanı olduğundan ..
zar zor techizat libya dan oradan buradan tamamlandı
bizim ergenekon ile yunan ergenekonu akraba
sabatay bunların dedesi
bizim ergenekon o zaman mitte de cirit atıyor
istihbarat
yahudaya çalışıyor
yunan ergenekonu
kıprıs a yetersiz birlik konuşluyor
mevziler dolu aylarca bizimkilerin saldırısı bekleniyor
bu kadar açık durum
ve yunan ergenekonu mutlaka madara olacak sayıda birlik le bekliyor
bizimkiler gidiyor
adanın yarısını alıyor ..
yunan ergenekonu yahudaya bağlı
bizimki de
kaç kişi ile saat kaçta gideceğimiz
ne yiyeceğimiz e kadar
biliniyor
ve yunan ergenekonu niçin önlem almıyor
acaba
ingiliz adanın yarısının masrafını bize yüklemiş olabilir mi
5000 memur gönderirsen kıprıs a
kıprıs türk turizmine de açılır
ingiliz e masraf olmaz
kazanç ta getirir
sol türkiyede karaoğlan olur
ergenekon da keşan lı ali destanı
olur mu olur
oldu mu oldu ..
sol kıprıs ı kurtardık övünüyorda
ellerindeki tek tutunacak dallarını da alalım
bu partinin
ne manifesto ne rota
milli menfaatlere değil
ayrılıkçı hain ile işbirliği
mezhepsel kışkırtma
ne aranırsa bulunabilrcek
milli menfaatlere çomak partisi
bunlar bozguncu alevileri de fişekliyor
alevilerin tabanı değil
bozguncu alevi dediğimiz -ermeni yahudi kürt sabatay- olup alevi görünen
bu bozguncular
hazreti ali ile alakaları yoktur
hazreti ali nin hutbe
emirname mektup vecize leri
yaşantısı
ibadet şekli ile
hiç bir benzerliği olmayan bir oluşum
dersimli iki numaralı çomaktar alevilik din dir diyor
kesin bir din
müslümanlık ile alakası olmayan bir din
ehli sünnet in hazreti ali si ile
bu din in hazreti ali si sadece ismi benziyor ..
olur mu olmuş bile
ehli sünnet ile bu din yan yana gelemez
niçin
zira
bu din efendimizde hazreti ali nin tezahürü görür
yani baş imam ali dir
halifelerimiz hırsızdır
bilal habeşi yoktur
ezan yoktur
namaz yoktur
sünnet yoktur
cami yoktur
olur mu olur
ehli sünnet
peygamberine
imamlar imamı bakar
peygamberler peygamberi bakar
burada sıkıntı var
aleviler hep cennetliktir zira onlar bu düzeydedir
baba ve dedeler günah çıkarır
olurmu olur
hazreti ali saz mı çalardı yok
sema mı ederdi yok
evet ortada bir din var
ehli sünnet ne diyor bu duruma
istersen cemde saz değil org çal
gelene de ooo haydar bey de gelmiş cıstak cıstak yap
banane
ehli sünnet asla bu alevi dinine karışmaz
amma bu din mensupları
biz de diyanet isteriz tutturur
peki güzel
para da isteriz bu da tamam
olabilir isterse keman da çalsınlar sorun bu değil
yıllarca suriye ayrılıkcçyı besledi
bu esedin babası amcası sülalesi
bu alevi din liler yillarca bu ülkede katliam yapan
esed e tapıyor lar
bu din liler ile kader birliğimiz yok
asıl sorun burada
bu dine mensup olanlar
ve ayrılıkçı kürtler
bu ülkede sorun
ve uyardık
ikinci saldırıda
hangi ayrılıkçı aşiret varsa
sürülecek
ve ayrılıkçı bozguncu aleviler
ikinci saldırı ya katılanlar sürülür
zaten kader birliği yok
olsan ne olur
olmasan iyi olur
yoldaş devrim direniş ihtilal
al sana pasaport
yürrü anca gidersin
efendice ayaklanmadan
al dinini çal sazını
kimse karışmaz
yok zart zurt
yoldaş devrim direniş
olmaz artık
yurt ta sulh cihanda sulh
u
yurdu sök kır devri bitti
aleviyim ezildim
nah ezildin
ayaklandın kaybettin
devrim i yaparsan kahraman
yapamazsan rezil olursun
yapamadınız
tekrar geldiğinizde
pasaportu elinize verdirmek için
elimizden geleni yaparız
ibadet in cem evin sazın
kimseyi ilgilendirmez
karışan da yok
senin dinin sana
yok köprü yavuz olmaz
ayaklanınca
ve yenilince
yenildik demeyi öğrenin
yenilince buna harp zaiatı denir
bize zulm ettiler denmez
ankara da meclise saldıran bayrak yakan
vatan haini
senin değerlin olabilir
saldırdı geberdi
bu zaiattır
ööö bize zulum ettiler değil
kancık lığı önce bırakın
bu iktidarı öyle arayacaksınız ki
diktatör deyip küfür ettiğiniz bu iktidarı
zira bu iktidar size değerinizden fazla hoşgörü lü
ister faydalanın
ister faydalanmayın
faydalanan kendine faydalanır
esed i destekleyen
ayrılıkçıyı destekleyen
toplumun curufları
görüşeceğiz
biz aynı yılan deliğinde iki kez sokulmayız
bunu ögreneceksiniz
yurt ta sulh cihanda sulh bizim manifesto değil
tüm dünya ya islamı götüreceğiz inşaallah
biz yayılmacı yız
mehdi de zuhur etsin inşallah
arabistan ve kabre yönetimi bize yakışır
ayrılıkçıyı destekleyen her ülkeye
savaş açma halkkimız var
biz yayılmacı yız
islamı yayacağız
kabul etmeyen cizye yi öder
bu kadddar
israil e boşuna hap kadar ülke demedik
dünya savaşı kokusu mu var ne
önce içerideki hainler bir saldırsın da
ense traşlarını bir görelim
kardeşlerim
dünya bizi bekliyor
agaç arkasında fare avlayacağız
zulum ancak böyle duracak
yatarak olmaz
ordumuz güçlü olmalı
ergenekon ayıklanıp dünya ordusu gerek bize
füze tank uçak uydu bizde deniz motoru da üretilmiyor
otomobilde
yerli ulusal motorbisiklet markası dahi yok
yahuda ülkeyi çöle çevirdi
bu sabatay karlione çetesi
ve kokarca basın da bir saldırsın
evet sayın seyirciler tüm istanbul halkı direnişte hükümet istifa diyor
aha bir baktımşeytan basını halk dediğine 20 bin kişi
ulan fener mahalle maçında bile etrafta 50 bin kişi oluyor
bakalım bu kez
bu basın ne uyduracak
kardeşlerim
haşara avı sezonu açılıyor
hükümet cihat demeden sakın kendinizden harekete geçmeyin
sabır ile olaylar a
vatandaşlık hakları
kanuni sınırlar içinde
kalarak
hükümet in çağrısı nı bekleyin
esselamu aleyküm ...
------------------
http://ottomanm2d.blogspot.com/
http://dunyagerceklerim.blogspot.com/
---------------------------------------
kardeşlerim ...
sol izm in manifesto :
- yurt ta sulh cihan da sulh - dur
uygulama :
kaldırım sök +polise benzin dök at
araç yak + kundakcılık yap
haydutluk yap
bunun adı yurt ta sulh !
kezban çomaktaroğlu
çapulcuyu iyi bir rütbe sandı
yurt ta sulh u da
darbukasından anlaması dogal ..
diğer manifesto :
- ilimde muhasır medeniyet üstü hedef
uygulama :
tekerlek icat oldu yeter bize
uydu fırlattık odtü okulu yaktı
çomaktaroğlu destekledi
adı milli eğitim
sistem ingiliz sömürge eğitimi
anlaşmalar ile
eğitimde ingiliz e köleyiz ..
cihanda sulh a gelelim
kıbrısta makanakos ve diğer çete
kıprıslı lara 15 yıl katliam yaptı
ordu ergenekonunun kıprıs a çıkarma yapacak malzemesi yoktu
deterjan alma ve ordu evi yönetimi
darbe uzmanı olduğundan ..
zar zor techizat libya dan oradan buradan tamamlandı
bizim ergenekon ile yunan ergenekonu akraba
sabatay bunların dedesi
bizim ergenekon o zaman mitte de cirit atıyor
istihbarat
yahudaya çalışıyor
yunan ergenekonu
kıprıs a yetersiz birlik konuşluyor
mevziler dolu aylarca bizimkilerin saldırısı bekleniyor
bu kadar açık durum
ve yunan ergenekonu mutlaka madara olacak sayıda birlik le bekliyor
bizimkiler gidiyor
adanın yarısını alıyor ..
yunan ergenekonu yahudaya bağlı
bizimki de
kaç kişi ile saat kaçta gideceğimiz
ne yiyeceğimiz e kadar
biliniyor
ve yunan ergenekonu niçin önlem almıyor
acaba
ingiliz adanın yarısının masrafını bize yüklemiş olabilir mi
5000 memur gönderirsen kıprıs a
kıprıs türk turizmine de açılır
ingiliz e masraf olmaz
kazanç ta getirir
sol türkiyede karaoğlan olur
ergenekon da keşan lı ali destanı
olur mu olur
oldu mu oldu ..
sol kıprıs ı kurtardık övünüyorda
ellerindeki tek tutunacak dallarını da alalım
bu partinin
ne manifesto ne rota
milli menfaatlere değil
ayrılıkçı hain ile işbirliği
mezhepsel kışkırtma
ne aranırsa bulunabilrcek
milli menfaatlere çomak partisi
bunlar bozguncu alevileri de fişekliyor
alevilerin tabanı değil
bozguncu alevi dediğimiz -ermeni yahudi kürt sabatay- olup alevi görünen
bu bozguncular
hazreti ali ile alakaları yoktur
hazreti ali nin hutbe
emirname mektup vecize leri
yaşantısı
ibadet şekli ile
hiç bir benzerliği olmayan bir oluşum
dersimli iki numaralı çomaktar alevilik din dir diyor
kesin bir din
müslümanlık ile alakası olmayan bir din
ehli sünnet in hazreti ali si ile
bu din in hazreti ali si sadece ismi benziyor ..
olur mu olmuş bile
ehli sünnet ile bu din yan yana gelemez
niçin
zira
bu din efendimizde hazreti ali nin tezahürü görür
yani baş imam ali dir
halifelerimiz hırsızdır
bilal habeşi yoktur
ezan yoktur
namaz yoktur
sünnet yoktur
cami yoktur
olur mu olur
ehli sünnet
peygamberine
imamlar imamı bakar
peygamberler peygamberi bakar
burada sıkıntı var
aleviler hep cennetliktir zira onlar bu düzeydedir
baba ve dedeler günah çıkarır
olurmu olur
hazreti ali saz mı çalardı yok
sema mı ederdi yok
evet ortada bir din var
ehli sünnet ne diyor bu duruma
istersen cemde saz değil org çal
gelene de ooo haydar bey de gelmiş cıstak cıstak yap
banane
ehli sünnet asla bu alevi dinine karışmaz
amma bu din mensupları
biz de diyanet isteriz tutturur
peki güzel
para da isteriz bu da tamam
olabilir isterse keman da çalsınlar sorun bu değil
yıllarca suriye ayrılıkcçyı besledi
bu esedin babası amcası sülalesi
bu alevi din liler yillarca bu ülkede katliam yapan
esed e tapıyor lar
bu din liler ile kader birliğimiz yok
asıl sorun burada
bu dine mensup olanlar
ve ayrılıkçı kürtler
bu ülkede sorun
ve uyardık
ikinci saldırıda
hangi ayrılıkçı aşiret varsa
sürülecek
ve ayrılıkçı bozguncu aleviler
ikinci saldırı ya katılanlar sürülür
zaten kader birliği yok
olsan ne olur
olmasan iyi olur
yoldaş devrim direniş ihtilal
al sana pasaport
yürrü anca gidersin
efendice ayaklanmadan
al dinini çal sazını
kimse karışmaz
yok zart zurt
yoldaş devrim direniş
olmaz artık
yurt ta sulh cihanda sulh
u
yurdu sök kır devri bitti
aleviyim ezildim
nah ezildin
ayaklandın kaybettin
devrim i yaparsan kahraman
yapamazsan rezil olursun
yapamadınız
tekrar geldiğinizde
pasaportu elinize verdirmek için
elimizden geleni yaparız
ibadet in cem evin sazın
kimseyi ilgilendirmez
karışan da yok
senin dinin sana
yok köprü yavuz olmaz
ayaklanınca
ve yenilince
yenildik demeyi öğrenin
yenilince buna harp zaiatı denir
bize zulm ettiler denmez
ankara da meclise saldıran bayrak yakan
vatan haini
senin değerlin olabilir
saldırdı geberdi
bu zaiattır
ööö bize zulum ettiler değil
kancık lığı önce bırakın
bu iktidarı öyle arayacaksınız ki
diktatör deyip küfür ettiğiniz bu iktidarı
zira bu iktidar size değerinizden fazla hoşgörü lü
ister faydalanın
ister faydalanmayın
faydalanan kendine faydalanır
esed i destekleyen
ayrılıkçıyı destekleyen
toplumun curufları
görüşeceğiz
biz aynı yılan deliğinde iki kez sokulmayız
bunu ögreneceksiniz
yurt ta sulh cihanda sulh bizim manifesto değil
tüm dünya ya islamı götüreceğiz inşaallah
biz yayılmacı yız
mehdi de zuhur etsin inşallah
arabistan ve kabre yönetimi bize yakışır
ayrılıkçıyı destekleyen her ülkeye
savaş açma halkkimız var
biz yayılmacı yız
islamı yayacağız
kabul etmeyen cizye yi öder
bu kadddar
israil e boşuna hap kadar ülke demedik
dünya savaşı kokusu mu var ne
önce içerideki hainler bir saldırsın da
ense traşlarını bir görelim
kardeşlerim
dünya bizi bekliyor
agaç arkasında fare avlayacağız
zulum ancak böyle duracak
yatarak olmaz
ordumuz güçlü olmalı
ergenekon ayıklanıp dünya ordusu gerek bize
füze tank uçak uydu bizde deniz motoru da üretilmiyor
otomobilde
yerli ulusal motorbisiklet markası dahi yok
yahuda ülkeyi çöle çevirdi
bu sabatay karlione çetesi
ve kokarca basın da bir saldırsın
evet sayın seyirciler tüm istanbul halkı direnişte hükümet istifa diyor
aha bir baktımşeytan basını halk dediğine 20 bin kişi
ulan fener mahalle maçında bile etrafta 50 bin kişi oluyor
bakalım bu kez
bu basın ne uyduracak
kardeşlerim
haşara avı sezonu açılıyor
hükümet cihat demeden sakın kendinizden harekete geçmeyin
sabır ile olaylar a
vatandaşlık hakları
kanuni sınırlar içinde
kalarak
hükümet in çağrısı nı bekleyin
esselamu aleyküm ...
------------------
http://ottomanm2d.blogspot.com/
http://dunyagerceklerim.blogspot.com/
Ayılar ve armutlar
Ayılar ve armutlar
“Ben rekabet edememekten değil, rekabet edebilmenin bizzat kendisinden korkuyorum.” Jerome David Salinger
Seni kimin övdüğüne dikkat edeceksin: Ayının armuttan övgüyle bahsetmesi bir meziyet değildir.
Ayının övgüsüne mazhar olmuşsan bil ki birazdan yen(il)eceksin.
Sende yen(il)meye müsait bir yön bulmasa, ayının iştahı dile gelir mi sanıyorsun…
Flaş, flaş, flaş! Evet, sıcak gündem: Öz, hakiki, has bir kök, yeni bir şafakta gıcırtısı duran, durdurulan yağsız bir menteşeye övgüler düzmeyi, onu yağlayıp yıkamayı murat etti.
Ondan daha önce med vaktinde âh çeken, hürriyet zindanında kendini ulu hakan sanan bir zat, eski mahallesine her zamanki esrik kabadayı edasıyla celallendi, naralandı.
Ortalık bir anda aydınlandı, mahallenin sakinleri her zaman olduğu gibi tukaka edildi, ‘bunlar hep böyledir, bu gettonun sakinleri sanattan, yazardan, şiirden, dehadan, zekadan, ironiden, gezideki idealizm dolu gençlerden anlamazlar' sakızı şişirilip şişirilip arsızca patlatıldı…
(Bana Woody Allen zekasından bahsetme, senin o aklın ve erdemin ötesinde zeka diye tapındığın şeyi biz tuvalet kağıdı olarak kullanıyoruz efendi… Zeka dediğin aklın kaçamağını, fikrin her yeri fingirdek yosmasını koynumuza almaya tenezzül etmedik, etmeyiz.)
Anılmaya değmezken anılır olduğun, adam yerine konmazken adam olduğun, elin yüzün şekilsizken sana gönlünü açan insanlara nasıl da sırtını bir hamlede dönebiliyorsun, onları bir tramplen gibi kullanma haysiyetsizliğine hemencecik yaslanabiliyorsun.
Yemek yediği çanağa işeyen, gördüğü ilk işmarda kuyruğunu sallaya sallaya giden bir sokak köpeğine nasıl da dönüşebiliyorsun.
Neymiş tarafsızmışsın, gezi olaylarında idealist gençleri kollamışsın, kestiği tırnak kadar bile işler yapmadığın başbakana fena ayar vermişsin, onu ‘yedirmeyeceğini' söyleyenleri nasıl da hizaya getirmişsin. Afili delikanlıymışsın.
Senin tarafsızlık dediğin, kucağına oturduğun kişinin yüzüne bakmama tarafsızlığıdır.
Yağlı ilmeği boynuna geçirmeye azmeden celladın kukuletasından yüzünü görmemeyi, hançerden keskin gülüşünün sinsi hınzırlığını fark etmemeyi tarafsızlık sanıyorsun.
Yönünü kaybetmeyi tarafsızlık sandığında düşüşün başlamış demektir: dibe düşüşün…
Ardan arınmış armalarını Ayşelerin yüzüne fırlatmayı meslek edinmiş geçkin ablanın koltuğunun dibine yuvarlak güneş gözlüklerinle oturduğunda, tecime elverişli yetenekli yeni tetikçinin bulunduğunun ilanını vermiş oldun.
‘For sale' flamalı kalemini mitralyöz olarak kullanabileceğinin işaret fişeği amiral gemisinin semalarında parladı.
Ve sen rahatladın, yıllardır kendini kurcalarken yaşayamadığın rehaveti tattın. İlgi odağı oldun, yıllardır kasım kasım kasılıyordun, kendini bulunduğun yere ait hissetmiyordun, mahallenin mütevazı bünyeleriyle kurduğun simbiyotik ilişkiyi bitirmeye hep teşneydin. Ne ki diğer bayındır bünyeye eklemlenemiyordun.
Ah o elitist edalı huzursuzluk ne de tiksinçtir, kibirli bungunluk ne de iğrenç durur insanın üstünde.
Sürekli yazar ve kitap alıntılarıyla konuşmanın gizli şehveti ne de bayağıdır. Karşısındakine zeka fışkırtmanın derin hazzı, ‘entel abi'nin kesik raksı nasıl da arsızcadır.
Ey mahalle ahalisi! Seni araçsallaştıran, kullanan, mecburen ve kerhen seninle duran, yanındayken her yere göz kırpan, orası burası oynayan zevata haddinden fazla değer vermen de neyin nesi? Yoksa siz de içinizde yerini yadırgayan ama bulunduğu yeri kullanan kompleksli birini mi yaşatıyorsunuz?
Derim ki, biz intellect'in pençesinde tutuklu (hani bir zamanlar şiirce konuşan fakat şimdilerde kahraman ırkına yeşil kurdelalı istiklal marşları söyleyen ağabeyimizin dediğince), dile dil için, edebiyata edebiyat için, kendine kendi için tutunan dil zamparası olmayı değil, ilme ve irfana yüreğini koyan âlimi ve ârifi kılavuz belleyelim.
Kırık duruşumuzu hımbıllık, sessizliğimizi cehalet, karşı durmayışımızı ödleklik, mukabele etmememizi kifayetsizlik, serin duruşumuzu biganelik sananlara sözümüzü esirgemeyelim.
Rahibenin iffeti değil bizimkisi, üç gömleğin efendisi Yûsuf'un iffeti…
DAYAN ÇAPULCUM, DİREN HAMİLEM…
Ah benim bir inanç er'i olmayı, çağın erlerinden olmayı yol belleyen, her iki ön isminden de celal parlayan muhterem hocam.
Bilmez misiniz ki içinde bulunduğumuz şu modern zamanlara cinsiyetini sormuşlar, ‘Kendimi kadın gibi hissediyorum' demiş.
Siz yol eri olmayı, erce durmayı, erce konuşmayı manevi meslek edinmiş Hz. Mevlana'nın meşrebince ‘aklın da erkek ve dişisi olduğunu' en iyi bilenlerdensiniz.
Dişil aklın her şeyin üstüne bir sis bulutu gibi çöktüğü, ‘kadıncılık' faşizminin bulaşıcı bir hastalık gibi her bünyeyi sardığı, kadının erkek sıfatlarını erkeğin kadın sıfatlarını taşıdığı bu helaket zamanında edilecek lakırdı mıydı ettiğiniz?
Bir İstanbul beyefendisi olarak yetiştiğiniz zamanların ve artık yerinde yeller esen muhitinizin diliyle, hassasiyetleriyle, edep telakkisiyle, kadının başkaca konumlandığı mecraların algısıyla konuşuyorsunuz.
Edebin, Mısır ehramlarından müzelere konulmuş bir mumya olduğunu zanneden ham ervahlara konuştuğunuzu unutuyorsunuz. Has dairede yarana konuşur gibi konuşuyorsunuz, fakat malumdur ki genele hitap edilen bir mecrada hikmete riayet lazımdır.
Algı ve ilgi dünyası ‘dayan çapulcum, diren hamilem'den öteye geçmeyen öfke kumkuması veya bu efemine çağın zihniyle ağulanmış yabancı dimağların hışmına uğradınız. Tasavvufçu, tasavvuf düşünürü vb. olmadık sıfatla sıfatlandınız, hızını alamayan bazı bıçkın yazar ablalar size tasavvuf dersi bile vermeye kalkıştı. Kimi muhafazakar hanımlar, -diğerlerinden pek farkları olmaksızın- aynı kakofonik koroya tiz perdeden katılıp, ince ayara giriştiler…
Bu görünen toz dumanın, gıll u gış'ın arkasında, perdenin ardında ne vardır acep? Bize gelen ikaz nedir acaba? "İnsanlar zulmetse de kader adalet eder" kavlince kaderin bu hükmü hakkımızda vermesi hangi hikmete mebnidir hocam?
Ve şerhini lutfedin bize, Hazret'in şu beyitleri nereye düşer:
1.Âkil evvel bined âhirra bedil
Ender âhir bined ezdaniş mukil
2.Hamuşi bahrest ü güften hemçu cû
Bahır micuyed tura cura mecû
Evvel âhir Hû…
Yusuf Özkan Özburun
“Ben rekabet edememekten değil, rekabet edebilmenin bizzat kendisinden korkuyorum.” Jerome David Salinger
Seni kimin övdüğüne dikkat edeceksin: Ayının armuttan övgüyle bahsetmesi bir meziyet değildir.
Ayının övgüsüne mazhar olmuşsan bil ki birazdan yen(il)eceksin.
Sende yen(il)meye müsait bir yön bulmasa, ayının iştahı dile gelir mi sanıyorsun…
Flaş, flaş, flaş! Evet, sıcak gündem: Öz, hakiki, has bir kök, yeni bir şafakta gıcırtısı duran, durdurulan yağsız bir menteşeye övgüler düzmeyi, onu yağlayıp yıkamayı murat etti.
Ondan daha önce med vaktinde âh çeken, hürriyet zindanında kendini ulu hakan sanan bir zat, eski mahallesine her zamanki esrik kabadayı edasıyla celallendi, naralandı.
Ortalık bir anda aydınlandı, mahallenin sakinleri her zaman olduğu gibi tukaka edildi, ‘bunlar hep böyledir, bu gettonun sakinleri sanattan, yazardan, şiirden, dehadan, zekadan, ironiden, gezideki idealizm dolu gençlerden anlamazlar' sakızı şişirilip şişirilip arsızca patlatıldı…
(Bana Woody Allen zekasından bahsetme, senin o aklın ve erdemin ötesinde zeka diye tapındığın şeyi biz tuvalet kağıdı olarak kullanıyoruz efendi… Zeka dediğin aklın kaçamağını, fikrin her yeri fingirdek yosmasını koynumuza almaya tenezzül etmedik, etmeyiz.)
Anılmaya değmezken anılır olduğun, adam yerine konmazken adam olduğun, elin yüzün şekilsizken sana gönlünü açan insanlara nasıl da sırtını bir hamlede dönebiliyorsun, onları bir tramplen gibi kullanma haysiyetsizliğine hemencecik yaslanabiliyorsun.
Yemek yediği çanağa işeyen, gördüğü ilk işmarda kuyruğunu sallaya sallaya giden bir sokak köpeğine nasıl da dönüşebiliyorsun.
Neymiş tarafsızmışsın, gezi olaylarında idealist gençleri kollamışsın, kestiği tırnak kadar bile işler yapmadığın başbakana fena ayar vermişsin, onu ‘yedirmeyeceğini' söyleyenleri nasıl da hizaya getirmişsin. Afili delikanlıymışsın.
Senin tarafsızlık dediğin, kucağına oturduğun kişinin yüzüne bakmama tarafsızlığıdır.
Yağlı ilmeği boynuna geçirmeye azmeden celladın kukuletasından yüzünü görmemeyi, hançerden keskin gülüşünün sinsi hınzırlığını fark etmemeyi tarafsızlık sanıyorsun.
Yönünü kaybetmeyi tarafsızlık sandığında düşüşün başlamış demektir: dibe düşüşün…
Ardan arınmış armalarını Ayşelerin yüzüne fırlatmayı meslek edinmiş geçkin ablanın koltuğunun dibine yuvarlak güneş gözlüklerinle oturduğunda, tecime elverişli yetenekli yeni tetikçinin bulunduğunun ilanını vermiş oldun.
‘For sale' flamalı kalemini mitralyöz olarak kullanabileceğinin işaret fişeği amiral gemisinin semalarında parladı.
Ve sen rahatladın, yıllardır kendini kurcalarken yaşayamadığın rehaveti tattın. İlgi odağı oldun, yıllardır kasım kasım kasılıyordun, kendini bulunduğun yere ait hissetmiyordun, mahallenin mütevazı bünyeleriyle kurduğun simbiyotik ilişkiyi bitirmeye hep teşneydin. Ne ki diğer bayındır bünyeye eklemlenemiyordun.
Ah o elitist edalı huzursuzluk ne de tiksinçtir, kibirli bungunluk ne de iğrenç durur insanın üstünde.
Sürekli yazar ve kitap alıntılarıyla konuşmanın gizli şehveti ne de bayağıdır. Karşısındakine zeka fışkırtmanın derin hazzı, ‘entel abi'nin kesik raksı nasıl da arsızcadır.
Ey mahalle ahalisi! Seni araçsallaştıran, kullanan, mecburen ve kerhen seninle duran, yanındayken her yere göz kırpan, orası burası oynayan zevata haddinden fazla değer vermen de neyin nesi? Yoksa siz de içinizde yerini yadırgayan ama bulunduğu yeri kullanan kompleksli birini mi yaşatıyorsunuz?
Derim ki, biz intellect'in pençesinde tutuklu (hani bir zamanlar şiirce konuşan fakat şimdilerde kahraman ırkına yeşil kurdelalı istiklal marşları söyleyen ağabeyimizin dediğince), dile dil için, edebiyata edebiyat için, kendine kendi için tutunan dil zamparası olmayı değil, ilme ve irfana yüreğini koyan âlimi ve ârifi kılavuz belleyelim.
Kırık duruşumuzu hımbıllık, sessizliğimizi cehalet, karşı durmayışımızı ödleklik, mukabele etmememizi kifayetsizlik, serin duruşumuzu biganelik sananlara sözümüzü esirgemeyelim.
Rahibenin iffeti değil bizimkisi, üç gömleğin efendisi Yûsuf'un iffeti…
DAYAN ÇAPULCUM, DİREN HAMİLEM…
Ah benim bir inanç er'i olmayı, çağın erlerinden olmayı yol belleyen, her iki ön isminden de celal parlayan muhterem hocam.
Bilmez misiniz ki içinde bulunduğumuz şu modern zamanlara cinsiyetini sormuşlar, ‘Kendimi kadın gibi hissediyorum' demiş.
Siz yol eri olmayı, erce durmayı, erce konuşmayı manevi meslek edinmiş Hz. Mevlana'nın meşrebince ‘aklın da erkek ve dişisi olduğunu' en iyi bilenlerdensiniz.
Dişil aklın her şeyin üstüne bir sis bulutu gibi çöktüğü, ‘kadıncılık' faşizminin bulaşıcı bir hastalık gibi her bünyeyi sardığı, kadının erkek sıfatlarını erkeğin kadın sıfatlarını taşıdığı bu helaket zamanında edilecek lakırdı mıydı ettiğiniz?
Bir İstanbul beyefendisi olarak yetiştiğiniz zamanların ve artık yerinde yeller esen muhitinizin diliyle, hassasiyetleriyle, edep telakkisiyle, kadının başkaca konumlandığı mecraların algısıyla konuşuyorsunuz.
Edebin, Mısır ehramlarından müzelere konulmuş bir mumya olduğunu zanneden ham ervahlara konuştuğunuzu unutuyorsunuz. Has dairede yarana konuşur gibi konuşuyorsunuz, fakat malumdur ki genele hitap edilen bir mecrada hikmete riayet lazımdır.
Algı ve ilgi dünyası ‘dayan çapulcum, diren hamilem'den öteye geçmeyen öfke kumkuması veya bu efemine çağın zihniyle ağulanmış yabancı dimağların hışmına uğradınız. Tasavvufçu, tasavvuf düşünürü vb. olmadık sıfatla sıfatlandınız, hızını alamayan bazı bıçkın yazar ablalar size tasavvuf dersi bile vermeye kalkıştı. Kimi muhafazakar hanımlar, -diğerlerinden pek farkları olmaksızın- aynı kakofonik koroya tiz perdeden katılıp, ince ayara giriştiler…
Bu görünen toz dumanın, gıll u gış'ın arkasında, perdenin ardında ne vardır acep? Bize gelen ikaz nedir acaba? "İnsanlar zulmetse de kader adalet eder" kavlince kaderin bu hükmü hakkımızda vermesi hangi hikmete mebnidir hocam?
Ve şerhini lutfedin bize, Hazret'in şu beyitleri nereye düşer:
1.Âkil evvel bined âhirra bedil
Ender âhir bined ezdaniş mukil
2.Hamuşi bahrest ü güften hemçu cû
Bahır micuyed tura cura mecû
Evvel âhir Hû…
Yusuf Özkan Özburun
laik yobazlar
Evet, bu ülkede yobazlık var, ama bu yobazlığı dindarlar değil, ulusalcı laikler temsil ediyor.
LAİKLERİN USANDIRAN ŞIMARIKLIĞI
Son on yıldır, her türlü darbeye, reformlara, Ergenekon, Balyoz sanıklarına kalpaklı bayrağını kapıp sokaklara dökülerek sahip çıkan, Gezi’den bir siyaset mühendisliği çıkartmaya çalışan ulusalcı-laik kesimlerin ve sözde aydınların bu ülkede yaşayan diğer insanların güvenini ne kadar sarstığının önemi yok muydu hiç? Şımarıkça, sınıfsal kibirle, sürekli olarak dindarlara parmak sallamanın bu ülkedeki milyonlarca insanı ne kadar yorduğunu hiç düşünüyorlar, buna tenezzül ediyorlar mıydı?
Fabrika ayarları böyleydi. Cumhuriyet bu zihniyet üzerine kurulmuştu ve bu kibir öylesine derinlere işlemişti ki, ummadığınız insanlar bile, demokratikleşmenin bir safhasında havlu atıp, laik cemaatlerinin konforlu ayrıcalıklarına dönüyordu.
"FAZIL SAY'INKİ ÖZGÜRLÜK HOCANINKİ DEĞİL Mİ"
Bu ülkede dindarlar yaşıyorlar, varlar ve kendilerine dair her düşünceyi, laikler kadar dile getirmeye hakları var. Bu düşünceler sarsıcı ve laikler tarafından kabul edilemez olsa da… Kimseye samimiyetlerini göstermek, her açıklamaya anında tekzip göndermek zorunda değiller. Başörtüleriyle veya dindarlara dair ne varsa onlarla gelecek, vekil de, cumhurbaşkanı da, yargıç da olacaklar. Düşünce ve ifade özgürlüğünden herkes gibi faydalanacaklar. Fazıl Say’ın homurtuları düşünce özgürlüğüne giriyorsa –ki girmeli-, bir tasavvuf hocasınınkiler de o alana giriyor. Kimsenin düşüncelerine haciz koymaya kimsenin hakkı yok ve bu laikler için de, dindarlar için de geçerli.
Ancak Türkiye’de asıl sorununun ulusalcı-laik şımarıklığı ve gündeme tasallutu olduğu görülüyor.
AK Parti’nin her yasası, Erdoğan’ın her sözü, bilmem kim hocanın her açıklamasının ardından bir rejim krizi çıkarılması artık kabak tadı verdi. CHP çarşaflı kadınlara rozet taktığında, Anıtkabir’de seküler ayin düzenlediğinde bu bir erdem kabul edilirken, dindar bir partinin tavırlarına yönelik başlayan “yaşam biçimlerine tehdit” tartışmalarının ikiyüzlülüğü, yüzeyselliği artık bulantı yaratıyor.
"İKİNCİ BİR GEZİ MERKEZ MEDYADA PİŞİRİLİYOR"
Muhafazakâr varsılların gittiği bir mekâna casus gibi sızıp, tüm din bilgisi cehaletiyle iftar öncesi mescidin boş olmasına suçüstü yapan bir gericilikle yaşamak, bunca gerçek derdimiz için gerekli enerjiyi bu pespayeliğe kurban vermek, bana içi boş irtica tehdidinden daha usandırıcı geliyor. Gezi’den sonra bu zorlama tartışmaların artış göstermesinin de algı mühendisliği olduğunu düşünüyorum. Belki ikinci bir Gezi için cephane biriktirmek gibi bir şey, alttan alta merkez medyada pişiriliyor. Dindarlar da, Ekşi Sözlük’te peygambere hakaret edilmesine mümin sağduyusu ile değil lümpenlikle karşılık verdiklerinde, kâbus başlamış oluyor.
"YOBAZLIĞI DİNDARLAR DEĞİL LAİKLER YAPIYOR"
AK Parti’nin icraatlarından bir “İrtica” çıkarmak, bir gerçekliğe değil, bir temenniye dayanıyor. Siyaseti atlayıp, mühendisliğe sığınmanın tembelliği… Evet, bu ülkede yobazlık var, ama bu yobazlığı dindarlar değil, ulusalcı laikler temsil ediyor. O yobazlık sahte bir polis gibi dindarları her kavşakta çeviriyor ve arama yapıyor. Buna hakları yok. Ama büyük bir densizlikle bu bir çağdaşlık mücadelesi olarak sunuluyor.
"MISIR'DAKİ DARBE ONLAR İÇİN TESELLİ"
Ulusalcı laikler, laik dindarlarla eşitliği hazmetmedikleri müddetçe bu ülkede etkili bir siyasi temsiliyet kazanamayacaklar. Mısır’daki darbeye bakıp bakıp iç geçirmekten başka bir teselli de olmayacak onlar için.
LAİKLERİN USANDIRAN ŞIMARIKLIĞI
Son on yıldır, her türlü darbeye, reformlara, Ergenekon, Balyoz sanıklarına kalpaklı bayrağını kapıp sokaklara dökülerek sahip çıkan, Gezi’den bir siyaset mühendisliği çıkartmaya çalışan ulusalcı-laik kesimlerin ve sözde aydınların bu ülkede yaşayan diğer insanların güvenini ne kadar sarstığının önemi yok muydu hiç? Şımarıkça, sınıfsal kibirle, sürekli olarak dindarlara parmak sallamanın bu ülkedeki milyonlarca insanı ne kadar yorduğunu hiç düşünüyorlar, buna tenezzül ediyorlar mıydı?
Fabrika ayarları böyleydi. Cumhuriyet bu zihniyet üzerine kurulmuştu ve bu kibir öylesine derinlere işlemişti ki, ummadığınız insanlar bile, demokratikleşmenin bir safhasında havlu atıp, laik cemaatlerinin konforlu ayrıcalıklarına dönüyordu.
"FAZIL SAY'INKİ ÖZGÜRLÜK HOCANINKİ DEĞİL Mİ"
Bu ülkede dindarlar yaşıyorlar, varlar ve kendilerine dair her düşünceyi, laikler kadar dile getirmeye hakları var. Bu düşünceler sarsıcı ve laikler tarafından kabul edilemez olsa da… Kimseye samimiyetlerini göstermek, her açıklamaya anında tekzip göndermek zorunda değiller. Başörtüleriyle veya dindarlara dair ne varsa onlarla gelecek, vekil de, cumhurbaşkanı da, yargıç da olacaklar. Düşünce ve ifade özgürlüğünden herkes gibi faydalanacaklar. Fazıl Say’ın homurtuları düşünce özgürlüğüne giriyorsa –ki girmeli-, bir tasavvuf hocasınınkiler de o alana giriyor. Kimsenin düşüncelerine haciz koymaya kimsenin hakkı yok ve bu laikler için de, dindarlar için de geçerli.
Ancak Türkiye’de asıl sorununun ulusalcı-laik şımarıklığı ve gündeme tasallutu olduğu görülüyor.
AK Parti’nin her yasası, Erdoğan’ın her sözü, bilmem kim hocanın her açıklamasının ardından bir rejim krizi çıkarılması artık kabak tadı verdi. CHP çarşaflı kadınlara rozet taktığında, Anıtkabir’de seküler ayin düzenlediğinde bu bir erdem kabul edilirken, dindar bir partinin tavırlarına yönelik başlayan “yaşam biçimlerine tehdit” tartışmalarının ikiyüzlülüğü, yüzeyselliği artık bulantı yaratıyor.
"İKİNCİ BİR GEZİ MERKEZ MEDYADA PİŞİRİLİYOR"
Muhafazakâr varsılların gittiği bir mekâna casus gibi sızıp, tüm din bilgisi cehaletiyle iftar öncesi mescidin boş olmasına suçüstü yapan bir gericilikle yaşamak, bunca gerçek derdimiz için gerekli enerjiyi bu pespayeliğe kurban vermek, bana içi boş irtica tehdidinden daha usandırıcı geliyor. Gezi’den sonra bu zorlama tartışmaların artış göstermesinin de algı mühendisliği olduğunu düşünüyorum. Belki ikinci bir Gezi için cephane biriktirmek gibi bir şey, alttan alta merkez medyada pişiriliyor. Dindarlar da, Ekşi Sözlük’te peygambere hakaret edilmesine mümin sağduyusu ile değil lümpenlikle karşılık verdiklerinde, kâbus başlamış oluyor.
"YOBAZLIĞI DİNDARLAR DEĞİL LAİKLER YAPIYOR"
AK Parti’nin icraatlarından bir “İrtica” çıkarmak, bir gerçekliğe değil, bir temenniye dayanıyor. Siyaseti atlayıp, mühendisliğe sığınmanın tembelliği… Evet, bu ülkede yobazlık var, ama bu yobazlığı dindarlar değil, ulusalcı laikler temsil ediyor. O yobazlık sahte bir polis gibi dindarları her kavşakta çeviriyor ve arama yapıyor. Buna hakları yok. Ama büyük bir densizlikle bu bir çağdaşlık mücadelesi olarak sunuluyor.
"MISIR'DAKİ DARBE ONLAR İÇİN TESELLİ"
Ulusalcı laikler, laik dindarlarla eşitliği hazmetmedikleri müddetçe bu ülkede etkili bir siyasi temsiliyet kazanamayacaklar. Mısır’daki darbeye bakıp bakıp iç geçirmekten başka bir teselli de olmayacak onlar için.
Dine ilişkin herşeyden nefret ederler.
"Cami görünce nevri dönen Kemalist, sonra da 'niçin seçimleri kaybediyoruz' diye sormaktan niçin utanmaz?"
Dine ilişkin herşeyden nefret ederler.
... Geçen gün Atina'nın sayfiyesi Glyfada'da bizim hanımla alışveriş ediyoruz, marketin kasasında bayağı kuyruk da var, bir papaz geldi, bir şeyler almış, elinde sepeti... Kasiyer kız herkesi bir yana itti, papazı en arkadan en öne geçirdi, önce onun işini gördü, parasını alıp fişini verdi, kimse de ağzını açmadı.
Bizde bu saygıyı imama göster de yiyeceğin küfürleri gör...
Pardon, Batı'da papazın papaz giysileriyle dolaşması serbest ama Batılı Türkiye'de imamın cami ve cenaze dışında imam giysileriyle dolaşması yasaktı galiba...
Engin Ardıç, SABAH (24.06.2012)
Dine ilişkin herşeyden nefret ederler.
... Geçen gün Atina'nın sayfiyesi Glyfada'da bizim hanımla alışveriş ediyoruz, marketin kasasında bayağı kuyruk da var, bir papaz geldi, bir şeyler almış, elinde sepeti... Kasiyer kız herkesi bir yana itti, papazı en arkadan en öne geçirdi, önce onun işini gördü, parasını alıp fişini verdi, kimse de ağzını açmadı.
Bizde bu saygıyı imama göster de yiyeceğin küfürleri gör...
Pardon, Batı'da papazın papaz giysileriyle dolaşması serbest ama Batılı Türkiye'de imamın cami ve cenaze dışında imam giysileriyle dolaşması yasaktı galiba...
Engin Ardıç, SABAH (24.06.2012)
HİÇBİR ŞEYDEN HİÇBİR ŞEY OLMAZ
HİÇBİR ŞEYDEN HİÇBİR ŞEY OLMAZ
Çok önceki bir yazımda söylemiştim. AK Parti iktidarı, her şey bir yana bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Kimin ne olduğunu lafta değil pratikte ortaya çıkardı.
Yıllarca atması kolaydı; darbelere karşıyım, sivil toplum istiyorum, yeni anayasa istiyorum, Kürtlere hakları verilsin. Daha da geri gidersek; yol yok, su yok, doktor yok, bu nasıl devlet?
BİR PARTİ GELDİ VE EZBER BOZULDU
Bir parti geldi ve bütün ezberleri bozdu:
"Darbelere karşıyız" diyenler anayasa referandumunda darbecileri yargılamanın kapısını açan maddeye "hayır" dediler, şimdi darbecileri serbest bırakmak için Silivri kapılarını tekmeliyorlar.
"Sivil toplum istiyoruz" diyenler 27 Nisan muhtırasında "yaşasın ordu geliyor!" diye göbek attılar.
ÇOKTAN KAÇACAKLAR AMA HALKIN GAZABINDAN KORKUYORLAR
"Yeni anayasa istiyoruz" diyenler, yeni anayasa çalışmalarından cüzzam gibi kaçtılar, 5 yıl yolu tıkadılar. Şimdi yumurta kapıda ne yana kaçacaklarını bilemiyorlar. Aslında çoktan kaçacaklar ama halkın gazabından korkuyorlar.
"Kürtlere hakları verilsin" diyenler Kürtçe yayın yapan kamusal ve özel TV ve radyo kanallarını engellemek için bin dereden su getirdiler. Anadilde eğitim, anadilde savunma, anadilde yerel hizmet hakları verildikçe ya morara morara "memleketi Apo yönetiyor" dediler, ya da verilenleri az bulup silah bırakan PKK'ya "nereye gidiyorsunuz, henüz ne hak aldınız ki?" diye çemkirdiler.
YOL YOK SU YOK DOKTOR YOK DİYENLERİ ALLAH ÇARPAR
Hele "yol yok, su yok, doktor yok" diyeni artık Allah çarpar.
Peki, ne oldu?
"Yahu istediklerimizin bu kadarı gerçekleşti, yetmez ama evet" dediler mi?
"Şunlar yapıldı, daha da şunlar yapılsın" dediler mi?
Hayır, demediler, demeyecekler de...
Çünkü mesele yetip yetmeyeceği değil, bir şey yapılıp yapılmayacağı da değil.
Çünkü ortada bir "görüş ayrılığı" sorunu yok. Çünkü ortada bir görüş yok.
Ortada bir davranış bozukluğu var.
Bir şeylerin asla iyi gitmeyeceğine inanç var, nihilizm var.
Hatta tam bir "ex nihilo nihil fit" ( yani hiçbir şeyden hiçbir şey olmaz, zaten
bir şey yok ki ondan bir şey yapılabilsin) var.
Hasbelkader bir şeyler iyi giderse ne yapacağını bilememek var.
Ve daha da kötüsü bundan zevk almak var.
Çünkü yaşam görüşü 70 yıldır ona göre tasarlanmış.
Bir şeyler kötü gitsin ki, mağdur olunsun, sorumlular (her zaman da sivil iktidarlar) eleştirilsin.
ŞİKAYET EDECEK ŞEYLERİ AZALINCA..
Kendilerine olumlu bir şey yapılınca buna çok sinirleniyorlar, yaşamlarında bir şeyler düzelince çok bozuluyorlar, çünkü o zaman şikâyet edecek şeyler azalıyor ve mazoşist bünye acı çekiyor. Onlara kötülük yapan yoksa yaratıyorlar, kendi yalanlarıyla kendilerine bir cehennem kurup bunun içinde yaşamaktan ve buna isyan edermiş gibi yapmaktan zevk alıyorlar.
Biraz akıllıları faul olsun diye kendilerini yere atıyorlar ama halk yutmuyor, onlara penaltı vermiyor tabi ki...
ACI VE ÖLÜM OLMAYAN PROTESTO ONLARA GÖRE DEĞİL
Onlar iktidarın işkence etme ihtimalini seviyorlar ve bunun için yaşıyorlar ama etmeyince sinirleniyorlar. Kendilerine jilet atıyorlar, TOMA'lar ıslatsın, biber gazları göz yaşartsın istiyorlar. Arabesk yaşıyorlar ama kendilerini çağdaş, batılı sayıyorlar. Mesela ABD'deki gibi eline pankart alıp Beyaz Saray önünde dönüp durmak gibi bir protesto şekli hiç onlara göre değil, çünkü acı yok, ölüm yok... "keşke birileri ölse..." daha ilk günkü dilekleriydi.
Neyse ki halkın aklıselimi yüksek de, yanlışlıkla bile bunlara iktidarı vermiyor.
Verilse ne yapacakları konusunda en ufak bir fikirleri yok.
Verilse bir ateş topu gibi birbirlerine fırlatacaklar.
Neyse ki halk 70 yıldır memlekete bir dikili ağaç verememişlerin ağaç sevgisini yutmuyor.
Çok önceki bir yazımda söylemiştim. AK Parti iktidarı, her şey bir yana bir turnusol kâğıdı işlevi gördü. Kimin ne olduğunu lafta değil pratikte ortaya çıkardı.
Yıllarca atması kolaydı; darbelere karşıyım, sivil toplum istiyorum, yeni anayasa istiyorum, Kürtlere hakları verilsin. Daha da geri gidersek; yol yok, su yok, doktor yok, bu nasıl devlet?
BİR PARTİ GELDİ VE EZBER BOZULDU
Bir parti geldi ve bütün ezberleri bozdu:
"Darbelere karşıyız" diyenler anayasa referandumunda darbecileri yargılamanın kapısını açan maddeye "hayır" dediler, şimdi darbecileri serbest bırakmak için Silivri kapılarını tekmeliyorlar.
"Sivil toplum istiyoruz" diyenler 27 Nisan muhtırasında "yaşasın ordu geliyor!" diye göbek attılar.
ÇOKTAN KAÇACAKLAR AMA HALKIN GAZABINDAN KORKUYORLAR
"Yeni anayasa istiyoruz" diyenler, yeni anayasa çalışmalarından cüzzam gibi kaçtılar, 5 yıl yolu tıkadılar. Şimdi yumurta kapıda ne yana kaçacaklarını bilemiyorlar. Aslında çoktan kaçacaklar ama halkın gazabından korkuyorlar.
"Kürtlere hakları verilsin" diyenler Kürtçe yayın yapan kamusal ve özel TV ve radyo kanallarını engellemek için bin dereden su getirdiler. Anadilde eğitim, anadilde savunma, anadilde yerel hizmet hakları verildikçe ya morara morara "memleketi Apo yönetiyor" dediler, ya da verilenleri az bulup silah bırakan PKK'ya "nereye gidiyorsunuz, henüz ne hak aldınız ki?" diye çemkirdiler.
YOL YOK SU YOK DOKTOR YOK DİYENLERİ ALLAH ÇARPAR
Hele "yol yok, su yok, doktor yok" diyeni artık Allah çarpar.
Peki, ne oldu?
"Yahu istediklerimizin bu kadarı gerçekleşti, yetmez ama evet" dediler mi?
"Şunlar yapıldı, daha da şunlar yapılsın" dediler mi?
Hayır, demediler, demeyecekler de...
Çünkü mesele yetip yetmeyeceği değil, bir şey yapılıp yapılmayacağı da değil.
Çünkü ortada bir "görüş ayrılığı" sorunu yok. Çünkü ortada bir görüş yok.
Ortada bir davranış bozukluğu var.
Bir şeylerin asla iyi gitmeyeceğine inanç var, nihilizm var.
Hatta tam bir "ex nihilo nihil fit" ( yani hiçbir şeyden hiçbir şey olmaz, zaten
bir şey yok ki ondan bir şey yapılabilsin) var.
Hasbelkader bir şeyler iyi giderse ne yapacağını bilememek var.
Ve daha da kötüsü bundan zevk almak var.
Çünkü yaşam görüşü 70 yıldır ona göre tasarlanmış.
Bir şeyler kötü gitsin ki, mağdur olunsun, sorumlular (her zaman da sivil iktidarlar) eleştirilsin.
ŞİKAYET EDECEK ŞEYLERİ AZALINCA..
Kendilerine olumlu bir şey yapılınca buna çok sinirleniyorlar, yaşamlarında bir şeyler düzelince çok bozuluyorlar, çünkü o zaman şikâyet edecek şeyler azalıyor ve mazoşist bünye acı çekiyor. Onlara kötülük yapan yoksa yaratıyorlar, kendi yalanlarıyla kendilerine bir cehennem kurup bunun içinde yaşamaktan ve buna isyan edermiş gibi yapmaktan zevk alıyorlar.
Biraz akıllıları faul olsun diye kendilerini yere atıyorlar ama halk yutmuyor, onlara penaltı vermiyor tabi ki...
ACI VE ÖLÜM OLMAYAN PROTESTO ONLARA GÖRE DEĞİL
Onlar iktidarın işkence etme ihtimalini seviyorlar ve bunun için yaşıyorlar ama etmeyince sinirleniyorlar. Kendilerine jilet atıyorlar, TOMA'lar ıslatsın, biber gazları göz yaşartsın istiyorlar. Arabesk yaşıyorlar ama kendilerini çağdaş, batılı sayıyorlar. Mesela ABD'deki gibi eline pankart alıp Beyaz Saray önünde dönüp durmak gibi bir protesto şekli hiç onlara göre değil, çünkü acı yok, ölüm yok... "keşke birileri ölse..." daha ilk günkü dilekleriydi.
Neyse ki halkın aklıselimi yüksek de, yanlışlıkla bile bunlara iktidarı vermiyor.
Verilse ne yapacakları konusunda en ufak bir fikirleri yok.
Verilse bir ateş topu gibi birbirlerine fırlatacaklar.
Neyse ki halk 70 yıldır memlekete bir dikili ağaç verememişlerin ağaç sevgisini yutmuyor.
İNSANLIK TARİHİNDE ŞİRKİN BAŞLANGICI
İNSANLIK TARİHİNDE ŞİRKİN BAŞLANGICI
Şirkin insanlık tarihindeki başlangıcını, ilk şirkin nasıl meydana geldiğini, bu insanların hangi konuda hata edip dünyada ilk şirk fiilini işlediklerini merak ediyor musunuz?
Hani hep deriz ya insan tarihini bilmeli, “Gecmişini bilmeyenler, geleceklerini inşa edemezler.“ diye…
Çok doğru ve yerinde söylenmiş birsöz. Mutlaka okumuşsunuzdur.
Rabbimizde bize kitabında çeşitli kıssalar anlatır ve insanlığın geçmişi hakkında bilgiler verir, bizden önce yaşamış olan insanların yaptıkları doğrulardan ve yanlışlardan bahsederek “Bunları size ibret almanız için anlatıyoruz.“ der. Işte bugün bizde Kur’an’da anlatılan ve şirkin insanlık tarihindeki başlangıcı hakkında bilgiler veren bir konu işleyecegiz. Çok ibret almamız gereken, üzerinde çokça durmamız ve düşünmemiz gereken bir konu kardeşlerim.
ŞİRK…
Hiçbir şey yaratmaya gücü yetemeyecek varlıkları, her şeyi en mükemmel şekilde yaratan Allah ile eş değer tutma, sadece O’na
yapılabilecek ibadetlerden başkalarınada pay ayırma, en büyük günah, en büyük haksızlık, en büyük haddi aşma… Acaba ilk nasıl ortaya çıkmış? Her zamanki gibi Rabbimizin ayetlerine ve Allah Resulu sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerine bakalım. Acaba bize neler anlatacaklar…
İNSANLIK BAŞLANGIÇTA TEK BİR ÜMMETTİ, YANİ TEVHİD EHLİ İDİ
Allah subhanehu ve teala ilk insan olan Adem aleyhisselam ve eşini yaratıp işledikleri hata sebebi ile yeryüzüne indirerek yaşamlarına orada devam etmelerini sağlamıştır. İnsanlık her geçen gün çoğalarak yeryüzüne dağılmış, böylece asırlar geçmiş ve bu zaman içinde tüm insanlık fıtratlarındaki tevhid inancına bağlı olarak yaşamlarına devam etmiş ve bu konuda hiç bir aşırılığa ve sapmaya yönelmemişlerdir. Bunu bize açıklayan ayetler şöyledir:
“İnsanlar, önceden, tek bir ümmetten başka bir şey değildiler; fakat sonradan ayrılığa düştüler.“ (Yunus Suresi, 19. ayet)
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah (onlara) müjdeleyen ve korkutan peygamberler göndermiş, onlarla birlikte, insanlar arasında, ihtilâf ettikleri hususlarda kendisiyle hükmetmek için hak olan Kitabı da indirmişti.“ (Bakara Suresi, 213. ayet)
Tarih ve siyer kitaplarından öğrendiğimize göre bu süreç yaklaşık on asır sürmüş ve bu süre içerisinde insanlar Allah subhanehu ve teala’nın fıtratlarına ilham ettiği tevhid dini üzere O’na hiçbir şeyi ortak koşmadan yaşamışlardır.
Bu konu hakkında Ibni Abbas radıyallahu anh’dan gelen rivayet şöyledir: “Adem aleyhisselam ile Nuh aleyhisselam arasında on asır vardır.Bu müddet içerisinde bütün insanlık hak olan tek bir şeriat (din) üzereydiler.(Sonra) ihtilaf ettiler. Allah’da müjdeleyici ve uyarıcı nebiler yolladı.” (Buhari tefsiri, Muhammed b.Cerir et-Taberi tefsiri.)
İLK ŞİRK NUH ALEYHİSSELAM DÖNEMİNDE MEYDANA GELMİŞTİR
Kardeşlerim, yukarıda da bahsettigimiz gibi insanlık başlangıçta saf tevhid dini üzere tek millet olarak asırlarca yaşamışlar ve bu zaman
içerisinde Allah subhanehu ve teala’ya hiçbir şekilde şirk koşmamışlardır. Allah’dan başka ilahlar edinip onlara ibadet etmemiş, kabirleri mescid haline getirmemiş, kendisinden bereket umdukları bir ağaç, taş, vs. edinmemiş ve kurbanlarını kendisine adayıp kestikleri bir yatırları hiç olmamıştı. Onlar her yönü ile tevhid akidesinin hüküm sürdüğü bir yaşam içerisindeydiler.
Tabiki insanın ezeli düşmanı olan şeytan insanlığın bu fıtratlarındaki tevhid akidesi üzere yaşamalarından çok rahatsız oluyor, sürekli türlü planlarla onlara yaklaşarak onları saptırmaya çalışıyor, fakat bir türlü başarılı olamıyordu. Ta ki Nuh aleyhisselamın içinde bulunduğu toplumda herkesin cok değer verdiği, saygı ve sevgi beslediği bazı salih insanlar ölene kadar. Salih insanların teker teker ölmesi onları çok seven bu insanları üzmüş, şeytan bu fırsatı en sinsi bir şekilde değerlendirerek onlara bu zaaflarından yaklaşmış, onlara salih insanlarınheykellerini yapmalarını ve evlerine, ibadet mekanlarına koymalarını bu vesile ile onlari hiç unutmayarak hep yad edip hatırlamalarını fısıldamıştı. İnsanlar da bu salih insanlara duydukları aşırı sevgi sebebi ile şeytanın vesveselerinin farkına varmayarak çok samimi duygularla onları her daim hatırlamak için heykellerini yapmışlardir. Daha sonra bu heykelleri hatıralarını hep taze tutabilmek icin toplantı yerlerine koymuşlardır. Böyle masum bir düşüncenin daha sonra insanlık tarihinde şirkin başlangıcı olacağını malesef hesap edememişlerdir.
Onlar öyle bir hale gelmişlerdir ki, Nuh aleyhisselamın kendilerini tevhid inancına davet etmesine karşı çevrelerindeki insanlara asla
ona uymamalarını, salih insanların isimlerini koydukları heykelleri kasdederek onları kesinlikle bırakmamalarını söylemişlerdir. Bunu
Nuh aleyhisselam’ın kıssasındaki ayetlerden öğreniyoruz. Allah subhanehu ve teala Kur’an’da olayı Nuh aleyhisselamın dilinden şöyle
aktarmaktadır:
“Ve dediler ki: ‘Sakın ilâhlarınızı (saygi duydugunuz büyüklerinizi) terk etmeyin. Vedd’i, Suvâ’ı, Yağûs’u, Ya’ûk’u ve Nesr’i bırakmayın.‘ Böylece birçoklarını yoldan çıkardılar. Sen bu zâlimlerin sadece sapıklıklarını artır.” (Nuh Suresi, 23-24.Ayetler)
Kardeşlerim, bu ayetlerde ismi geçen kişiler Nuh aleyhisselam zamanında yaşayan salih insanlardır. Bu salih kişiler vefat ettikten
sonra onları çok seven insanlar şeytanında vesvesesi ile onların heykellerini yapmış ve onların isimlerini koymuşlardır. Bunu Buhari
rahimehullah’ın rivayet ettiği şu hadisden öğreniyoruz.
İbn Abbas (r.a.) diyor ki: “Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nasr, Nuh kavminde yaşıyan salih kişilerin adları idi. Bunlar ölünce şeytan, insanlara bunların hatıralarını devam ettirmek için yaşadıkları yerlere heykellerini dikmelerini ilham etti. Onlar da bunu yaptılar ve diktikleri heykellere onların isimlerini verdiler. Önceleri bunlara tapan yoktu; fakat onları dikenler öldükten sonra zamanla haklarındaki bilgiler ve heykellerin dikiliş gayeleri unutuldu ve insanlar bunlara tapmaya başladılar.” (Buhari Tefsir: 71/3)
İbni Kayyım rahimehullah sahabenin pek çoğunun bunlar hakkında şöyle dedigini nakleder: “Bu salih kişiler öldükten sonra insanlar bunların kabirlerinde ibadet etmeye başladılar. Sonra unutulmasın diye heykellerini diktiler, resimlerini yaptılar. Bir süre sonra bunlara tapmaya başladılar.”
İNSANLIK TARİHİNDE İLK ŞİRKİN GERÇEKLEŞME SEBEBI SALİH İNSANLARA BESLENEN AŞIRI SEVGİDİR
İşte kardeşlerim, insanlık tarihinde ilk şirk bu şeytani senaryo ile gerçekleşmis, insanlar uluhiyetteki şirki, yani Allah’dan gayrına kulluk etmeyi ilk olarak Nuh aleyhisselam döneminde işlemişlerdir. Onları buna sevkeden en büyük etkende salih kimselere karşı temiz, saf, ama aşırı sevgi beslemeleri ve yüceltmeleri olmuştur.
Aşırı sevgi ve bunun sonucu olarak aşırı yüceltme insanları zaman içerisinde öyle bir konuma getirmiştir ki, totemcilik yani putculuk kalplerinde iyice yer etmiş ve salih insanlara şefaat, tevessül (aracı edinme), muhabbet, velayet ve yüceltme şeklinde ibadet etmeye
başlamışlardır. Aynen günümüzdeki örneklerinde çokça gördüğümüz gibi. Halbuki bu fiillerin hepsi sadece Allah subhanehu ve teala’ya yapılması gereken fiilerdir.
Malesef başlangıçda tevhid ümmeti olan bu insanlar, zaman icerisinde şirk ümmetine dönüşüvermislerdir. Bunun sonucunda Allah
subhanehu ve teala Nuh aleyhisselami kendilerine Resul olarak göndermiş ve onlari tekrar tevhide davet etmesini emretmiştir.
İNSANLIĞA GÖNDERİLEN İLK RESUL NUH ALEYHISSELAMDIR
Kardeşlerim, Allah subhanehu ve teala insanların tevhid inancından uzaklaşarak, ibadeti sadece Allah’a has kılmayı bırakıp ortak
koşmalarının sonucunda onları uyarması için kendi içlerinden Nuh aleyhisselamı Resul olarak göndermiştir.
“Andolsun ki Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahiniz yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.‘“ (Araf suresi, 59. ayet)
“O size, dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musâ’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Onları kendisine davet ettiğin şey ise, onlara ağır geldi. Allah, dilediğini kendisine seçer ve yöneleni kendisine ulaştırır.” (Sura suresi 13. ayet)
Allah Resulu sallallahu aleyhi ve sellem’den nakledilen hadiste Nuh aleyhisselam’ın gönderilen ilk Resul oldugu acıkca anlatılmaktadır:
“Kıyamet gününde insanlar şefaat etmeleri için Adem aleyhisselam’a geldiklerinde, o, kendisinin cennetten kovulmasına sebep olan
hatasını zikrederek, şefaat etmeye liyakati olmadığını belirtir ve onlari Nuh aleyhisselama yönlendirerek: ‘Ama siz, Nûh’a varın; çünkü o, yeryüzü halkına Allah’ın yolladığı ilk Resûldür.‘ Bunun üzerine onlar Nûh’a varırlar ve: ‘Sen, yeryüzü halkına Allah’ın yolladığı ilk resûlsün.‘derler.” (Buhari)
Nuh aleyhisselam Kavmini 950 yıl boyunca yüce Allah`ın tevhid dinine, Allah´ın dışındaki şeylere kulluk etmemeye davet etmiştir. Onlarsa ısrar etmiş, kibirlenmiş ve onlardan az bir çoğunluğunun dışında hiç kimse iman etmemiştir. Bundan sonra hepinizin bildigi gibi meşhur tufan hadisesi meydana gelmiş, iman edip gemiye binenler kurtulmuş, Allah’a ortak koşan insanlarda bu tufanda yok olmuştur.
Öyleki bu yok olan insanların içinde Nuh aleyhisselam’ın oğluda bulunuyordu. Peygamber oğlu olması Allah’a ortak koşanların içinde
bulunduğundan dolayı ona hiçbir şey kazandırmamış, Allah subhanehu ve teala tarafından ayrıcalığa tabi tutulmamıştır.
Belli bir zaman geçtikten sonra sular durulmuş ve tüm insanlık için yeni bir başlangıç imkanı sunulmuştur. Ne yazık ki insanlar zaman zaman,dönem dönem aynı hataya tekrar tekrar düşmüş ve Allah subhanehu ve teala kendilerine tevhidi anlatacak ve şirkten sakındıracak, onları Allah’ın azabına karşı uyaracak Resuller göndermiş ve beraberlerinde kitaplar indirmiştir.
BÜTÜN RESULLERİN İNSANLARA GÖNDERİLİŞ GAYESİ TEVHİDTİR
Değerli kardeşlerim, Allah subhanehu ve teala tüm resullerini insanlara tevhidi anlatsınlar ve açıklasınlar diye göndermişdir. Gönderilen her resul muhatabı olan toplumu sadece Allah’a kulluğa davet etmiş ve O’na şirk koşmaktan sakındırmışdır.
“Andolsun ki biz, ‘Allah’a kulluk edin ve Tâğut’tan sakının‘ diye (emretmeleri için) her ümmete bir resul gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!“ (Nahl Suresi, 36.Ayet)
Allah subhanehu ve teala, son resul olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben söyle buyurmaktadır:
“Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona, ‘benden başka ilâh yoktur; bu itibarla bana ibadet edin‘ diye vahyetmiş olmayalım.“ (Enbiya Suresi, 25.Ayet)
Bu ayeti kerimede Rabbimiz ilk resul Nuh aleyhisselam’dan son resul Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme kadar gelen tüm resullerin insanlara tevhidi anlatmak için gönderildiğini açıkca belirtmektedir. Bu hususu bize anlatan diğer ayetlerede bir göz atalım:
“Muhakkak ki, biz Nuh‘u kavmine (resul ) olarak gönderdik. Nuh kavmine şöyle dedi: ‘Ey kavmim Allah ‘a ibadet edin, zira sizin için ondan başka ilah yoktur.‘” (A’raf Suresi, 59.Ayet)
“Ad kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Hâla
sakınmayacak mısınız?‘” (A’raf Suresi, 65.Ayet)
“Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.‘” (A’raf Suresi, 73.Ayet)
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur.‘“ ( A’raf Suresi,
85.Ayet)
Ayetlerdende açıkca anlaşıldığı gibi kardeşlerim, insanlığa gönderilen tüm resullerin tek gayesi Allah’a ortak koşmadan ibadet etmeye
çağırmak, yani tevhidi gerçekleştirmek olmustur. Allah subhanehu ve teala göndermiş oldugu resullerle birlikte indirmiş oldugu kitaplarda da ana tema olarak hep tevhitten bahsetmiştir. Resullerle birlikte, kitaplarında indiriliş gayesi insanların zihinlerine ve gönüllerine tevhid inancının yerleştirilmesidir.
TEVHİDTEN MAKSAT ALLAH’IN VARLIĞINI BİLMEK DEĞİL, ONU İBADETTE BİRLEMEKTİR
Allah Resulu sallallahu aleyhi ve sellem “ İhlas suresini okumak, Kur’an’ın üçte birini okumaya denktir.“ (Müslim, Buhari) buyuruyor: ihlas suresinin neden Kur’an’ın üçte birini okumaya denk oldugunu böylelikle daha rahat anlayabiliriz. Çünkü ihlas suresinde Allah subhanehu ve teala kendi özelliklerinden ve bu özelliklerindeki tekliğinden, benzersizliğinden bahsetmektedir. Böylelikle kendisinden başka ibadeti hak eden hiçbir ilah bulunmadığını ilan etmektedir.
Allah Resulu sallallahu aleyhi ve sellem’de insanları Islam’a davet etmeye başlamasından itibaren 13 yıl sadece Allah’ın birlğine, yani
ibadeti hak eden ilahın tek olduğuna, başka ibadeti hak eden gerçek ilah bulunmadığına, Allah’tan başka ilah edinilenlerin hiçbir güce sahip olmadıklarına vurgu yapmıstır.
Tevhidden maksat Allah’ın zatının var olduğunu, yani rububiyyetini anlatmak degildir. Tüm insanlık bunu zaten bilmektedir. Tevhidden maksat var olduğunu bildikleri, kabul ettikleri varlığı ibadette “tek“ kabul etmektir.
insanlık tarihi boyunca şirk genellikle hep uluhiyyet yani (varlığını bildikleri ve kabul ettikleri) Allah’a ibadet etme noktasında gündeme gelmiş, bildikleri ve kabul ettikleri Rablerine ibadet etme noktasında insanlar ya umursamaz bir tavır içinde olmuşlar, ya da O’na ortaklar icad ederek ibadet etmislerdir.. Aynen günümüzde de olduğu gibi.
Kardeşlerim, toplumumuza baktığımızda insanlık tarihi boyunca çokta bir şeyin değişmediğini malesef üzülerek görmekteyiz. “Tarih
tekerrürden ibaret“ gerçekten. Rabbimiz bize merhameti sebebi ibret alıp aynı hatalara düşmememiz için kitabında geçmis ümmetlerin
başına gelenlerden tek tek bahsettiği halde, resulleri vesilesi ile bizden nasıl bir kulluk istediğini apaçık bir şekilde açıkladığı halde, biz
ya Kur’an’ın içeriğinden haberdar olmadığımız, ya da Kur’an’ı basiretle okumadığımız yani şartlanmıs bir bilinçle okuduğumuz için, aynı hatalara aynı şekilde hatta daha da ileri seviyede düşüyoruz. Bunu bazen aynı atalarımız gibi salih insanlara aşırı sevgi besleyip yücelterek, bazen totemcilik ruhunun kalplerimizde yerleşmesine izin vererek, bazende Rabbimizden hakkında hiçbir bilgi gelmediği halde çok çeşitli şeylere kutsallık atfederek yapıyoruz.
Çevremize baktığımızda her gün şirkin çesitli versiyonlarına şahit oluyoruz. Yücelttikleri insanların resimlerinden feyz alanları, onların resimlerinden ve eşyalarından bereket umanları, şifa isteyenleri ve türlü şirk çeşitleri ortaya çıkaranları, Allah’ı sever gibi totemleri sevip saygı gösterenleri, kabir seyahatleri düzenleyenleri, kabirlere karşı namaz kılmakta hiç bir beis görmeyenleri üzüntü ile seyrediyoruz. Bu kardeşlerimizi uyarmaya çalıştığımızda da hep aynı cevapla karşılaşıyoruz:
“Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (Zümer Suresi, 3.ayet)
Kardeşlerim, Rabbimiz tarihten ders almayı, aynı hataları tekrar tekrar yapmamayı, amellerimizin tümünden şirki temizleyebilme bilincini kazanmayı bize nasip etsin. Amiiin.
“Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa salih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf suresi, 110. ayet)
İbadete layık tek ilah olan Allah’a emanet olun…
Şirkin insanlık tarihindeki başlangıcını, ilk şirkin nasıl meydana geldiğini, bu insanların hangi konuda hata edip dünyada ilk şirk fiilini işlediklerini merak ediyor musunuz?
Hani hep deriz ya insan tarihini bilmeli, “Gecmişini bilmeyenler, geleceklerini inşa edemezler.“ diye…
Çok doğru ve yerinde söylenmiş birsöz. Mutlaka okumuşsunuzdur.
Rabbimizde bize kitabında çeşitli kıssalar anlatır ve insanlığın geçmişi hakkında bilgiler verir, bizden önce yaşamış olan insanların yaptıkları doğrulardan ve yanlışlardan bahsederek “Bunları size ibret almanız için anlatıyoruz.“ der. Işte bugün bizde Kur’an’da anlatılan ve şirkin insanlık tarihindeki başlangıcı hakkında bilgiler veren bir konu işleyecegiz. Çok ibret almamız gereken, üzerinde çokça durmamız ve düşünmemiz gereken bir konu kardeşlerim.
ŞİRK…
Hiçbir şey yaratmaya gücü yetemeyecek varlıkları, her şeyi en mükemmel şekilde yaratan Allah ile eş değer tutma, sadece O’na
yapılabilecek ibadetlerden başkalarınada pay ayırma, en büyük günah, en büyük haksızlık, en büyük haddi aşma… Acaba ilk nasıl ortaya çıkmış? Her zamanki gibi Rabbimizin ayetlerine ve Allah Resulu sallallahu aleyhi ve sellem’in hadislerine bakalım. Acaba bize neler anlatacaklar…
İNSANLIK BAŞLANGIÇTA TEK BİR ÜMMETTİ, YANİ TEVHİD EHLİ İDİ
Allah subhanehu ve teala ilk insan olan Adem aleyhisselam ve eşini yaratıp işledikleri hata sebebi ile yeryüzüne indirerek yaşamlarına orada devam etmelerini sağlamıştır. İnsanlık her geçen gün çoğalarak yeryüzüne dağılmış, böylece asırlar geçmiş ve bu zaman içinde tüm insanlık fıtratlarındaki tevhid inancına bağlı olarak yaşamlarına devam etmiş ve bu konuda hiç bir aşırılığa ve sapmaya yönelmemişlerdir. Bunu bize açıklayan ayetler şöyledir:
“İnsanlar, önceden, tek bir ümmetten başka bir şey değildiler; fakat sonradan ayrılığa düştüler.“ (Yunus Suresi, 19. ayet)
“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah (onlara) müjdeleyen ve korkutan peygamberler göndermiş, onlarla birlikte, insanlar arasında, ihtilâf ettikleri hususlarda kendisiyle hükmetmek için hak olan Kitabı da indirmişti.“ (Bakara Suresi, 213. ayet)
Tarih ve siyer kitaplarından öğrendiğimize göre bu süreç yaklaşık on asır sürmüş ve bu süre içerisinde insanlar Allah subhanehu ve teala’nın fıtratlarına ilham ettiği tevhid dini üzere O’na hiçbir şeyi ortak koşmadan yaşamışlardır.
Bu konu hakkında Ibni Abbas radıyallahu anh’dan gelen rivayet şöyledir: “Adem aleyhisselam ile Nuh aleyhisselam arasında on asır vardır.Bu müddet içerisinde bütün insanlık hak olan tek bir şeriat (din) üzereydiler.(Sonra) ihtilaf ettiler. Allah’da müjdeleyici ve uyarıcı nebiler yolladı.” (Buhari tefsiri, Muhammed b.Cerir et-Taberi tefsiri.)
İLK ŞİRK NUH ALEYHİSSELAM DÖNEMİNDE MEYDANA GELMİŞTİR
Kardeşlerim, yukarıda da bahsettigimiz gibi insanlık başlangıçta saf tevhid dini üzere tek millet olarak asırlarca yaşamışlar ve bu zaman
içerisinde Allah subhanehu ve teala’ya hiçbir şekilde şirk koşmamışlardır. Allah’dan başka ilahlar edinip onlara ibadet etmemiş, kabirleri mescid haline getirmemiş, kendisinden bereket umdukları bir ağaç, taş, vs. edinmemiş ve kurbanlarını kendisine adayıp kestikleri bir yatırları hiç olmamıştı. Onlar her yönü ile tevhid akidesinin hüküm sürdüğü bir yaşam içerisindeydiler.
Tabiki insanın ezeli düşmanı olan şeytan insanlığın bu fıtratlarındaki tevhid akidesi üzere yaşamalarından çok rahatsız oluyor, sürekli türlü planlarla onlara yaklaşarak onları saptırmaya çalışıyor, fakat bir türlü başarılı olamıyordu. Ta ki Nuh aleyhisselamın içinde bulunduğu toplumda herkesin cok değer verdiği, saygı ve sevgi beslediği bazı salih insanlar ölene kadar. Salih insanların teker teker ölmesi onları çok seven bu insanları üzmüş, şeytan bu fırsatı en sinsi bir şekilde değerlendirerek onlara bu zaaflarından yaklaşmış, onlara salih insanlarınheykellerini yapmalarını ve evlerine, ibadet mekanlarına koymalarını bu vesile ile onlari hiç unutmayarak hep yad edip hatırlamalarını fısıldamıştı. İnsanlar da bu salih insanlara duydukları aşırı sevgi sebebi ile şeytanın vesveselerinin farkına varmayarak çok samimi duygularla onları her daim hatırlamak için heykellerini yapmışlardir. Daha sonra bu heykelleri hatıralarını hep taze tutabilmek icin toplantı yerlerine koymuşlardır. Böyle masum bir düşüncenin daha sonra insanlık tarihinde şirkin başlangıcı olacağını malesef hesap edememişlerdir.
Onlar öyle bir hale gelmişlerdir ki, Nuh aleyhisselamın kendilerini tevhid inancına davet etmesine karşı çevrelerindeki insanlara asla
ona uymamalarını, salih insanların isimlerini koydukları heykelleri kasdederek onları kesinlikle bırakmamalarını söylemişlerdir. Bunu
Nuh aleyhisselam’ın kıssasındaki ayetlerden öğreniyoruz. Allah subhanehu ve teala Kur’an’da olayı Nuh aleyhisselamın dilinden şöyle
aktarmaktadır:
“Ve dediler ki: ‘Sakın ilâhlarınızı (saygi duydugunuz büyüklerinizi) terk etmeyin. Vedd’i, Suvâ’ı, Yağûs’u, Ya’ûk’u ve Nesr’i bırakmayın.‘ Böylece birçoklarını yoldan çıkardılar. Sen bu zâlimlerin sadece sapıklıklarını artır.” (Nuh Suresi, 23-24.Ayetler)
Kardeşlerim, bu ayetlerde ismi geçen kişiler Nuh aleyhisselam zamanında yaşayan salih insanlardır. Bu salih kişiler vefat ettikten
sonra onları çok seven insanlar şeytanında vesvesesi ile onların heykellerini yapmış ve onların isimlerini koymuşlardır. Bunu Buhari
rahimehullah’ın rivayet ettiği şu hadisden öğreniyoruz.
İbn Abbas (r.a.) diyor ki: “Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nasr, Nuh kavminde yaşıyan salih kişilerin adları idi. Bunlar ölünce şeytan, insanlara bunların hatıralarını devam ettirmek için yaşadıkları yerlere heykellerini dikmelerini ilham etti. Onlar da bunu yaptılar ve diktikleri heykellere onların isimlerini verdiler. Önceleri bunlara tapan yoktu; fakat onları dikenler öldükten sonra zamanla haklarındaki bilgiler ve heykellerin dikiliş gayeleri unutuldu ve insanlar bunlara tapmaya başladılar.” (Buhari Tefsir: 71/3)
İbni Kayyım rahimehullah sahabenin pek çoğunun bunlar hakkında şöyle dedigini nakleder: “Bu salih kişiler öldükten sonra insanlar bunların kabirlerinde ibadet etmeye başladılar. Sonra unutulmasın diye heykellerini diktiler, resimlerini yaptılar. Bir süre sonra bunlara tapmaya başladılar.”
İNSANLIK TARİHİNDE İLK ŞİRKİN GERÇEKLEŞME SEBEBI SALİH İNSANLARA BESLENEN AŞIRI SEVGİDİR
İşte kardeşlerim, insanlık tarihinde ilk şirk bu şeytani senaryo ile gerçekleşmis, insanlar uluhiyetteki şirki, yani Allah’dan gayrına kulluk etmeyi ilk olarak Nuh aleyhisselam döneminde işlemişlerdir. Onları buna sevkeden en büyük etkende salih kimselere karşı temiz, saf, ama aşırı sevgi beslemeleri ve yüceltmeleri olmuştur.
Aşırı sevgi ve bunun sonucu olarak aşırı yüceltme insanları zaman içerisinde öyle bir konuma getirmiştir ki, totemcilik yani putculuk kalplerinde iyice yer etmiş ve salih insanlara şefaat, tevessül (aracı edinme), muhabbet, velayet ve yüceltme şeklinde ibadet etmeye
başlamışlardır. Aynen günümüzdeki örneklerinde çokça gördüğümüz gibi. Halbuki bu fiillerin hepsi sadece Allah subhanehu ve teala’ya yapılması gereken fiilerdir.
Malesef başlangıçda tevhid ümmeti olan bu insanlar, zaman icerisinde şirk ümmetine dönüşüvermislerdir. Bunun sonucunda Allah
subhanehu ve teala Nuh aleyhisselami kendilerine Resul olarak göndermiş ve onlari tekrar tevhide davet etmesini emretmiştir.
İNSANLIĞA GÖNDERİLEN İLK RESUL NUH ALEYHISSELAMDIR
Kardeşlerim, Allah subhanehu ve teala insanların tevhid inancından uzaklaşarak, ibadeti sadece Allah’a has kılmayı bırakıp ortak
koşmalarının sonucunda onları uyarması için kendi içlerinden Nuh aleyhisselamı Resul olarak göndermiştir.
“Andolsun ki Nuh’u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahiniz yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum.‘“ (Araf suresi, 59. ayet)
“O size, dinden Nuh’a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musâ’ya ve İsa’ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Onları kendisine davet ettiğin şey ise, onlara ağır geldi. Allah, dilediğini kendisine seçer ve yöneleni kendisine ulaştırır.” (Sura suresi 13. ayet)
Allah Resulu sallallahu aleyhi ve sellem’den nakledilen hadiste Nuh aleyhisselam’ın gönderilen ilk Resul oldugu acıkca anlatılmaktadır:
“Kıyamet gününde insanlar şefaat etmeleri için Adem aleyhisselam’a geldiklerinde, o, kendisinin cennetten kovulmasına sebep olan
hatasını zikrederek, şefaat etmeye liyakati olmadığını belirtir ve onlari Nuh aleyhisselama yönlendirerek: ‘Ama siz, Nûh’a varın; çünkü o, yeryüzü halkına Allah’ın yolladığı ilk Resûldür.‘ Bunun üzerine onlar Nûh’a varırlar ve: ‘Sen, yeryüzü halkına Allah’ın yolladığı ilk resûlsün.‘derler.” (Buhari)
Nuh aleyhisselam Kavmini 950 yıl boyunca yüce Allah`ın tevhid dinine, Allah´ın dışındaki şeylere kulluk etmemeye davet etmiştir. Onlarsa ısrar etmiş, kibirlenmiş ve onlardan az bir çoğunluğunun dışında hiç kimse iman etmemiştir. Bundan sonra hepinizin bildigi gibi meşhur tufan hadisesi meydana gelmiş, iman edip gemiye binenler kurtulmuş, Allah’a ortak koşan insanlarda bu tufanda yok olmuştur.
Öyleki bu yok olan insanların içinde Nuh aleyhisselam’ın oğluda bulunuyordu. Peygamber oğlu olması Allah’a ortak koşanların içinde
bulunduğundan dolayı ona hiçbir şey kazandırmamış, Allah subhanehu ve teala tarafından ayrıcalığa tabi tutulmamıştır.
Belli bir zaman geçtikten sonra sular durulmuş ve tüm insanlık için yeni bir başlangıç imkanı sunulmuştur. Ne yazık ki insanlar zaman zaman,dönem dönem aynı hataya tekrar tekrar düşmüş ve Allah subhanehu ve teala kendilerine tevhidi anlatacak ve şirkten sakındıracak, onları Allah’ın azabına karşı uyaracak Resuller göndermiş ve beraberlerinde kitaplar indirmiştir.
BÜTÜN RESULLERİN İNSANLARA GÖNDERİLİŞ GAYESİ TEVHİDTİR
Değerli kardeşlerim, Allah subhanehu ve teala tüm resullerini insanlara tevhidi anlatsınlar ve açıklasınlar diye göndermişdir. Gönderilen her resul muhatabı olan toplumu sadece Allah’a kulluğa davet etmiş ve O’na şirk koşmaktan sakındırmışdır.
“Andolsun ki biz, ‘Allah’a kulluk edin ve Tâğut’tan sakının‘ diye (emretmeleri için) her ümmete bir resul gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!“ (Nahl Suresi, 36.Ayet)
Allah subhanehu ve teala, son resul olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben söyle buyurmaktadır:
“Senden önce hiçbir resul göndermedik ki ona, ‘benden başka ilâh yoktur; bu itibarla bana ibadet edin‘ diye vahyetmiş olmayalım.“ (Enbiya Suresi, 25.Ayet)
Bu ayeti kerimede Rabbimiz ilk resul Nuh aleyhisselam’dan son resul Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme kadar gelen tüm resullerin insanlara tevhidi anlatmak için gönderildiğini açıkca belirtmektedir. Bu hususu bize anlatan diğer ayetlerede bir göz atalım:
“Muhakkak ki, biz Nuh‘u kavmine (resul ) olarak gönderdik. Nuh kavmine şöyle dedi: ‘Ey kavmim Allah ‘a ibadet edin, zira sizin için ondan başka ilah yoktur.‘” (A’raf Suresi, 59.Ayet)
“Ad kavmine de kardeşleri Hûd’u (gönderdik). O dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur. Hâla
sakınmayacak mısınız?‘” (A’raf Suresi, 65.Ayet)
“Semûd kavmine de kardeşleri Salih’i (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.‘” (A’raf Suresi, 73.Ayet)
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim! Allah’a kulluk edin, sizin ondan başka ilahınız yoktur.‘“ ( A’raf Suresi,
85.Ayet)
Ayetlerdende açıkca anlaşıldığı gibi kardeşlerim, insanlığa gönderilen tüm resullerin tek gayesi Allah’a ortak koşmadan ibadet etmeye
çağırmak, yani tevhidi gerçekleştirmek olmustur. Allah subhanehu ve teala göndermiş oldugu resullerle birlikte indirmiş oldugu kitaplarda da ana tema olarak hep tevhitten bahsetmiştir. Resullerle birlikte, kitaplarında indiriliş gayesi insanların zihinlerine ve gönüllerine tevhid inancının yerleştirilmesidir.
TEVHİDTEN MAKSAT ALLAH’IN VARLIĞINI BİLMEK DEĞİL, ONU İBADETTE BİRLEMEKTİR
Allah Resulu sallallahu aleyhi ve sellem “ İhlas suresini okumak, Kur’an’ın üçte birini okumaya denktir.“ (Müslim, Buhari) buyuruyor: ihlas suresinin neden Kur’an’ın üçte birini okumaya denk oldugunu böylelikle daha rahat anlayabiliriz. Çünkü ihlas suresinde Allah subhanehu ve teala kendi özelliklerinden ve bu özelliklerindeki tekliğinden, benzersizliğinden bahsetmektedir. Böylelikle kendisinden başka ibadeti hak eden hiçbir ilah bulunmadığını ilan etmektedir.
Allah Resulu sallallahu aleyhi ve sellem’de insanları Islam’a davet etmeye başlamasından itibaren 13 yıl sadece Allah’ın birlğine, yani
ibadeti hak eden ilahın tek olduğuna, başka ibadeti hak eden gerçek ilah bulunmadığına, Allah’tan başka ilah edinilenlerin hiçbir güce sahip olmadıklarına vurgu yapmıstır.
Tevhidden maksat Allah’ın zatının var olduğunu, yani rububiyyetini anlatmak degildir. Tüm insanlık bunu zaten bilmektedir. Tevhidden maksat var olduğunu bildikleri, kabul ettikleri varlığı ibadette “tek“ kabul etmektir.
insanlık tarihi boyunca şirk genellikle hep uluhiyyet yani (varlığını bildikleri ve kabul ettikleri) Allah’a ibadet etme noktasında gündeme gelmiş, bildikleri ve kabul ettikleri Rablerine ibadet etme noktasında insanlar ya umursamaz bir tavır içinde olmuşlar, ya da O’na ortaklar icad ederek ibadet etmislerdir.. Aynen günümüzde de olduğu gibi.
Kardeşlerim, toplumumuza baktığımızda insanlık tarihi boyunca çokta bir şeyin değişmediğini malesef üzülerek görmekteyiz. “Tarih
tekerrürden ibaret“ gerçekten. Rabbimiz bize merhameti sebebi ibret alıp aynı hatalara düşmememiz için kitabında geçmis ümmetlerin
başına gelenlerden tek tek bahsettiği halde, resulleri vesilesi ile bizden nasıl bir kulluk istediğini apaçık bir şekilde açıkladığı halde, biz
ya Kur’an’ın içeriğinden haberdar olmadığımız, ya da Kur’an’ı basiretle okumadığımız yani şartlanmıs bir bilinçle okuduğumuz için, aynı hatalara aynı şekilde hatta daha da ileri seviyede düşüyoruz. Bunu bazen aynı atalarımız gibi salih insanlara aşırı sevgi besleyip yücelterek, bazen totemcilik ruhunun kalplerimizde yerleşmesine izin vererek, bazende Rabbimizden hakkında hiçbir bilgi gelmediği halde çok çeşitli şeylere kutsallık atfederek yapıyoruz.
Çevremize baktığımızda her gün şirkin çesitli versiyonlarına şahit oluyoruz. Yücelttikleri insanların resimlerinden feyz alanları, onların resimlerinden ve eşyalarından bereket umanları, şifa isteyenleri ve türlü şirk çeşitleri ortaya çıkaranları, Allah’ı sever gibi totemleri sevip saygı gösterenleri, kabir seyahatleri düzenleyenleri, kabirlere karşı namaz kılmakta hiç bir beis görmeyenleri üzüntü ile seyrediyoruz. Bu kardeşlerimizi uyarmaya çalıştığımızda da hep aynı cevapla karşılaşıyoruz:
“Biz bunlara, sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (Zümer Suresi, 3.ayet)
Kardeşlerim, Rabbimiz tarihten ders almayı, aynı hataları tekrar tekrar yapmamayı, amellerimizin tümünden şirki temizleyebilme bilincini kazanmayı bize nasip etsin. Amiiin.
“Artık kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa salih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın.” (Kehf suresi, 110. ayet)
İbadete layık tek ilah olan Allah’a emanet olun…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)