31 Ağustos 2013 Cumartesi

Eş Anlamlı Eski ve Yeni Kelimeler Sözlüğü

http://egitim-akademisi.blogspot.com/2013/06/Es-Anlamli-Eski-ve-Yeni-Kelimeler-Sozlugu.htmlAşağıda Linkten İndireceğiniz Dosya İçinde Eş Anlamlı Eski ve Yeni Kelimeler Sözlüğü Bulunmaktadır.
Türkçe'de çoğunlukla eskiden kullanılan bir kelimenin günümüz Türkçe'sinde kullanılan Eş Anlamlı Karşılığını Bulacaksınız.
Bu eş anlamlı sözcükler ; Hem genel kültürünü arttırmak isteyenler, hem sınavlara hazırlananlar hem de bulmaca severler için yararlı olabilecek bir çalışmadır.

Dosya Türü: pdf
Sayfa Sayısı:  21

Dosya Winrar programı ile sıkıştırılmıştır. Linke Tıklayıp Açılan Sayfada 5 sn bekleyip reklamı geçtikten sonra Hotfile sunucusundan dosyayı indirebilirsiniz.

Yararlı Olması Dileğiyle..

İNDİR: Eş Anlamlı Eski ve Yeni Kelimeler Sözlüğü.pdf



Benzer Konular:
Osmanlı Türkçesi Sözlüğü
A'dan Z'ye Bulmaca Sözlüğü


Alkolü Faydalı Diye Tanıttılar

'Alkolü Faydalı Diye Tanıttılar'
'1930'lu yıllarda 'Alkol faydalıdır' reklâmları yapılırdı. 'Aile Bira Bahçeleri'nde çocuklar alkol alırdı. Bira, balıkla eşdeğer tutulurdu.'


Sigara, alkol, uyuşturucu bağımlılığı ve kötü madde kullanımıyla mücadele eden Türkiye Yeşilay Cemiyeti, uzun süren suskunluğundan sonra şimdilerde ayağa kalkıyor. Geçtiğimiz yıl Yeşilay'ın başına geçen genç ürolog Prof. Dr.M. İhsan Kahraman'la birlikte Yeşilay maddi anlamda da güç kazanmaya başladı. Göreve gelmeden önce Yeşilay'ın adını, kendisinin bile unuttuğunu itiraf eden Kahraman, “Cumhuriyet döneminde 'Alkol faydalıdır' reklâmları yapılırdı. 'Aile Bira Bahçeleri'nde çocuklar bira içerdi. Bira, balıkla eşdeğer tutulurdu!” sözleriyle, sarsıcı açıklamalarda bulunuyor. Kahraman'la sağlıklı nesiller üzerine konuştuk...

> Anayasa'nın 58. maddesi, “Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden korumak için gerekli tedbirleri alır” diyor. Buna rağmen neden bir alkol direnci var Türkiye'de?
Sadece alkol değil, uyuşturucu ve kumar da geçiyor o maddede. Sigara geçmiyor ama... Belki de Anayasaya girecek kadar ciddi bulunmamış.

> Yeni anayasaya girmeli mi?
Kesinlikle girmeli. Bunları birbirinden ayırt etmek öyle zor ki! “Alkol zararlı, sigara o kadar değil!” Bu tamamen bir yanılsama. Alkol ve uyuşturucu bağımlısı bin kişiyle konuşun, 999'u sigarayla başlamıştır. Mesela İstanbul Esenler'de bununla ilgili sosyolojik çalışma da yapıldı. Hap kullanan tüm çocuklar, aynı zamanda sigara ve alkol kullanıyor. Sigarayla başlamışlar.

> Bir korelasyon var mı aralarında?
Biyolojik, fizyolojik bir bağ yok; ama sonuçta bağımlılığa meyil varsa, insan küçük yaşta, daha kolay ulaşabildiğiyle başlıyor. Sigara hem daha kolay ulaşılır, hem de toplumda daha hafif görülür. Dirence dönersek, alkol bu ülkede zararlı bir bağımlılık türü algılanmaktan ziyade ideolojik bir turnusol kâğıdı olarak algılanmış. Tarih boyunca alkol içilmiş; ama hiçbir zaman turnusol kâğıdı olmamış. Ta ki Cumhuriyet dönemiyle, Batılılaşma ufku çizilene kadar…

> Cumhuriyet döneminde alkole bakış açısı nasıl?
Cumhuriyet, gündelik hayatta Batılılaşmayı sergileyecek olan kıyafeti bulmuş, alfabeyi bulmuş. Bunları devrimlerle yapmış. Devrimsiz, turnusol kâğıdı olarak da alkol bulunmuş! Alkol içmek, Batılılaşma ve çağdaşlaşma sembolü haline getirilmiş, söylenmese bile!

> Bunu nereden anlıyorsunuz?
Bugün hepimizin kanser yapıcı olduğunu bildiği 60 küsur hastalığın sebebi, Dünya Sağlık Örgütü'nün 'zararlı' diye bağırdığı alkolü 'faydalıdır' diye reklâm yapmış, Cumhuriyet idaresi! “Biranın Gıdai Faydaları' diye afiş yaptırmış 1930'lu yıllarda. “Yarım litre bira, 325 gram balık etine eşittir” diyen bir devlet, “Balık yiyemezseniz, bira için” mesajını veriyor. Bir bira markası 60'ların sonlarında yaptığı reklâmda, “Sadık Emmi, İneğinden Her Gün 10 Litre Bira Sağıyor” diyerek, 1 litre biranın 1 litre süte eşdeğer olduğunu söylüyor. Ankara'da, Atatürk Orman Çiftliği'nde 'Aile Bira Bahçeleri' kurmuş devlet! Küçük çocukların ellerinde bira şişeleri! Bir devlet 'bira bahçesi' kuramaz. Bütün dünyanın zararlı olduğunu bildiği bir şeyin, çocukların da içeceği şekilde 'sevecen' bir şekilde propagandasını yapıyorsan bu bir dayatmadır, alıştırmadır!

> O alıştırmada Cumhuriyet başarılı oldu mu?
Bir ideolojik anlayış olarak, müthiş derecede yerleşmiş. 2013 yılında bile 'alkolüme dokunma' diyebiliyor insanlar. Alkolüne dokunan yok aslında. Yeni çıkarılan Alkol Yasası, içmek isteyeni engellemiyor. Satın almak isteyeni engellemiyor. 22.00-06.00 saatleri arasında perakende satış yasak! 21.00'de al! Bir şeye yasak denmesi için, tamamen ortadan kaldırılması gerekir. Burada niyet okuma var. Diyorlar ki, “Hükümet yoklama çekiyor.” Avrupa'yla ve dünyayla entegre bir ülke, alkolü yasaklayabilir mi?

> “Avrupa Alkol Politikaları Birliği ve Dünya Sağlı Örgütü'nün önerileri uygulamaya konulsa, Türkiye'de kıyamet kopar” diyorsunuz, neden?
Evet, diyorum. AB'ye üye 29 ülkenin de üyesi olduğu Avrupa Alkol Politikaları Birliği'nin işi gücü, alkolle uğraşmak. Geçen sene Stockholm'de yapılan kongrede, üye ülkelere şu önerilerde bulundu: “Alkole sürekli vergi koyun, fiyatını artırın. İçilme yerlerini kısıtlayın. Satış saatlerini kısıtlayın. Reklâmları toptan yasaklayın” ve diyor ki, “Alkol tüketiminde herhangi bir 'emniyet sınırı', 'alt sınır' yoktur”, yani "Az içtiğim için ben güvendeyim” denilemeyeceğini, kanser yapıcı etkisi için de alt güvenlik sınırı olmadığını söylüyor.

> Avrupa'da alkol tüketimi ne kadar?
Kişi başı yıllık alkol tüketimi 10 litre civarında. Rusya'da 15 litre. Türkiye'de 1.5 litre biliniyor resmî olarak, gayri resmî oranlar 3 litre diyor. Asıl hedef ne? Bugün yetişen gençlerin, 60 yaşına geldiğinde alkole bağımlı hale dönüşmesini engellemek. Bu nedenle en büyük kısıtlamanın reklâma ve propagandaya getirilmesi gerekiyor.

Ankara'da bulunan Atatürk Orman Çiftliği'nde kurulan 'Aile Bira Bahçeleri'nde alkol alan küçük çocuklar!

> 80'lerde ilkokul çocukları dahi Yeşilay kolu sayesinde onun işlevini bilirdi. Daha sonra kaybolup gitti. Şimdi yeni bir söylem tutturmak zorundasınız. Bu, işinizi zorlaştırıyor mu?

Bir yönüyle zorlaştırıyor; ama biz genç bir yönetim olarak yeni bir söylem ve vizyonla geldiğimizi ilan ettik. 10 ay önce Yeşilay'a başkan olduğumda, ondan önceki 10 yıla dair, benim kafamda da Yeşilay'ın yeri yoktu. Silinmişti! Çocukken, Yeşilay'ın Mavi Kırlangıç dergisini babam eve getirirdi. Afişlerine her yerde rastlardık. Sonra toplumdan çekildi.

> Sebebi?
Birincisi, Yeşilay'ın propaganda ve PR imkânları çok kısıtlanmış, çünkü hiçbir geliri yok. Ne devlet desteği, ne hayırseverlerin rağbeti! İkincisi; Yeşilay'ı bugünlere getiren yöneticilerin, “Yeşilay büyürse, yabancı unsurlar dolar, mecrasından sapar” korkusu olabilir. Çünkü Yeşilay hep küçük kalmış. Biz geldiğimizde, 4 bin üyesi vardı Yeşilay'ın. 76 milyonluk ülkede bu sayı çok az. 81 şehir var, 23 şubesi vardı. Çok az. Çağ ve nesiller de değişiyor. Yeşilay, 60 yaşındaki adama ne yapabilir? Yeni yetişen neslin diline, tarzına uygun söylem de geliştirilememiş.

SİGARA AZALDI, SIRA ALKOLDE

> Kızılay'ın iyi bir gelir kaynağı var. Maden suyu dahi üretiyor. Siz nasıl bir kaynak oluşturacaksınız?
Hükümetin Yeşilay'a gösterdiği rağbet çok önemli. Başbakanımızın kızı Esra Hanım da yönetim kurulu üyemiz. Başbakanımız bir sigara düşmanı. Bunu da sempatik biçimde yapıyor. Yeni nesle zarar veren ve bağımlılık üreten maddelere karşı olan bir iktidar var. Başbakan, Yeşilay'ın açılışına geliyor. Bu PR olunca, o zaman buraya yardım da gelir. Hayırseverlerin rağbeti artmaya başladı. Hükümet, gelir getiren bir kaynak olsun diye Sepetçiler Kasrı'nı Yeşilay'a tahsis etti. Oranın kafeterya ve restoran olarak işletilmesi için BELTUR'la anlaşma imzaladık. Torba Yasa'yla birlikte Yeşilay Cemiyeti, bir vakıf kurmakla yükümlü kılındı. Vakıfla birlikte bağışların artacağına inanıyoruz. Ayrıca Sağlık Bakanlığı'ndan her yıl bir fon da tahsis edilecek.

> Alkol Yasası'nın ne denli etkili olacağını düşünüyorsunuz?
Bu yasa henüz yürürlüğe girmedi; ama Sigara Yasası yürürlükte. Bu yasa uygulanacağı zaman, çoğu insan etkili olacağına inanmadı. Çünkü Avrupa'da bile “Türk gibi sigara içmek” gibi bir deyim var. Şehirlerarası otobüslerde sigara içilir, çocuklar astım krizine girerdi bu ülkede. Bu bir vahşetti! Kapalı bir mekânda sigara içmek, ilkelliktir, barbarlıktır! Hacettepe Üniversitesi'nden Prof. Dr. Nazmi Bilir 'dumansız hava sahası' projesinin denetiminin başında. 2008'de yürürlüğe konan bu proje, 2012'de raporlandı. Türkiye'de sigara tüketimi 5 yılda yüzde 13 azalmış. Alkolde de aynısı olacaktır.

> Dünyada yasak durumu nasıl?
Özellikle İskandinav ülkeleri, alkol yasakları konusunda bir numaradır dünyada: İsveç, Norveç ve Danimarka. Fransa, en ciddi alkol yasasını bizzat aynı adla çıkardı. ABD'de alkol satış yaşı 21'dir. Vermek çok büyük bir suçtur. Türkiye'de 18 yaştan ötürü kıyamet kopuyor! Sert uygulamaların olduğu bu ülkelerde, alkol kullanımı da ciddi biçimde azalmış. Alkole bağlı şiddet ve trafik kazaları, azalma eğilimi gösteriyor. Oysa alkol üreticileri yeni pazarlar bulmak derdince. Bunun için hedef kitle ise gençler ve kadınlar.

> Hekim olmanızdan hareketle sorsam; Türkiye'deki alkol lobisi, ilaç lobisi kadar güçlü mü?
İkisi de güçlü ve acımasız. İlaç lobisi, hasta olup da ilaç kullanabilecek bir kitleye hitap eder. Ama alkol ve sigara lobisi, dünya üzerinde yaşayan 6 buçuk milyar insanın tamamını hedef kitle görür. Ama acımasızlık ve vicdansızlık açısından çok rahat kıyaslayabiliriz. Ben bir hekim olarak, dünya ilaç endüstrisinin olmadık hastalıkları var göstererek, normal kolesterol ve tansiyon düzeyini daha aşağı çekerek, sağlıklı bir insana ilaç kullandırttığını biliyorum!

İlk Amerikan Yandaşlığı CHP İktidarında Başlamıştır

atatürkün arkasında kabadayı gibi duran kişi amerikan büyükelçisidir

İlk Amerikan Yandaşlığı CHP İktidarında Başlamıştır


M. Kemal’in 1933 yılı ortalarında ABD Başkanı Roosvelt’le mektuplaşma yoluyla sıcak temaslar kurması, Türkiye’nin Amerikan rotasında hızla ilerlemesinin bir başka delilidir. Bu münasebetler, 1947’de Truman Doktrini, 1948’de Marshall Yardımları, 1950’de Kore’ye Asker gönderme, 1952’de Nato üyeliğiyle en üst noktaya ulaşır.

İktidarda solcu aydın ve bürokrat ağılıklı İnönü CHP’sinin olduğu 1946’da Amerikan Missouri Zırhlısı’nın bizzat ABD Türkiye elçisi Münir Ertegün’ün cenazesini Türkiye’yi getirmesi, resmî Amerikancılığın başlamasının jesti olarak kabul edilir.

Tek partili yıllarda Amerikalı Conilere yalakalık yapanların arasında CHP’li siyasiler ve yandaşı gazeteciler vardı. Devrin ünlü Kemalist gazetecisi Zekeriya Sertel, Tan Gazetesinde “Amerika emperyalist değil, dost bir ülkedir” başlığıyla yazılar yazıyordu.
1949 ve 1950 yılları, ordunun eğitimden kışla düzenine, kıyafet biçiminden rütbelerin şekline, silah ve teçhizatların yenilenmesi kadar bütünüyle Amerikan askerî sistemine uyarlanmaya başladığı yıllardır.

27 MAYIS DARBECİLERİNE DERİN AMERİKAN YARDIMI

27 Mayıs 1960 darbecilerinin radyodan ilk tebliği hâlâ hatırlardadır: “Nato’ya, Cento’ya.... bağlıyız.”

“Ordu hantal ve hastadır” diyerek, darbeye muhalif olan 235 general ve beş bine yakın subayın emekli edilmesini isteyen darbeci cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’di.
Ödenmesi gereken yüklü ikramiye tutarı Nato Komutanı Norstad aracılığıyla Amerikan örtülü ödeneğinden temin edilir. Zaten ABD’nin desteklediği darbecilere darbe öncesinden para yardımı sözünü sağır sultan bile duymuştu.

Arada bir “ABD yardımı azaldı” diye beyanat verecek kadar hacâlet içinde olan darbeci hükümetin mensupları kara yüzleriyle çıktıkları halkın karşısında da “Bağımsız ve Kalkınan Atatürkçü Türkiye” nutukları atabiliyorlardı.

1963, Türkiye’nin bütün ilk ve ortaöğretim okullarında Amerikan yardımı olarak süt tozu ve peksimet dağıtılmaya başladığı yıldır. Öğretmen ve hademe nezaretinde süt tozu sulandırılarak “üçüncü dünya ülkelerinin gıdasız çocuklarına” (demek ki şânlı Kemalist Türkiye’nin çocukları o zaman böyle görülüyormuş) alüminyum bardaklarla zorla en az bir, isteyene daha çok içirilirdi.

Bu utanç manzaraları, bize “Amerikan bezi” yahut “Amerikan patiskası”nı kullanmanın bir imtiyaz olduğunu yaşatan ulusalcı-Atatürkçü ve tam bağımsızlıkçı darbecilerin ve yandaşlarının hiç de kanına dokunmamıştı.

Sam Amca’nın emriyle Dünya Bankası’nın Türkiye’de yaptırdığı yoksulluk ve açlık sınırı tesbitlerinin, darbeci generaller döneminde de devam ettiğini hatırlatalım. “Menderes’i, Türkiye’yi Amerika’ya satmakla” suçlayan 27 Mayısçılar, hem Müslüman millete ağyardı, hem de dipten Amerikancıydı.

Sam Amca, “Türkiye’nin yoksul ve gıdasız çocuklarına” yaptığı yardımı Türkiye Sosyal Yardım ve Dayanışma Fonu’yla dağıttırıyor ve Dünya Bankası uzmanlarına da teftiş ettiriyordu. Çünkü, Kemalist-darbeci cumhuriyetin bâzı memurları yüz karası olan bu yardımları bile zimmetine geçiriyorlardı.

Çocuk aşısına bile muhtaç, fakat Müslüman halka “fasa fiso ve ayağı çarıklı köylüler” diyen despot ve faşist darbecilerin hükümferma olduğu bu dönemde Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumu yine ABD desteğiyle geliştirilmiş ve fahrî genel başkanlığına da sözde bağımsız Türkiyeci ve darbeci general Cemal Gürsel getirilmişti.

Sam Amca’nın ifadesiyle “yoksul Türkiye’nin insanlarına” tonlarca yağ, un, peynir, çocuk felci aşısı, naylon çorap, iç çamaşırı gönderilmişti. Bu yardımların bir kısmının ulusalcı darbeci hükümetin memurlarınca “iç edildiği” ve Menderes karşıtı ve darbe taraftarı toptancı esnafına “el altından” satıldığı anlatılırdı.

CHP YANDAŞI GENERALLER AMERİKAN YARDIMI ALIYORLAR

Dahası var; Sam Amca’nın, “Tam Bağımsız Atatürkçü Cumhuriyet” (!) için utanç veren gıda yardımlarının bir kısmının liman depolarında uzun süre stoklanıp bekletildiğine ve sonra da çürüdüğüne dair iddialar ayyuka çıkmıştı. Kırklı yıllarda İnönü iktidarının mazlum ve mazrur halkımızın buğdaylarını zorla alıp stoklayarak çürüttüğü gibi...

“Amerikan Yardım Anlaşması”nın bâzı maddelerine “Amerikan propagandası” şartı konulurken neredeydi “Bağımsız Atatürkçü Türkiye” diyenler? 27 Mayıs sonrasında Ulusal Atatürkçü generallerin Türkiye’sine ABD’nin tâlimatıyla Nato tarafından tam 112 adet Haber Alma Tesisleri kurulmuştu.

1964’de Kıbrıs’ta Türk katliamı yapıldığında Amerikancı ve darbeci generaller hükümeti şaşkın ve kararsızdı. ABD’ye nasıl karşı çıkılacaktı?

ABD’nin Kıbrıs politikasına karşı halkın hoşnutsuzluğunu göstermek için S. Hayri Ürgüplü Hükümetinin fikren olmasa da şeklen el altından desteklediği manipüle edilmiş öğrenci ve sivillerce protesto yürüyüşleri yapılmıştı.

Darbecilerin ABD ile yaptığı ikili anlaşmayı dikkate alarak yorum yapan devrin basınının görüşü şöyleydi: “ABD kurdurduğu fakat kendisine bağlı olmayan iktidarı devirir.”

1966’da Amerikan Başkanı Johnson, ağır hasta olan darbeci general Cemal Gürsel’i tedavisi için özel uçakla ABD’nin en konforlu hastanesine getirtir.


Ali İlbey

398 ) İMPARATORLUKTAKİ EN ÜNLÜ RUM AİLESİ ..

   

   Köprülü ailesinin Hristiyanlara karşı hoşgörüsü ve dış meselelerdeki kavrayışı sadece kendi yargılarının değil ; aynı zamanda yanlarında Hükumet Baştercümanı , İmparatorluk Danışmanı ve Avrupalı sefirlerin güvenini kazanmış kişi sıfatlarını kendisinde barındıran bir insanın var olmasının da sonucuydu. Bu insan, Aleksander Mavrokordato ( üstte) idi.  
   Mavrokordato ailesi, Osmanlılar gibi, Rumların İstanbul'u bir yükselme aracı olarak kullanışlarının açık bir örneğidir. Elbette, sırası geldiğinde, Osmanlı'nın uşakları haline gelişlerinin de.. Bu ailenin tarihi Güneydoğu Avrupa'nın tarihidir..
   Mavrokordato'ların itibar görmesinin nedeni lisandı. 1580 yılından sonra, Osmanlı kafasının dışarıya kapanmasıyla birlikte, pek az Müslüman Osmanlıca, Farsça ve Arapça dışında herhangi bir dil biliyordu. Bu nedenle veziri azamlar sefirlerle görüşmelerinde bir çevirmene ihtiyaç duyardı. Eğitim görmüş Rumlar hem Osmanlıca'yı, hem de Batı dillerini bilen az kişi arasındaydı. Öte yandan, azınlık mensuplarının devlet hizmetine seçilmesi pek uygun değildi. 
   Bu ailenin İstanbul'da ilk ortaya çıkışları 17. yüzyıldadır. Gıda malzemesi ticareti ve tarım yoluyla servet kazanmış olan Rum tacir Skarlattos ya da İskerletoğlu, 1631 yılında bir yeniçeri tarafından öldürüldüğünde geriye bir milyon kuruş bırakmıştı. İskerletoğlu'nun zengin kızı ve Eflak Prensinin dul eşi Roksana, Ege'nin en zengin adalarından Sakız adası ahalisinden yakışıklı bir ipek tüccarı olan  Yani Mavrokordato'ya aşık oldu ve evlendiler. Oğulları Aleksander 1641 yılında doğdu. Üç yıl sonra babası Yani öldü. 
   Roksana, oğlunun okumak üzere Batıya gönderilen ilk İstanbul vatandaşları arasında olmasını sağladı. Aleksander önce, 16. yüzyıl başında İstanbul'dan sürülenlerin Roma'da kurduğu Yunan üniversitesine devam etti. Sonra da, kan dolaşımı üzerine bir tez de yazdığı Padua ve Bologna üniversitelerine.. 
   1665-1672 yılları arasında Patrikhane Akademisi başkanlığı yaptı. Karizmatik, güzel konuşan, retorik ve tarih konularında eserler vermiş bir kişi olarak, İstanbul Rumları arasında giderek düzelmeye yüz tutan tahsil eğitiminin canlanmasını teşvik etti. 
   1670 yılında, büyük bir servet sahibi Sultana Khrysokoleos ile evlendi. Moldovya Prensi Büyük Stephenos'un soyundan gelen bu kadın, Eflak ve Boğdan'ın pek çok soylu ailesiyle akrabaydı. 
   Hekimlik bilgisi Aleksander'ın Osmanlı hiyerarşisi içinde yükselmesini sağladı. Pek çok paşanın hekimi olmasının yanı sıra, 1671 yılında Vezir-i Azam Fazıl Ahmed Paşa'nın hekimliği ve Baştercüman Panagios Nikousios'un sekreterliği görevine getirildi. Mavrokordato 1673 yılında Nikousios'un ölümü üzerine Baştercüman oldu. Böylelikle Osmanlı amirlerinin kendisine verdiği isimle İskerletzade İskender diğer Rumlara tanınmayan bir hakka sahip olarak kakım kürkünden bir başlık giymeye, at üstünde dolaşmaya ve silahlı muhafızlar eşliğinde gezmeye başladı. Görünüşü neredeyse tam bir Osmanlı idi. Henüz 32 yaşındaydı..
   Bu tarihten sonra, Aleksander'ın talihi imparatorluğun talihi ile paralel seyretti. Osmanlı'nın 1683 yılındaki Viyana yenilgisinin ardından zincire vurularak hapse atıldı ve 300 kese para cezasına çarptırıldı. Bu miktar, Eflak Prensliğinin yıllık toplam vergisinden 20 kese fazlaydı !.. Karısı ve annesi de hapse atıldı. Annesi serbest bırakıldıktan altı ay sonra öldü.. Ne var ki, Avrupa'ya ilişkin bilgisi ve konuştuğu diller kendisini vazgeçilmez kılıyordu. Tercümanlık için Fransa sefirinin önerdiği Sefer Ağa isimli, Venedikli bir dönme yeterince ehil çıkmamıştı. Böylece Mavrokordato 1687 yılında tekrar görevinin başına döndü. 
   Osmanlı ve Habsburg imparatorlukları arasında Karlofça Antlaşmasının imzalanmasında yardımcı oldu. Barış görüşmelerinde gösterdiği başarının ödülü olarak, Aleksander Mavrokordato 1700 yılında Hükumet Müsteşarı oldu. Kendisine Sultan tarafından kakım kürkünden bir cübbe ve Kutsal Roma İmparatoru tarafından Bizans elyazmaları verildi. 
   1703 yılında şehirde ayaklanma baş gösterdiğinde Fransız sefaretine sığındı ve görevinin başına dönebilmesi için bu defa 200 kese ödemesi gerekti. 
   Aleksander Mavrokordato, 1710 yılının ocak ayında, arkasında 500 kese nakit bırakarak öldüğünde hem tehlikeli bir düşman, hem de çok hatırşinas bir dost olarak tanınıyordu..
   Bir Fransız diplomatının, "Avrupa'nın en iyi aktörlerinden biri" dediği bu adamın, kendisini hapse atıp hırpalayan Osmanlı'ya hangi son noktada bağlı kaldığı merak edilebilir. Acaba bu nokta Rumların ve Rusların yeni bir Bizans İmparatorluğu düşü müdür ?..
   İmparatorluğun gücü, tebaasının gözü kapalı itaatinde ve kariyer yapısının esnekliğinde yatıyordu. Zayıf noktalar ise sultan ve paşaların tantanalı maiyetlerinde , her yol ortalığı kırıp geçiren salgın hastalıklarda, parasının ve hukuk sisteminin sakatlığında, yetenekli subay eksikliğinde ve yağmacılık alışkanlığında aranmalıydı..Hiç şüphe yok, Mavrokordato bir çöküş beklentisi içindeydi. Karlofça görüşmeleri sırasında Avusturya'dan yüklü rüşvetler almış ve "Türklerin istikrarsızlığını, hainliğini ve diğer barbarca ve zalimane özelliklerini" ifşa etmişti. Bu arada Babıali'den gelen talimatların kopyalarını da gizlice Viyana'ya gönderiyordu. 
   Diğer yandan Fransız sefiri kendisini Rusların "eski Rum imparatorluğunu yeniden kurma" emellerine yakın ve "Babıali'nin çıkarları aleyhine bile olsa" Rumlara yardıma hazır buluyordu. Gizli yazışmalarda "Ali" diye hitap ettiği Mavrokordato'yu askeri bilgi edinmek amacıyla kullanıyor, "Ali" ise bu hizmeti karşılığında, daha sonra artıtılmak üzere, yılda 2.400 lira alıyordu. Dolayısıyla Mavrokordato aynı anda Osmanlı, Rusya, Avusturya ve Fransa için dört taraflı çalışan bir casus olarak değerlendirilebilir.. 
   Öte yandan, maaş ya da rüşvet karşılığı bilgi satışını Vezir-i Azam'ın bilgisi dahilinde gerçekleştirmiş olması da mümkündür. 1699 yılında Mavrokordato'nun diplomasisi imparatorluğa umulandan daha bol toprak bırakıyordu. 
   Osmanlı Devleti'nin bu aileye sağladığı avantajlar öyle büyük ölçekteydi ki, yabancı ülkelerden kazançları ne olursa olsun, son noktada Osmanlı'ya bağlıydılar.. 
   
  

   Oğlu Nikholas Mavrokordato (üstte), 1709 yılında Eflak tahtına geçmişti. 1680 doğumlu Nikholas Yunanca, Latince, Osmanlıca, Arapça, Farsça, İtalyanca ve Fransızca bilen, pek çok konuda bilgi sahibi bir alimdi. Bunların hepsini İstanbul'da öğrenmişti. 1700-1709 yılları arasında baştercümanlık yaptı. Kendisine Fransızca tahsilinde yardım etmiş olan Protestan mülteci 
La Motraye, "Bu kadar büyük ve iyi eğitilmiş belleğe sahip başka birini tanımadım" diyordu.. 27 Kasım 1710 tarihinde Boğdan Prensi oldu.  

   PHILIP MANSEL'in "KONSTANTİNİYYE" adlı kitabından derlenmiştir..

30 Ağustos 2013 Cuma

Ehl-i Sünnetin sağlam güvenilir hadisçileri

Sahih-i Buhari
Sahih-i Müslim
Sünen-i Nesai
Sünen-i Tirmizi
Sünen-i Ebu Davut
Sünen-i İbn Mace

Bunlar ehl-i Sünnetin sağlam güvenilir hadisçileridir.


Hadis ilminde hadisler ravisine, senedine, doğruluğuna, geliş şekline göre sınıflara ayrılır. 

Esas olarak üç hadis türü vardır:

Sahih (صحيح‎) hadîs: Ravi ve senet itibariyle kesinlikle şüphesiz gelen hadisler.
Hasen ('حسن) hadîs: Yazılışında kusur bulunan hadisler.
Zayıf (ضعيف) hadîs: Senedinde ve metninde bir illet bulunan hadisler.
Uydurulmuş sözlere ise mevzu denilmektedir.


Hadis, Kur'an'dan sonra ikinci kaynaktır. Kur'an'ın tefsirinde hadis başlıca kaynaktır. Hadis, sünnetin yaslandığı kaynaktır. İslam mezheplerinin doğuşunda hadisler farklılıklara yol açan birer fıkıh usulü kaynağı da sayılır.

İslam'da Kütüb-i sitte denilen temel hadis kitapları:

İmam Buhari
Müslim
Ebu Davud
Tirmizi
İmam Nesâi
İbn Mace'nin yazdığı kitaplardır.

Buhari ve Müslim'e sahihayn denilir, Sahihleri ile meşhur iki hadis yazarıdır. Diğer dört hadis yazarının kitapları Sünendir. Diğer hadîs kitabı türleri: Cami, Müsned, Mucem, Müstedrek, Mustahrec, Cüz, Tabakat.
Hadîs ilimleri usul ve esastan meydana gelir: Usuli Hadis, hadislerin ravisini, senedini, metnini araştıran ilim dalıdır. Hadisi kimin rivayet ettiğini, hadisin kesintili olup olmadığını, metnin doğruluğunu araştırır. Alt ilim dalları vardır.
Cerh ve Ta'dil, raviyi redd (cerh) veya duzeltmeyi (tadil) ele alır.
Rical, ravilerin hayatını ele alır.
Hadis ihtilafı, birbiriyle çelişen hadisleri karşılaştırır.
İlelilhadis, hadisin doğruluğunu zedeleyen gizli noktaları aydınlatır.




BU MİLLETİN NAMUSUNU 1932 YILINDA BÖYLE SATTILAR

BU MİLLETİN NAMUSUNU 1932 YILINDA BÖYLE SATTILAR



1932 BELÇİKA GÜZELLİK YARIŞMASI VE KERİMAN HALİS

FRANSA'DAKİ DANSA MÜDAHALE EDEN KANUNİ SULTAN SÜLEYMAN'NIN TORUNU DİYE BÖYLE TAKTİM ETTİ KAFİR BATILI DEVLETLER İŞTE KEMALİST REJİMİN KADINLARA VERDİĞİ HAK PROFİL İSMİNE T.C YAZMAKLA TÜRK OLUNMAZ GERÇEK MADANA TÜRK OLAN BU NAMUSSUZLUĞU EYLEME DÖKER BUNLARI YAPANLARIN İZİNDEN GİTMEZ.!

KERİMAN HALİS’İN DÜNYA GÜZELİ SEÇİLMESİN DE JÜRİNİN TAVRI:

YARIŞMAYI GÖREN HALİT TURHAN BEY’İN ANLATIMLARI

Hâlid Turhan Bey Hatıraları’nda Keriman Hâlis Ece’nin dünyâ güzeli seçilmesini şu şekilde anlatıyor: 1932 senesinde yine Cumhûriyet Gazetesinin tertiplediği güzellik yarışmasını Keriman Hâlis kazanmıştı. Aynı yıl Belçika’nın Spa şehrinde 28 ülkenin katılmasıyla dünyâ güzellik yarışması düzenlenmişti. Keriman Hâlis bu yarışmaya Türkiye’yi temsilen katıldı. Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller, çeşitli kimselerle görüştü ve konuştular. Yarışma gününde jürinin önünden kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar.

Jüri salona geçip puan değerlendirmesi yapmak istedi.

Başkan kürsüye geçerek şöyle konuştu:

“Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa’nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünyâ üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslâmiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa Hıristiyanları bitirmiştir. Elbette Amerika’nın ve Rusya’nın hakkını inkar edemeyiz. Neticede bu, Hıristiyanlığın zaferidir. Müslüman kadınların temsilcisi, Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzeli varmış, yokmuş bu önemli değil. Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. Avrupa’nın zaferini kutluyoruz. Bir zamanlar Fransa’da oynanan dansa müdâhale eden Kanûnî Sultan Süleyman’ın torunu işte mayo ve sütyen ile önümüzdedir. Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik, Müslümanların geleceği böyle olması temennisiyle, Türk güzelini dünyâ güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa’nın zaferi için kaldıracağız.”


Kemâlizmin millet anlayışında dinin yeri yoktur

Kemâlizmin millet anlayışında dinin yeri yoktur

Kemalistler veya KAMALİSTLER, millet yaşayışımızda ve anlayışımızda İslâmiyeti yavaş yavaş silebilmek veya onu hafife almak için önce Amentüden işe başladılar.

İslâmın Amentüsünde, imanın 6 şartı mı açıklanıyor;

onlar da 1928 yılında, Hakimiyet-i Milliye Matbaasında bastırıp dağıttıkları Türk'ün Amentüsü'nde, seslerini şöyle yükselttiler:

"Kahramanlığın örneği olan ve vatanın istiklalini yoktan var eden Mustafa Kemal'e o'nun cengaver ordusuna, yüce kanunlarına, mücahit analarına ve Türkiye için ahiret günü olmadığına iman ederim. İyilikle fenalığın insanlardan geldiğine, Gâzi'nin Allahın en sevgili kulu olduğuna, kalbimin bütün hulusuyla (samimiyetiyle) şahadet eylerim."

Türk'ün yeni Amentüsünden sonra, sıra Kur'ana ve Hz. Muhammed (sav) e geldi.

1931 yılında, İstanbul'da Devlet Matbaasında 4 ciltlik yeni bir tarih kitabı basıldı ve bu tarih kitabı, 1931 yılından 1950 yılına kadar bütün liselerimizde okutuldu.

Bu 4 ciltlik tarih kitabını hazırlayanların %90'ı CHP milletvekilleriydi.

Yalnızca biri Cumhurbaşkanı Genel Sekreteriydi, ikincisi, Atatürk Lâtife Hanımdan boşandıktan sonra Çankaya Köşkü'nün yeni sakini, bir taşbebek kadar güzel Afet Hanım, diğer ikisi de albay idi.

CHP milletvekilleri şunlardı:

(Bu kişiler, aynı zamanda Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti üyeleriydiler) Çanakkale Mebusu: Samih Rıfat Bey, İstanbul Mebusu Prof. Dr. Akçuraoğlu Yusuf Bey, Aydın Mebusu Dr. Reşit Galib Bey, Balıkesir Mebusu Hasan Cemil Bey, Balıkesir Mebusu İsmail Hakkı Bey, Kocaeli Mebusu Reşit Saffet Bey, Şarkikarahisar Mebusu Prof. Dr. Sadri Maksudi Bey, Sivas Mebusu Prof. Dr. Şemsettin Günaltay Bey, Eskişehir Mebusu Prof. Dr. Yusuf Ziya Bey...

4 ciltlik tarih kitabının 2. cildi İSLÂMİYET üzerineydi.

Peki Hazreti Muhammed (sav) ve Kur'an için ne diyorlar dı? Diyorlardı ki:

"Muhammet, 40 yaşına geldiği zaman, vatandaşlarını, kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine dâvete başladı. Bu dine İslâm denilmiştir." (Syf. 89) "Muhammet'in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba KUR'AN denir.

O, Arapların, ahlâk ve âdetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğuna inanmış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sonra kendisine vahiy ve ilhâm fikri doğmuştur." (Syf.90)

SORUYORUM: Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Kur'an, Hazreti Muhammed (sav) in mi eseridir? Siz de Allah'ı, Cebrail'i, vahyi inkâr mı ediyorsunuz? Etmiyorsanız öfkeniz neden?

Atatürk ve Afet Hanım, 1931 yılında, Çankaya Köşkünde Yurttaşlık Bilgisi isimli bir kitap hazırladılar.

Daha doğrusu Atatürk'ün söylediklerini Afet Hanım kaleme aldı.

Kitap bittikten sonra Atatürk, Başvekil İsmet İnönü'ye bir mektup yazarak bu kitabın hem bütün okul öğrencilerine, hem de bütün vatandaşlarımıza okutulmasını önemle rica etti.

Bu kitabın 12. sayfasında, millet bölümünde deniliyor ki:

"Din birliğinin de, bir millet teşkilinde müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat biz, bizim gözümüz önündeki Türk milleti tablosunda, bunun aksini görmekteyiz.

Türkler, İslâm dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul ettikten sonra bu din bilâkis Türk milletinin millî bağlarını gevşetti. Millî hislerini, Millî heyecanlarını uyuşturdu. Bu pek tabii idi..."

SORU: Siz de böyle mi düşünüyorsunuz? Türk milletinin millî hisleri, millî heyecanları İslâmiyet yüzünden gevşediği ve uyuştuğu için mi soyumuz dünyanın en muhteşem devletlerinden birini kurdu.

Onu 23 milyon 337 bin 600 km2 üzerine yaydı.

624 yıl yaşattı ve tam 322 yıl, dünyada lider devlet olarak hükümran oldu?

Dünyanın neresinde, millî hisleri uyuşan bir millet böyle zaferler kazandı? CHP Edirne saylavı (milletvekili) Şeref Aykut, milletimizin o tarih kitapları ve yurttaşlık kitapları sayesinde, İslâmiyetten ayrılmaya başladığına inandı.

1936 yılında, İstanbul'da KAMALİZM isimli bir kitap bastırdı.

Bu kitabın daha ilk sayfasında KAMALİZM'in yeni bir din olduğunu ileri sürdü:

"Kamalizm, yalnız yaşamak dinini aşılayan ve bütün prensiplerini ekonomik temeller üzerine kuran bir dindir!" diyordu ve CHP'nin 6 okunu, Kamalizm Dininin 6 görüşü, inancı, imanı olarak açıklıyordu.

SORU: Siz de Kamalizmi veya Kemalizmi yeni bir din olarak mı kabul ediyorsunuz. Cevabınız evet ise alın ve hayrını görün.

"Sizin dininiz size, bizimki bize. Bu millet sizin taptıklarınıza tapmaz. Siz de bu milletin taptığına tapmazsınız.

Yavuz Bülent Bâkiler

Selanikli dönmeler

Selanikli dönmeler

Eğer ailenizin verdiği bilgi temeli sağlam ise; kitap okumak bilgiyi arttırır. Lakin, temeliniz sağlam değil ise, kafanız allak bullak bir çorba olur, ve sonunda bildikleriniz yanında tüm inancınızı ve şahsiyetinizi de kaybedersiniz.

Bu yüzden kitap tavsiye ederken dikkat etmek gerekir. Eger içi daha dolmamış, ne aradığını bilmeyen bir muhatabınız varsa karşınızda, aman dikkat .. Eldeki avuçtakini yitirmek de var bu işin sonunda.. Çok şükür kendi temelime güvendiğim için tereddütsüz her kitabı alıyorum elime. Tehlikeli sulara da dalabilen bir yazarın kitabı bugünün konusunu verdi bana . Kaynak belirtmeden paylaşacak değilim, lakin dikkat! Marc David Baer'in "Selanikli Dönmeler" kitabından bahsediyorum. Herkesin sessizce okuyup, fısıltılarla değerlendirdiği bu kitabın bazı hususlarının yüksek sesle de tekrarlanması gerektiği düşüncesindeyim. Çoğumuzun malum olduğu bazı gerçeklerin ortaya daha net konulduğu bu kitapta, Selanikli dönmelerin ülkelerinden sınır dışı edilerek Türkiye'ye yerleştirilmeleri, eğitim sistemleri, Türkiye'deki yaşam biçimleri anlatılıyor.

İslam'a dönmek veya şehit olmak arasında kalarak din değiştirmeyi seçen Haham Sabetay Sevi; 16 Ekim 1666'da Edirne sarayının köşkünde IV. Mehmet'in önünde İslam'a geçişiyle dönmelik tarihini başlatır. Bunun arkasından bir grup Yahudi, O'na olan inancını yitirmiş, bazıları ise din değiştirmeden gizlice O'nun Mesih olduğuna inanmayı sürdürmüşlerdir. Kitapta dönmelerin Osmanlı içinde nasıl gruplaştığı detaylı olarak anlatılmış, ancak benim üzerinde duracağım mesele , kitapta üzerinde durulmuş iki isim; Ahmet Emin Yalman ve Şemsi Efendi. Yakubi Dönmesi olan A.E.Yalman'ın, aktardığı M.Kemal ile bir anısında ; ki ders kitaplarında da böyle geçer; M.Kemal'in öğretim hayatıyla ilgili paylaştığı cümleler var. Okullarda da anlatıldığı üzere; annesinin dini eğitim istemesi, babasının ise yeni usule göre okumasını istediğini, sonuçta önce dini eğitime kayıt ettirilip iki gün sonra ise Şemsi Efendi'nin okuluna geçiş yaptığını aktarır. M.Kemal'in aslında Aile içindeki bu tartışmayla, aslında İslam ile seküler güç arasındaki çatışmayı vurguladığı belirtilir. Yazarın buradaki notu enteresandır. Seküler güç olarak Şemsi Efendi'nin okulu vurgulanır, yani aslında dini bir okul olmadığı; ama aslında öyledir. Yazar önemli olarak şunu da ekliyor, M.Kemal'in vurgulamak istediği aradaki çatışma değil; aslında görünürde Müslüman olarak nasıl yaşanacağıdır!

Dönme eğitmenlerin öğrenci olarak sadece grup üyelerini kabul etmeleri de yazıldığına göre boşluklar rahatça doldurulabilir. Dönmeler için okulları, tabii olarak; ekonomik ve politik açıdan iyi konumlara gelmelerini sağlamanın yanı sıra, onların dönme dini ve değerlerine uygun biçimde eğitim almalarına olanak sağlıyordu. Dönmelerin uzun süren eğitim çabalarının Şemsi Efendi'yle başladığı da belirtilmiş. Dönme okullarındaki öğrencilerin uluslar arası ticarete atılmak ve imparatorluğa hizmet vermek için eğitildikleri açıklanmış.

II.Abdülhamit'in Sabetay Sevi'nin din değiştirmesini samimi sanmasının, ve dönmelerin birleşerek kendisine karşı nasıl bir siyasi rol oynadıklarını görememesini de yazmış yazar.. Senelerce tarihin tozlu penceresinden anlatılanın aksine bunları biz bas bas bağırsak da , kabul edilmeyen bu gerçeklerin artık kendisine inanmayanları ezeceği bir gerçek .. Bırakın Türk araştırmacılarını, Bütün dünyadan çıkan bu araştırmacılar bile bu gerçekleri ayan beyan yazabilirken, biz de hala görmek istemeyenlerin vay haline.. Aslında vay bizim halimize ki, hala bu zihniyetle boğuşuyoruz.

Selanik tekrar Yunanistan'ın eline geçince göç eden Kapancı dönmelerinin genellikle, İstanbul'un merkezi konumunda olan, üst-orta sınıfın olduğu, dini ve etnik olarak karışık olan semtlere, Nişantaşı ve Şişli mahallelerine taşındıkları da bahsedilmiş.

Türkiye'de gerçekleşen ve ilk olduğuna inanılarak tarihe geçen; Müslüman bir erkekle (Mehmet Zekeriya) ve Kapancı dönmesi olan kızı (Sabiha)nın evliliklerinden doğan Yıldız Sertel, dönmelerin Anadolu Yakasına yerleşmediklerini anılarında paylaşırken, yaşamlarındaki değişimi ve süreci de paylaşmış.

"Selanik'ten göçen dönmeler Nişantaşı semtine yerleşmekteydi. Sabiha Sertel burada eski dostlarını akrabalarını buluyordu. .... Atiye Hoca, Selanik'teki Terakki Mektebi'nin hocaları ve idarecileriyle beraber , yeni bir lise kurma faaliyetine girişmişlerdi. Lisenin adını Şişli Terakki koymayı düşünüyorlardı. ..."

Şimdilerde hiç de iyi anılmayan, her ne olduysa Lozan'a ikinci adam olarak giden ve dönemin sıhhiye nazırı olan Rıza Nur'un sonradan dışlanmasına sebeb malumunuz; kitapta bahsi şöyle geçer, Lozan sırasında Rıza Nur'a Selanikli Müslümanların mübadele dışında tutulması teklifi gelir. O dönemde mübadele dışında tutulma talepleri sıkça geldiğinden bu istek karşısında şaşırmasa da , önce kimin bu talebi yaptığının araştırılmasını ister. Ve arkasından Darülfünun'da profesör olarak görev yapan bir dönme olduğu anlaşılır.

Üstad'ın deyişiyle "kanalizasyon lezzetinde ağzı olan" Ahmet Emin Yalman'ın, ve Sabiha Sertel'in de aslen dönme olmalarına rağmen dışlanma korkusu yüzünden bunu nasıl sakladıkları da yazılmış kitapta .. Sonuç olarak bilmediğimiz bir şey olmamasına rağmen bu konuların sıklıkla ve yüksek sesle konuşulması, tarih kitaplarımızın sayfalarına yerleşmiş kitap kurtlarının da önüne geçecektir. Ve bir ülke ancak ve ancak tarihiyle yüzleşirse ileriye gidecektir. Tarihin üzerini örtmek ne bugünümüze yakışır, ne de yarınlarımıza yakışacaktır. Çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakmak istiyorsak onları masal anlatılan tarih kitaplarıyla değil, gerçek tarihin anlatıldığı kitapları masallar da bile okuyarak eğitmeliyiz.

Şeyma Kısakürek Sönmezocak

http://www.kitapyurdu.com/kitap/default.asp?id=582627

29 Ağustos 2013 Perşembe

Hilafet için Pakistan-Hindistan Müslümanlarından gonderilen paralar M Kemal tarafindan alikonulmus

İş Bankası Hilafet için Pakistan-Hindistan Müslümanlarından toplanan paralarla Kurulmuştur


İnanmayanlar İçin İŞ Bankası Resmi Sitesi

Hint ve Pakistanlı Müslümanlar tarafından milli mücadeleye destek için Atatürk’e gönderilen yardımların 250.000 TL’lik kısmı Kurtuluş Savaşı sonrasında İş Bankası’nın kuruluş sermayesinin bir kısmını oluşturmuştu.


http://www.isbank.com.tr/content/TR/Bizi_Taniyin/Bizden_Haberler/Detay/Is_Bankasindan_Pakistana_yardim_eli-562-1866.aspx


ATATÜRK`ÜN HINDISTAN MÜSLÜMANLARINDAN "ÖNÜMÜZ KIS,INSANLAR AC" DIYE TEKRAR PARA ISTEDIGI MEKTUP....TTK yayinlarinda...


Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995, sayı 79, sayfa 221.


M. Kemal Atatürk, Hindistan Müslümanlarına, olağanüstü gayretlerle toplayıp gönderdikleri miktarı takdir etmek için bir mektup göndermiştir. Bu mektupta, Hindistan Müslümanlarına,

Türk kardeşlerine karşı gösterdikleri hissiyat ve yardımlarından dolayı teşekkür etmiştir.(1)

Bunun yanı sıra kendi el yazısıyla, “TBMM Reisi Başkumandan Gazi Mustafa Kemal” imzalı bir teşekkür mektubu da göndermiştir.


“Hindistan Merkezi Hilafet Komitesi reisi Muhibb-i Hâlisim Seyyid Chotani Hazretlerine” diye başlayan ve kazanılan zaferde Hintli müslümanların da payı olduğu belirtilen 9.11.1338 tarihli mektubunda M. Kemal, milyonlarca insanın yaklaşan kışa “elbisesiz, me’vasız ve erzaksız bir halde” maruz kalacağını yazıyor ve Hintli müslümanlardan “yine yardım” istiyordu.(2)


Hint Müslümanlarının dişinden tırnağından artırıp gönderdikleri paraları halkın ihtiyacına sarfetmek yerine bir kenarda tutan M. Kemal, zaten kendileri de perişan durumda olan Hintli müslümanlardan daha fazla yardım talep etmektedir.


Hindistan müslümanlarının taa Trablusgarp ve Balkan savaşlarından beri elverişsiz koşullarda bize yardım gönderdikleri malumdur. Buradaki Hindistan Müslümanları, günümüzde Pakistan, Bangladeş ve Hindistan sınırları içinde yaşıyorlar.


Genç kızlar çeyizliklerini, öğrenciler harçlıklarını velhasıl herkes ne imkanları varsa “tek Osmanlı ve Hilafet yaşasın” diyerek yardım göndermişlerdir. O topraklar o zamanlar Ingiliz hakimiyetindedir.


Gelişmeleri takip eden bir Ingiliz görevlinin kaleminden rapor edilen şu ifadeler kelimelerin anlam sınırlarını zorladığı bir vakayı da kaydetmiştir:

“Herkes elindeki her şeyi Osmanlı’ya yardım için getirip bırakıyordu. Bir ara kalabalık telaşlandı, bir hareketlilik görüldü. Kucağında bebek bulunan fakir bir kadın can havliyle sağa sola koşuşturuyor, ‘Yok mudur bir hayırsever, Allah rızası için bu çocuğumu satın alsın, bedelini Osmanlı’ya göndereyim.’ diyordu. Herkes şaşkın, herkes perişandı. Yürekler parçalanmıştı sanki.(3)

Islam’ın şan ve şerefini muhafaza edecek tek kuvvetin hilafet makamı olduğuna inanmışlardı. Osmanlılara karşı olan bu hissiyatlarını ispat için de büyük bir gayret ile maddi yardımda bulunmuşlardır. Dilencilerin bile bağışa katılmış olmalarına bakacak olursak Osmanlı kardeşlerine olan düşkünlüklerini bir parça olsa anlamış oluruz.”(4)


Içinde bulundukları kötü şartlara rağmen bizden yardımlarını esirgemeyen bu temiz kalpli insanların gönderdikleri yardımları, ihtiyaçları karşılamada kullanmak yerine bir kenarda tutup yeni yardımlar talep eden, üstelik daha sonra bu parayla faizli banka gibi haram olan bir işe sermaye yapan M. Kemal’in bu tavrını; vicdan sahibi bir insanın kınamaması mümkün mü?


(1)Tevhid-i Efkâr Gazetesi, 11 Ağustos 1922, sayı 3447.

(2)Mehmet Saray, Atatürk ve Türk Dünyası, Türk Tarih Kurumu, Ankara 1995, sayı 79, sayfa 221.
(3) Bilecik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Azmi Özcan, Bu yürek parçalayan vakayı Ekim 1993 tarihli, 177 sayılı “Sızıntı Dergisi”nin 401′inci sayfasındaki “Osmanlı’nın yetimleri” başlığıyla Ibrahim Refik’in kaleminden okuyabilirsiniz.
(4)Kızılay Arşivi, nr. 101–18, 6 Ocak 1912.



Beşşar Lobisine Gün Doğdu

Beşşar Lobisine Gün Doğdu


Çağdaş emperyalizmin farklı kanatlarının değişik yöntemlerle koruduğu Baas diktası geçen hafta kimyasal silahlar kullanarak korkunç bir katliam gerçekleştirdi.

Tabii böylesine korkunç bir katliamı onaylayabilmek için tamamen insanlıktan çıkmak gerekiyordu.

Gerçi Baas vahşetini onaylamaya devam edenlerin insanî değerlerden paylarına düşeni hâlâ ne kadar muhafaza edebildiklerini ayrıca sorgulamalıyız.

Ama böyle bir vahşete “haklı” diyebilmek için de bu değerlerden tamamen soyutlandığını resmen ilan etmek gerekir.

O yüzden Beşşar’ın arkasında durmaya ve onu desteklemeye devam edebilmek için katliamın failinin başkaları olduğu iddialarının arkasına sığınmak gerekiyordu.

O öldürülen masum insanların meşru haklarını savunabilmek için kendi canlarını feda eden direnişçilerin böyle bir katliamı gerçekleştirecekleri iddiası esasta tamamen tutarsız olduğu için böyle bir iddianın arkasına sığınanlar sığınaklarının iyice zayıf olduğunu fark etmiş olmalılar.

Zaten bu silahların onların elinde bulunmadığının bilinmesi ve havadan uçaklarla atıldığının kesinleşmesi sebebiyle başka bir iddiadan yararlanılması zorunluluk kazandı.


Baas lobisinin, iki buçuk yıldan bu yana kendi halkına karşı yürüttüğü savaşta yüz binden fazla insanın kanına giren eli kanlı Beşşar’ın “kimyasal silahlarla katliam yapmış olamayacağı” varsayımıyla, Şam kırsalında iki bine yakın insanın gaz bombalarıyla öldürüldüğü korkunç katliama başka bir fail bulma zorunluluğu duyduğu sırada ABD’nin Suriye’ye müdahale planını gündeme getirmesi bu lobi için tam anlamıyla can simidi görevi gördü.

“Demek ki ABD’nin müdahale planını devreye sokmak için bir gerekçeye ihtiyacı vardı. Böyle bir gerekçeyi Beşşar’ın oluşturması düşünülemeyeceğine göre o kimyasal bombalar İsrail’den atılmış olamaz mı?”

Şayet böylesine korkunç bir katliama neden olan kimyasal bombalar İsrail’den atıldı ve savaş durumu nedeniyle hava sahasını sıkı şekilde gözetleyen Baas diktası tespit edemediyse ve bugün ispat için gerekli belgeleri ortaya koyamıyor veya koymuyorsa planı birlikte kurmuş olmaları da ihtimal dışı değildir.


Yüz binden fazla insanı katlederken, ABD’nin ve uluslararası güçlerin baskılarına maruz kalmayan, kendini gayet rahat hisseden Baas diktasının tam da Mısır’daki Sisi cuntasının Adeviyye katliamının üstünü örten bir kimyasal katliam gerçekleştirmesi üzerine gündeme getirilen müdahale planı acaba Suriye halkını Beşşar zulmünden kurtarmayı mı yoksa bu halkın geleceğini rehin almayı mı hedefliyor?

Müdahale planını gündeme getiren ABD bir yandan da müdahalenin amacının ülkede yönetim değişikliği olmadığını söylüyorsa, kimyasal katliamın ortak bir komplo olabileceği şüphesi biraz daha güçlü hale gelir.


Beşşar’ın o korkunç kimyasal katliamını kamufle etmek için bundan daha etkili bir yöntem bulunamazdı.

Şimdi onun kimyasal katliamı arka planda kalmış bütün herkes güya bu katliamdan dolayı onu cezalandırma iddiasındaki ABD’nin saldırı planına odaklanmış durumda.

Plan sayesinde ABD yeniden kendini dünyanın karşı konulamaz gücü olarak kabul ettirmeyi başarmış görünüyor.

Üstelik Beşşar lobisinin son dönemde geçerliliğini tamamen kaybeden, Suriye direnişinin arkasında ABD ve İsrail’in bulunduğu iddiasında tutunabileceği yeni bir dal ortaya çıktı.

Asıl maksat ise bir yandan yeniden direnişin ismini kirletme amaçlı antipropaganda faaliyetlerine malzeme temin ederken, diğer yandan siyonist işgal devletinin geleceğini kurtarmak, Suriye’nin siyasi geleceğini ise rehin almaktır.

Tabii ki böyle sinsi bir planın en önemli ve öncelikli amacı Suriye’de de bir General Sisi’ye ihtiyaç hâsıl olmaması için geçiş dönemi merhalesinde İslâmî hareketin önünü kesmektir.

Katil Beşşar’a “dur” denilmesi için kimyasal silahlarla öldürmesi mi gerekiyordu yoksa kimyasal silahlara Beşşar’ın gazının bitme sinyallerinin alındığı noktada mı ihtiyaç duyuldu?

Şimdi ABD, yüz binden fazla insanı katleden Beşşar’dan Suriye halkını kurtarmak için mi yoksa Suriye’deki siyasi yapının geleceğini bu halkın tercihine karşı garantiye almak için mi bu müdahale planını gündeme getirdi?

Bütün bu sorular bize, Beşşar’ın yanında duran ve karşısında görünen emperyalist güçlerin arka plandaki işbirliği hakkında da fikir veriyor.

28 Ağustos 2013 Çarşamba

Arkasında namaz kılınmayacak adamlar

Arkalarında Namaz Kılmam 


Aşağıda sayacağım kötü özelliklere ve bid’atlere sahip olan imamların ardında namaz kılmam, kılarsam yahut kılmak zorunda kalırsam iade etmem gerekir.

1. İslamda kader yoktur diyen.

2. Sünneti, mezhepleri, fıkhı inkar eden.

3. İslam tek hak din değildir, zamanımızda başka hak ibrahimî dinler de vardır ve onların bağlıları da ehl-i necat ve ehl-i Cennettir inancına sahip olan.

4. Her Müslüman Kur’an meal, tercüme ve tefsirlerinden kendi kafasıyla hüküm çıkarabilir, Allahın Kitabını kendi re’y ve hevasıyla yorumlayabilir diyen.



5. Başı açık olarak imamlık yapan.

6. Muhammed ibn Abdilvehhabı imam ve mürşid kabul eden.

7. Abdest alırken, ayaklarını yıkamayıp ince çorap üzerine mesh eden.

8. Hulefa-i Râşidînin ilk üçüne sövüp sayan.

9. Allahü Tealayı noksan sıfatlardan tenzih etmeyen mücessime ve müşebbihe taifesi.

10. Ehl-i kıble ve ehl-i Tevhid olan ve Şeriat dairesi içinde bulunan sûfî Müslümanları şirk ve küfür ile suçlayan.

11. Kendisinde Ümmet birliği şuuru olmayıp; cemaat, tarikat, hizip, fırka, parça taassubu, militanlığı ve holiganlığı bataklığına saplanmış bulunan.

12. Deccalları, Kezzabları, Tağutları, Süfyanları seven, benimseyen, destekleyen.

13. Aldığı maaşı namaz kıldırma ücreti olarak kabul eden.

14. Mutezile mezhebine bağlı olan.

15. Fazlurrahmanın Tarihsellik mezhebine bağlı olan.

16. Allah gerçek bir Janustur diyererek, muhalefetün li’l-havadis sıfatına sahip Hak Tealayı iki çehreli bir Roma putuna benzeten İranlı Ali Şeriatiyi seven ve benimseyen.

17. Ulu Paşayı seven.

18. Hulefa-i Râşidîn Efendilerimizinfaziletlerinin hilafet sıralarına göre olduğunu inkar edip, dördüncüsünü tafdil eden.

19. Ashabın bir tekini bile reddeden. Mesela Ebu Hureyre hazretlerini yalancılıkla suçlayan.

20. Müslümanların zamanlarındaki Halifeye, İmama, Emîre biat ve itaat etmeleri gereğini inkar eden.

21. İslam düşmanı kafirleri dost ve velî edinen.


Mehmet Şevket Eygi


Mustafa Kemal diyince birden bu hikaye geldi aklıma.

Sadece beni degil seni de kandirdilar oku yorumunu yaz.

İsrail’in 2. cumhurbaşkanı Atatürk’ün hocası Şemsi Efendinin oğlu

TSK’nın hazırladığı “Atatürk Köşesi”nde Mustafa Kemal Paşa’nın boyunun 1.74 olduğu yazıyor. Bugüne kadar 1.68 olduğu biliniyordu.. Genelkurmay Başkanlığı Atatürk’ün boyunu açıklayarak tartışmalara son noktayı koydu. Genelkurmay Başkanlığı Atatürk’ün boyunun bilinenin aksine 1.68 değil, 1.74 olduğunu açıkladı. Atatürk’ün boyu 1.74 iken, kilosu 74-76 arası, ayak numarasının da 42 olduğu açıklandı. Siz babasının adının Ali Rıza, annesinin adının Zübeyde olduğunu kabul etmeye devam edin ve tabii Selanik’te doğduğunu da! Resmi tarih iddiasını sürdürmeye devam ediyor.


Peki şu iddiaya ne dersiniz bu arada, bu konuları araştıran bir arkadaş yazıyor: “İsrail’in 2. cumhurbaşkanı Yitzak Ben Zwi, Atatürk’ün hocası Şemsi Efendi diye bildiğimiz Simon (Shimshi Zwi)’nin oğludur. Biliyorsunuz Ilgaz Zorlu da bu aileden geliyor.. İsrail’deki BEN ZWİ ENSTİTÜSÜ bu geleneğin köklerini barındırmaktadır. Ben Zwi Enstitüsü’nün yer altında bulunan ve SABETAY ve PAKRADUNİ’leringelmiş geçmiş bütün dosyaları ve bilgileri bu kütüphane arşivinde gizlenmektedir.Kozmik derecede korunan ve bu anlamda kozmik bilgiler içeren kütüphane, özel olarak korunmaktadır.”Şemsi Efendi mektepleri bugün hâlâ Türkiye’de varlıklarını sürdürüyor..

Ben Zvi 1884’de Ukrayna’nın Poltava şehrinde doğmuş. Babası 1897 yılındaki Siyonist kongresinin organizatörlerinden biriydi. Ben Zvi ilk aktif siyonizm savunucusuydu. 1907 yılında Yafa kentine göç etmişti. 1909 yılında Filistin’de bir lise kurmuştu. Ben Zvi Osmanlı İmparatorluğu devrinde Galatasaray Lisesi’nde öğrenim gördü ve ardından 1912-1914 yılları arasında David Ben-Gurion ile İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okudu.

1915’de ABD’ye göç ettiler ve orada Siyonizm ile ilgili yayınlar ve aktiviteler yaptılar.1918 yılında Filistin’e döndü. Filistin’de yer altı örgütü Haganah’ta görev aldı. Abdulhamid’in Selanik’e sürgün edildiğinde evinde ikamete mecbur edildiği Yahudi işadamı Alatini Efendi de, Şemsi Efendi mektebinin kurucusu idi.

Mustafa Kemal diyince birden bu hikaye geldi aklıma. Resmi tarih işte böyle bir şey! Zihnimizi esir almışlar sanki.. “Tevhidi tedrisat”, “resmi tarih”, “resmi ideoloji” ve “resmi din” niçin gerekliymiş şimdi daha iyi anlaşılıyor sanırım. Darbeler bunun için zorunlu idi. İnkılaplar gibi. Ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek düzenlemeler de!
Sahi Atatürk’ün boyu kaç santimdi!

Selâm ve dua ile..(Abdurahman Dilipak-Yeni Akit)




Faiz lobisinin sinirleri niye bozuldu

Faiz lobisinin sinirleri niye bozuldu?

Dün Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı "döviz kuruna karşı faiz silahını kullanmayacaklarını ve politika faizini ve borç verme faizini değiştirmeyeceklerini" söyledi.
Dolayısıyla Merkez bundan böyle faiz lobisinin isteği olan "yüksek faizdüşük kur" politikasını uygulamayacak.
Peki bu açıklamanın ardından faiz lobisinin sinirleri niye bozuldu? Çünkü faiz lobisi küresel düzeyde düşük fiyattan topladığı parayı çok yüksek fiyattan kısa vadeli olarak Türkiye'ye satmayı iş edinmişti.
Fakat ABD Merkez Bankası'nın dolar basımını azaltacağını açıklamasıyla Türk parası değer kaybedince lobinin eline faiz kazancından pek bir şey kalmadı. Hatırlayacaksınız lobi hem faizden hem de Türk parasının değerlenmesinden kısa vadede yüksek kazançlar elde etti. Şimdi lobi yine aynı oyunu oynayacağını düşündü ama olmadı. Merkez bu defa 2006'da olduğu gibi faizleri artırmadı.
Hatırlayın o dönemde yine ABD Merkez Bankası faizleri çoğalttığında gelişen ülkelerden para çıkışı oldu. Bunun üzerine kurlar yükselince bizim Merkez borç verme faizlerini tam altı puan yükseltti.
Tabii bundan lobi kazandı ama enflasyon hedefin iki katına yükseldi.
Oysa şimdi tam aksine Merkez faiz artırmayacağını açıklayınca kazançları azalacağından lobi kendini kaybetti. Çünkü eskiden olduğu gibi ucuz fiyattan döviz alıp gidemiyorlar artık. İşte bu nedenle lobinin elemanları öyle yazılar yazıyorlar ki, Merkez' in bir şey bilmediğinden bu ülkenin ufuksuzluğuna kadar eleştiri getiriyorlar. Anlaşılan sinirleri çok bozuk. Bunlardan bazıları geçmiş dönemde Merkez'de görev yaptı. Onların yönetici olduğu dönemde Merkez Türkiye'ye yüzde 28 reel faiz ödetti. Yani enflasyondan arındırılmış faizler yüzde 28 düzeyindeydi. Kısaca bu ülkeyi soydurdular. Oysa en iyi merkez bankası yöneticisi ülkesine en az reel faiz ödetendir. Ve görev başındayken bu ülkeye yüzde 28 reel faiz ödeten kişiler şimdi merkezi eleştiriyorlar. Oysa merkez şu anda en az reel faiz ödeterek bu ülkenin soyulmasını engelliyor. Gelelim faiz lobisinin tutarsızlığına...
Lobi kur riskinin Merkez Bankası'nda olmasını istiyor. Oysa dalgalı kur rejiminde kur riski yatırımcının üzerindedir. Niye yatırımcının üzerindedir kur riski? Çünkü kur riski Merkez Bankası'nın üzerinde olduğunda yatırımcı aşırı risk alarak kalitesiz yatırımlar yapabilir. Nasıl olsa kurdan zarar etmeyeceğini düşünür bu yatırımları yaparken. Aslında ahlaki zafiyet içindedir. İşte bu nedenle sabit kur rejiminden dalgalı kur rejimine geçilerek bu ahlaki zafiyet ortadan kaldırılır. O halde Merkez faiz artırsın diyen faiz lobisinin tutarsız olduğunu söyleyebiliriz. Anlayacağınız bu tutarsız faiz artırım taleplerini Merkez artık yerine getirmeyecek.

SÜLEYMAN YAŞAR-Sabah

Simon Cowell haremini topladı tatile çıktı

Simon Cowell haremini topladı tatile çıktı

“Simon Cowell haremini topladı tatile çıktı.” Bu haber geçen hafta ballandırılarak Hürriyet gazetesinde çıktı. Üstelik Simon Cowell, bu tatile hamile sevgilisini geride bırakarak çıktı.

Kadına, rahat ulaşan bir toplumdur Batı. O yüzden kadının metalaşması, cinselliğinin sömürülmesi çok kolaydır. Zengin ve lüks bir yatta bi dolu kadınla haremlerini rahatlıkla kurarlar.

Aslında şunu diyorum: salt Batı hayranı olanlar maalesef Batı'dan ne gelse güzelliyor; üstelik çağdaş haremler kursalar bile… Hürriyet gazetesi gibi…

Hürriyet gazetesi bu haberi bizlere sunarken bir hayranlık ve güzellemeyle veriyor. Simon Cowell'in yatında bikinileriyle güneşlenen, dolaşan aygır kadınlar eşliğinde bize Batı erkeğinin haremini güzelliyor, normalleştiriyor. Batının her şeyini sorgulamadan almış Doğulu adama, örnek gösteriyor; hayran bıraktırıyor.

Ama diğer yandan Hürriyet gazetesi bu çirkinliği, zengin bir Ortadoğulu yaptığında bize bunu yeriyor ve çirkin gösteriyor.

Ortadoğulu bir zenginin, binlerce bekâr Müslüman erkek ve kadın varken haremler kuranların, Simon Cowell'den farkı yok.

Benim için bu, Batılı ve Doğulu, haremci zengin erkeklerin hepsi yerilmeyi hak ediyor.

Benim için hiçbirinin birbirinden farkı yok. Hepsi rezil.

Simon Cowell'in bikinili kadınlarla bi dolu seküler haremi…

Özel tv'den fışkırttığı inekleşmiş “mö mö” diyen kadınlarla; aynı renk, aynı vücut ölçüleri, aynı inek silikon göğüsler ve sarı saçlarla; kadının kimliğini yok eden mehdigillerin dinci haremi…

Kadının kendi Allah vergisi kişiselliğini ve bedenini ortadan kaldıran; estetik operasyoncu erkil güçlerin…



İşte bunlar, içler acısı tabloları erkil şirkin…

Roni Margulies, dört beş yıl önce Taksim Hil oltelde yapılmış “Marksizm” adlı panelde konuşmacı olarak ara sohbette Solcu erkeklerin harem kurduklarını söylemiş ve eşitlik adına eleştirmişti.

Kadını kimliksizleştirme, Doğu ve Batı toplumlarında tersinden sürdürülmeye devam etmektedir.

Ve bunlara kanan, aldanan, aldatılan; ya da doğduğundan itibaren güçsüzleştirilerek mecbur bırakılan kadınlar; bu erkeklerin haremlerini beslemektedirler.

Bu haremcilere karşı, kadınların ve erdemli erkeklerin, savaş açması gerekmektedir. Onların toplumda reklâm yapmasına, söyledikleri saçmalıklarla gündem yapmalarına çanak tutmamak gerek. Reyting meselesi olsa da…

Zira bu insanlar söylemleri ve yaptıklarıyla normal olanı anormalleştirmekte anormal olanı normalleştirmektedir. Bir bakmışsın üniversite öğrencisi genç, bunlara kanmış; zira bizde hala istidlali akıl ile tefekkür ile dine, kitaba, geleneğe yaklaşmak yok.

Akletmek yerine reklâma kanmak var, standup a kanmak var

Böyle olunca hayat yaşanılmaz olmakta, zulüm kendisini meşrulaştırmaktadır.

Hacer Aydın

397 ) HÜRRİYET-İ EBEDİYE TEPESİNDE HÜRRİYET KAHRAMANINA YER YOK !..

 
      

   31 Mart Olayı'nın ardından, 26 Nisan 1909'da İstanbul'da büyük bir cenaze töreni yapıldı ve şehitler toprağa verildi. Ancak, bu tören yeterli görülmedi. Hürriyet şehitleri için bir anıt yapılmasına karar verildi. 
   Anıt için düzenlenen yarışmaya Kiryadiki Efendi, Vedat (Tek) Bey, Kemalettin Bey, Muzaffer Bey, Alexandre Vallury gibi, devrin önde gelen mimarları katıldılar. Yarışmayı Muzaffer Bey kazandı. 
   İki yıl sonra, 23 Temmuz 1911'de, "Abide-i Hürriyet " büyük bir halk katılımıyla açıldı. 31 Mart şehitlerinin isimleri de tek tek anıta işlenmişti. Mezar odasına giren kapının üzerinde ise "Makber-i Suheda-i Hürriyet" yazılı bir kitabe bulunmaktaydı. 
   Anıt, artık, Osmanlı'daki özgürlük hareketlerinin sembolüydü.. Hürriyet ne zaman tehlikeye düşse, Osmanlı aydınları, subaylar ve Harp Okulu öğrencileri, tepkilerini bu anıta çıkarak gösterirlerdi..
   Bu anıt zamanla "Hürriyet-i Ebediye Tepesi" adıyla anılır oldu..

     

   TRT'de yayınlanan "Tarihte Bu Hafta" programını izleyen Hikmet Feridun Es, İkinci Meşrutiyet günlerinin anlatıldığı program sona erdiğinde bir eleştiri yazısı kaleme alır. Bu yazıyı "TV'de 7 Gün" adlı derginin 25 Ağustos 1980 tarihli sayısında okuruz :
"Oysa madem ki İkinci Meşrutiyet ekrana getiriliyor, Abdülhamid'e karşı silahını kapınca ve adamlarını toplayınca Manastır dağlarına çıkan ilk adamdan işe başlamamız gerekmez mi ? Türk ekranında resimlerle İkinci Meşrutiyet'ten laf edilirken, koca bir imparatorluğa karşı ilk isyan bayrağını açan Niyazi Bey nerede ?.."
   Hikmet Feridun Es, Niyazi Bey'in eşi Feride Hanım'ın bir anısını aktarır aynı yazıda :
"Evlendiğimiz gece.. Gelin yatağının yastığını kaldırdı ve altına kocaman bir tabanca soktu. Ben bu yastığa başımı koyarak gerdeğe girdim.."
   
    

   1913 yılı Nisan ayının 29'unda, Arnavutluk'un Avlonya limanına sekiz kişi geldi. Sivil giyimliydiler. İstanbul'a kalkacak olan vapuru bekliyorlardı. İçlerinden biri bilet almaya gitmişti. Tam bu sırada üç el silah sesi duyuldu, iki kişi yere yuvarlandı. Sonra birkaç el daha ateş edildi. Herkes kaçışırken orada bulunanlar, kırçıllı bir paltonun içindeki şahsı zar zor tanıdılar. Bu kişi, Resneli Niyazi Bey idi...  
   Niyazi Bey öldürüldüğünde, eşi Feride Hanım hamiledir ! Hürriyet kahramanının kucağına alıp hiç sevemediği oğluna Saim Niyazi adı konulur. Ressam olan Saim Bey de babasının adını yaşatmak için oğluna Niyazi Ahmet adını verir... Ve Ahmet Resnelioğlu, 12 Ocak 1989 tarihli bir mektup yazar, dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren'e : 
"Resneli Niyazi Bey'in halen İstanbul Hürriyet-i Ebediye Tepesi Şehitliği'nde kendisine ayrılmış olan boş mezarına getirilmesi ve buraya defnedilmesi tek amacımdır.."
   Muzaffer Bey'in projesini çizdiği, dikine konulan bir toptan oluşan Hürriyet Abidesi, İkinci Meşrutiyet döneminde can veren insanların anısına yapılmıştır. Buraya sonradan, bir suikasta kurban giden Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa da gömülür. Paşaya yapılan suikast sırasında şehit olan koruması Kazım Ağa ile Bahriye yaveri İbrahim Bey de oradadır.. 
   Sadrazam Midhat Paşa'nın önce başı gelmiştir Taif'ten, Sultan Abdülhamid öldüğüne inansın diye ; 24 Haziran 1951'de de kemikleri getirilip tepede yerini almıştır..
   Berlin'de Ermenilerin suikastına uğrayan Talat Paşa' nın naaşı, uzun bir ihmalden sonra, Adolf Hitler'in jestiyle, 25 Şubat 1943 tarihinde getirilerek yine buraya defnedildi.. 
   Keza Enver Paşa'nın naaşı, Tacikistan'ın Ceğen Köyünden 4 Ağustos 1996'da getirilerek buraya defnedildi. 
   Sivil komitacı ve uzun süre Parti genel sekreterliği yapan Midhat Şükrü (Bleda) 1956'da ; 7 Temmuz 1908'de Manastır'da Müşir Şemsi Paşa'yı vuran Teğmen Atıf Kamçıl, dağa çıkan subaylardan Eyüp Sabri de 1953 yılında bu şehitliğe defnedilmişlerdir...



   Eh, hal böyle olunca, İkinci Meşrutiyet denildiğinde akıllara gelen ilk isim olması gereken, özgürlük meş'alesini İkinci Abdülhamid'e karşı Manastır dağlarında ateşleyen Niyazi Bey'in anıtın dışında kalması son derece saçma olmaktadır.  Ahmet Bey'in, İkinci Meşrutiyet'in yolunu açan büyükbabasını da, kendi eseri olan tarihi bir olayda canını verenlerin yanında görmesinden daha doğal bir istek olamaz ; hele ki,anıtın etrafına sonradan gömülenleri düşünecek olursak !... 
   Bu denli haklı, tarihi ve insani bir istek olur da, yerine getirilmez mi ? Dilekçenin gönderildiği insanı düşünecek olursak, sıraladığımız bu değerlerin bir anlamı kalmamaktadır, netekim !..
   Bir iki yazışma sonrasında, Dışişleri Bakanlığı'ndan 6 Mart 1989 tarihli bir yazı gönderilir Ahmet Bey'e :
"Dedeniz Resneli Niyazi Bey'in naaşının nakli için gereğine tevessül olunabilmesini teminen, adına İstanbul Hürriyet-i Ebediye Tepesi şehitliğinde yer ayrıldığını tevsik eden belgelerin fotokopilerini Bakanlığımız KOKD-II Dairesine göndermenizi saygılarımla rica ederim.."



   Ahmet Resnelioğlu'nun elinde bir belge yoktur.. Olamaz da.. Bu yüzden şu bilgiyi içeren bir yanıt yazar :
"15 Mart 1989 günü yine mezkur yerde Sadrazam Talat Paşa'nın anma töreninde bu cemiyetin (Hürriyet Büyüklerini ve Şehitlerini Anma Cemiyeti) şimdiki başkanı olan Sayın Erol Bafralı ile yaptığım görüşmede ve naklin gerçekleşmesinde, Niyazi Bey'in naaşının, Talat Paşa, Midhat Şükrü Bleda ve Eyüp Sabri Bey'in kabirleri sırasının yanındaki mekana defninin planlandığını öğrenmiş bulunuyorum.."
   Hürriyet-i Ebediye Tepesi'ne sonradan gömülen Talat Paşa'nın yakınlarından da "yer ayrıldığını tevsik eden" belge istenmiş midir ?.. Peki ya Midhat Paşa'nın yakınlarından ?.. Enver Paşa'nın yakınlarından ?..
   Niyazi Bey'in Hürriyet-i Ebediye Tepesi'nde yeri olduğuna dair belge, o tepenin adı ve de dikilen anıttır !.. Hürriyet kahramanı Resneli Niyazi'nin gömüleceği yer de, onun bunun yanı değil, aslında, şehitliğin tam ortasıdır !.
   Niyazi Bey'i dışlayanlar Dışişleri Bakanlığı'ndan 5 Nisan 1989 tarihli bir yazı daha gönderirler Ahmet Bey'e : 
"Dedeniz Resneli Niyazi Bey'in naaşı için, İstanbul Hürriyet-i Ebediye Tepesi şehitliğinde yer olduğunu tevsik eden belge bulunamadığı cihetle, Bakanlığımızca yapılacak bir işlem bulunmadığı hususunda bilgi edinmenizi saygılarımla rica ederim."
   Tüm bu yazışmalarda asıl önemli konu kaçar gözlerden.. Bunun nedeni de, Ahmet Resnelioğlu'nun başvurusunun işleme konulan bir evraktan öteye gitmemesidir. Oysa Ahmet Bey, Kenan Evren'e yazdığı ilk mektupta çözümlenmesi gereken ilk sorun hakkında bilgiler sunmuştur :
"Yugoslavya'dan geçerken Makedonya'da Resna'ya uğrayıp oradan dedem tarafından yaptırılan ve şimdi Kültür Sarayı olarak kullanılan Niyazi Bey Sarayındaki idarecilerle temas edip, dedemin Avlonya'da vurulduktan sonra nereye defnedildiğini öğrenmeye çalıştım. Aynı çalışmayı rahmetli babam Ressam Saim Niyazi Resnelioğlu da yapmış, ancak o da benim gibi kesin bir bilgi edinememiştir."
   Niyazi Bey'e Hürriyet-i Ebediye Tepesi'nde mezar yeri olduğuna dair belge aramak yerine, mezarını bulup İstanbul'a getirmek, bu ülkeye "sonsuz özgürlüğün" kazandırıldığı gün gerçekleşecek herhalde !..

   Ahmet Resnelioğlu, 20 Ağustos 1996 tarihli bir mektup daha yazar Cumhurbaşkanlığı'na.. Çankaya'da bu kez Süleyman Demirel vardır.. 
   
   Ahmet Resnelioğlu, İzmir Karşıyaka'da, Örnekköy Huzurevi'nde, 10 Mart 2010 tarihinde hayata gözlerini kapadı.. Hayattaki en büyük isteğinin yerine geldiğini göremeden...

SONER YALÇIN ve SUNAY AKIN yazılarından derlenmiştir..